Koronavirüs sonrasında dünyada siyasetin nasıl şekilleneceğine ilişkin çeşitli senaryolar tartışılmaya başlandı. Küresel kapitalist sistemin, kriz karşısındaki acizliği sonucu özgürlükler mi, yoksa otoriter siyasetler mi gelişecek, tartışma bu. Koronavirüs pandemisinin, elde yeterli veri olmadan, nasıl bir sürece yol açacağının tartışılması erken bulunabilir.
Kapitalist sistemin sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal, toplumsal sonuçlarından ve sistemin kendi iç çatışma ve çelişkilerinden bağımsız yapılacak tartışmanın, insanlığın geleceğine ilişkin, iyimser olmamızı gerektiren ve umut verici sonuçlar üretmeyeceği kesin.
Bütün dünyada kaliteli, bilimsel sağlık hizmetlerine erişim konusunda yaşananlar, para hırsının insanları teslim alması ve eşitsizliğin boyutları çok şey anlatıyor. En basitinden ülkemizde yurttaşlara maske sağlamak konusunda yaşanan sorunlar ve sıkıntılar ortada.
“Evde kal” çağrıları yapıldı, ama yaşayabilmek için işine gitmek zorunda olanlar düşünülmedi. İnsanları yaşatabilmek için işine giden sağlık emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi öncelik kazanmadı. 20 yaş altı insanlar için sokağa çıkma yasağı ilan edildi, ama bu kesimde yer alan insanların önemli bir bölümünün çalıştığı unutuldu.
Sistemin geleceğini bunlardan azade tartışmak, gömleğin düğmelerini yanlış iliklemek gibi bir şeydir. Ya da kapitalist sistemi, AKP kurucusu Ayşe Böhürler’in “sokağa çıkma yasağı günlerinde herkesin kilerini, buzdolabını dolu” sanması gibi bir şey olur.
Tartışma, Koranavirüsü sonrasında “Türkiye’de çok şey değişecek” ekseninde yürüyor. Erken seçim konuşulmaya başlandı. Recep Tayyip Erdoğan sonrası post-Erdoğan dönemi nasıl olacak, tartışılıyor. Bu tartışmayı, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun istifa girişimi ve iktidar partisi içindeki çekişme ve gelişmeler de tetikledi.
Merkezi hegemonya
Bu süreçte odaklanılması gerek en önemli nokta, AKP-MHP ittifakının Türkiye siyasetinin merkezinde oluşturduğu hegomonik alan ve bunun yarattığı sonuçlardır.
AKP-MHP ittifakı, sınırlarının çok ötesinde politik sonuçlar üretiyor. Kendi dışındaki partileri birçok konuda politik olarak etkisi altına alabiliyor, muhalefeti muhalefet olmaktan çıkarabiliyor, muhalefetin içini boşaltabiliyor. Bir anlamda siyasette muhalefetin yokluğu sorunu oluşuyor.
2015 seçimlerinde elde ettiği fırsatı değerlendir(e)meyen HDP “muhalefete” daha çok benzemeye başlaması, muhalefet yokluğu sorununu büyütüyor.
El yordamıyla oturtulmaya çalışılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile istenen sonuca ulaşılabildiğini söylemek zor. Ama otoriter bir yönetimin toplumsal, siyasal, hukuksal, kültürel, sosyal altyapısının oluşturulmasında epey bir mesafe alındı. Bu süreçte iktidar ortakları, yerel seçimler dışında sarsıcı bir muhalefet direnişiyle karşılaşmadı. Yerel seçimleri ise kendi iç dinamikleri ve kendi gerçekliğiyle değerlendirmek gerektiği, Koronavirüsü önlemlerinin hayata geçirilmesi sırasında ortaya çıktı.
CHP’lilerin yönetimde olduğu belediyelerin geliştirdiği politikalar karşısında acze düşen ve panikleyen merkezi otoritenin ekmek dağıtmayı ve bağış toplamayı engellemesi, yetki gaspı karşısında etkili direnç gösteremeyen, “şikayet etmekten” öteye geçemeyen muhalefetin kısık sesle konuşması, siyasetin merkezindeki AKP-MHP politik çizgisinin hegemonyasının ürünü.
Tartışmanın başka bir veçhesini ise, ittifak partileri olan AKP ve MHP’den hangisinin bugün ülkeyi yönetmekte olduğu konusu oluşturuyor.
