Bazı olaylar, bazı mekanlar çok semboliktir. Küçüktürler ama çok şey saklar, okuyabilirsek, duymayı ve hissetmeyi becerebilirsek çok şey anlatırlar.
İşte “Kamp Armen” olarak bilinen Tuzla Ermeni Çocuk Kampı böyle bir yer.
Kamp Armen’i ilk defa Hrant Dink’ten dinlemiştim.
Hrant’ı da yanılmıyorsam 90’lı yılların ikinci yarısında, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin Kafkasya’dan Bosna felaketine, Kürt meselesinde barıştan (ta o zamandan beri konuşuyoruz!) gayrimüslim azınlıkların sorunlarına uzanan dünyanın meseleleri üzerine yapılan zihin açıcı üye toplantılarından birinde tanımıştım.
Toplantıya elinde Tuzla Çocuk Kampı dosyasıyla gelmişti. O zaman anlatmıştı bu “Atlantis Uygarlığı’nın hikâyesini”... 1915’ten sonra, yıllar boyunca tam anlamıyla yoklukla başbaşa kalan Ermeni kuşaklarının yoksul, öksüz ve yetim çocuklarının Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi vasıtasıyla, yaz aylarında da sosyalleşebilmeleri için 1962’de bu kampın açıldığını ve kendisinin yöneticilik yaptığını anlatmıştı.
Eşi Rakel Dink ile birlikte o kampı elbirliğiyle, bütün çocuklarla birlikte, küçücük çocuk elleriyle, bütün yaz çalışarak, kampı kendi elleriyle nasıl varettiklerini anlatmıştı.
İşte ben “36 Beyannamesi” diye özetlenen olayı ve bu beyannameye dayanan ucube yargı kararını da Hrant’tan öğrenmiştim. O gün Hrant’ı dinleyen diğer arkadaşlarımla birlikte...
Bu karara göre, 1936’da azınlık vakıflarından talep edilen mülk listesinin verilmesinden yıllar sonra, 1971’de, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi , cemaat vakıflarının doğrudan ya da vasiyet yoluyla gayrimenkul edinemeyeceklerine –kurnazca- karar verdi. 1974’te, Yargıtay Genel Kurulu’nun, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin verdiği kararı onamasının ardından açılan davalarla, cemaat vakıflarının 1936’dan sonra edindikleri taşınmazların büyük çoğunluğuna el kondu. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1979’da açtığı ve dört yıl süren dava sonunda, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın Tuzla kamp tapusu iptal edildi ve arazi 1962’den önceki sahibine geri verildi.
O kadar emeğin, terin, işbirliğinin, yıllar içinde 1500 çocuğun neşesinin, oyunlarının bir anda nasıl havaya uçtuğunu ve nasıl çaresizlik içinde kaldıklarını anlatmıştı Hrant...
Ve çaresizliğini anlatırken, sessiz Türkiye sivil toplumunun desteğini isterken göz yaşlarını tutamamıştı. Onun çaresizliği bize, bir utanç eşliğinde geçmişti. Toplantı masasındaki ağır havada, zor tuttuğumuz gözyaşlarımızı ve kızarmış gözlerimizi sağa sola kaçırmak istemiştik.
Hiçbirimizin “36 Beyannamesi” diye bir meseleden haberimiz yoktu. “Mantıken” Ermenilerin hâlâ sorunları olduğunu “düşünebiliyorduk”. Ama bu sorunları hiç bu kadar avucumuzun içinde tutabilecek kadar, duygularımızla yakalayabilecek kadar hissetmemiştik.
İşte o gün Hrant bize bir çocuk kampı üzerinden nasıl bir memlekette yaşadığımızı, bir kamp vasıtasıyla Türkiye’de azınlıkların nasıl hem “dışarısı” olduğunu, hem de nasıl dışarıda bile faaliyet göstermesine tahammül edemediğini anlatmıştı aslında...
Devletimizin, emir-komuta zinciri içinde işleyen bir eğitim sistemi karşısında alternatif olan, eşitliği ve özgürlüğü pratiklerde öğrenen küçücük çocukların kurdukları dünyayı istemediğini –Ermeniler özelinde- anlamıştık bir kere daha.
Ermeni çocukların ellerinden zorla alınan, el konulan ve şimdiye kadar yedi defa el değiştiren kampın bürokrasinin ve sıradan çıkarların koridorlarından kurtarmak gerekiyor.
Eğer bu memleket kendini aşmak istiyorsa, yapabileceği en önemli şey önünde duruyor:
Kamp Armen’i yeniden gerçek hak sahibine –Gedikpaşa Vakfı’na ya da bir Ermeni cemaat vakıfına- iade etmek....
Sembolik anlamı çok güçlü olan yerlerden biri olan Kamp Armen’i gerçek sahiplerine iade etmek, Ermenilerin yaralarına merhem olması için de çok sembolik bir adım olacak.
Ama bu ayanı zamanda Türkiye toplumuna da çok iyi gelecek...
Ferhat Kentel
(BasNews)