14 Ağustos 2001 tarihinde resmen kurulan AKP’den geriye ne kaldığı sorusuna verilecek cevap, bu konuya netlik kazandıracaktır. Partinin kuruluşuna ebelik eden siyasal süreç, dinamikler ve partinin programatik çerçevesinde çok şey değişti. Geriye sadece bir isim kaldı. Kurucu kadroların ezici çoğunluğu, mutfağı oluşturanların tamamı değişti. Artık AKP’ye, birçok açıdan AKP demek bile anlamsızlaştı. Başka bir ifadeyle AKP, 19 yıllık iktidar yolculuğuna muhafazakâr-demokrat kimlikle başladı, ama artık Türk milliyetçisi-muhafazakâr kimlikle devam ediyor. Bu kimlik Türkiye siyasetinin merkezini tamamen kapladı veya gasp etti.
MHP ile kurulan ittifak, oy kaygısının veya siyasal zorunluluğun çok ötesine geçti. Her iki partinin farklı politik kaygılarla birbirinin ipine tutunmalarından daha başka bir şey gerçekleşti. Cumhur ittifakı ilk kurulduğunda, parti içinde de dışında da kısa süreli, geçici bir ittifak olarak algılanıyor veya değerlendiriliyordu.
Üç yıl içinde, MHP’nin siyasal hassasiyeti, öncelikleri ve birçok konudaki politik yaklaşım ve tercihleri AKP’yi belirler hale geldi. Bunun en tipik örneği son infaz yasası oldu. MHP lideri daha önce, devlete hizmet etmiş olan cezaevindeki eski yol arkadaşlarının tahliyelerinin zamanının geldiğini söylediğinde, Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkmıştı. Uzun süre direndiği isteğine sonunda büyük bir ayrımcılık ve hukuksuzluk yapılarak onay verildi.
Bugün gelinen noktada, AKP’nin, MHP’nin politik çizgisiyle arasındaki farklılık büyük ölçüde ortadan kalktı. AKP-MHP ittifakıyla siyasal İslamcı, muhafazakâr, merkez sağ seçmen tabanında ciddi siyasal, sosyal, kültürel değişikliğe yol açan bir süreç inşa edildi. AKP çeşitli nedenlerle, seçmen kitlesini MHP’nin politik çizgisine doğru iteledi. Bu itelemenin veya sürüklemenin siyasal, sosyal ve kültürel sonuçları, Türk milliyetçiliğin yaygınlaşması, güçlenmesi ve devlet katında kurumsallaşması oldu.
Bunlar, ülkeyi kim yönetiyor sorusunun yanıtını oluşturuyor. Evet, MHP iktidarın küçük ortağı ama iktidarın politik zihniyetinin esas sahibi.
Cumhurbaşkanlığı dâhil, bakanlıklarda ve birçok devlet kurumundaki bürokrat ve teknokratların büyük bir kısmının MHP’li veya MHP’li geçmişe sahip olmaları tesadüf değil. Ayrıca bu çerçevede Devlet Bahçeli’nin veya ileri gelenlerinin çoğu konuşmasını/ höykürmesini muhalefete karşı olmaktan çok, AKP’ye yönelik olarak okumak gerek.
Bu verili siyasal zemini dikkate almadan sürdürülecek tartışma veya siyasal arayışla, Türkiye’nin siyasal krizinin aşılmasını sağlayacak bir çözüme ulaşmak ve özgürlükçü bir geleceği inşa etmeye yönelik siyasal ortam hazırlamak mümkün olmayacaktır.
Özcesi AKP-MHP ittifakından kurtulmak için, AKP-MHP ittifakının politik çizgisinin dışında, politik zemin oluşturma anlayışına sahip bir muhalefetin güçlenmesine ihtiyaç var. Muhalefetten daha çok iktidar blokuna paralel düşünce ve seçmen yapısına sahip İYİ Parti gibi partilerle, Türkiye’nin ancak kuyusu kazılabilir. Türkiye’nin kronikleşmiş krizinin aşılabilmesi için, ana akım muhalefet partilerinin AKP-MHP ittifakının siyasal hegemonyasından kurtulması gerekir.
Aksi takdirde, post-Erdoğan dönemine gerek duyulmadan, AKP-MHP ittifakına payanda olan muhalif siyasal öznelerle birçok şey eskisi gibi olmaya devam eder.
Hakan Tahmaz