Kağıthane’deki Hasbahçe Mesire Alanı’na hayatımda iki kez gittim. İkisi de son derece hoşuma giden gerekçelerle oldu.
2016 yılında, toplu sözleşme görüşmelerinden sonuç çıkmaması üzerine Türkiye çapındaki 37 Metro grossmarket şubesinde işçiler grev kararı almıştı. Biz de DSİP’li Metro işçileri ve onların mesai arkadaşlarıyla birlikte, hangi stratejinin bize kazandırabileceğini tartışmak için bir toplantı düzenlemiştik. Ne yazık ki, pek “solcu” sendika bürokratlarının işçilerin haklarını hiçe sayan bir sözleşme imzalamalarına karşı aşağıdan yeterli basıncı oluşturamadık.
İkinci gidişim ise geçtiğimiz pazar günü, 2019 Türkiye Afrika Kupası vesilesiyle oldu.
Bu turnuva 2004’ten beri düzenleniyor. Türkiye’deki Afrikalı göçmenler, ülkelerine göre milli takımlar oluşturup kıyasıya bir rekabete girişiyorlar.
Şahsen futbolu takip etmeyi uzun süre önce bıraktım. Ancak göçmenlerin hayatıyla ilgili her gelişme ilgimi çektiği için ben de yoldaşlarımla birlikte final için Kağıthane Hasbahçe Stadı’ndaydım.
Buraya katılan takımlar, ana akım medyada bahsedildiği hâliyle söylersek, “Afrika’nın çeşitli ülkelerinden futbolcu olma umuduyla Türkiye’ye gelen” sporculardan oluşuyor. Ancak final maçının tribünlerinde kulaktan kulağa yayılan bilgilerde bahsedildiği gibi, bunların çoğunluğu birtakım “scout”lar tarafından kandırılmış, dolandırılmış, buraya geldiklerinde belirli takımlarla sözleşme imzalayacakları garanti olarak vadedilmiş topçular. Birçoğu başka işlerde, tahmin edilebileceği gibi en kötü koşullarda çalışmaya devam ediyorlar. Bir yandan da hayallerindeki kariyere ulaşmak için futbol oynamayı sürdürüyorlar.
Finalde Zambiya’yı 1-0 mağlup eden Senegal şampiyon oldu. Futbolcular ve taraftarlar zaferi doyasıya kutladı.
Zorla geri göndermeler başladı
Hafta sonu İstanbul’daki bazı başka göçmenler açısından ise kabus gibiydi.
Seçimlerden sonra mültecilere karşı sertleşen hava, ilk olumsuz sonuçlarını doğurdu. İstanbul’un çeşitli semtlerinden yüzlerce Suriyeli sınırdışı edilmeye başlandı. Geçici koruma statüsünü İstanbul’dan almayanlar aldıkları şehirlere, hiç kağıdı olmayanlar ise İdlip ve Afrin’e ellerinde plastik kelepçelerle gönderiliyordu. Göçmenlerin arasında herkesin sınırdışı edileceğine dair panik dalgaları yayılmaya başladı.
Hatırlanacağı gibi, 31 Mart seçimlerinden hemen önce, Cumhur İttifakı’nın İstanbul belediye başkanı adayı Binali Yıldırım, “huzurumuzu bozdukları” takdirde Suriyelileri “kulaklarından tutup atacaklarını” söylemişti. Tekrarlanan seçimlerden önce İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kendilerine 6 ay verilmesi hâlinde “İstanbul’u Suriyelilerden temizleyeceklerini” buyurdu.
AKP cenahında, seçimleri kaybetmelerinde en büyük etkenin Suriyeli mülteciler olduğuna dair bir inanç mevcut. CHP-İyi Parti cenahı ise bu konuda birkaç yıldır savundukları argümanların doğrulandığını düşünüyor.
Mültecilere lütuf mu ediyoruz?
Marksist.org arşivleri yıllardır Suriyelileri savunan sayısız makaleyle dolu. Ancak temel şeyleri bir kez daha özetleyelim.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, sığınmayı bir insanlık hakkı olarak tanımlıyor. Yani birtakım ülkelerin kapılarını başka ülkelerden kaçanlara açması, birtakım toplumların bu gelenleri kabul etmesi bir lütuf değil. Aksine, bunu yapmadığınızda insan haklarını çiğnemiş oluyorsunuz.
Dolayısıyla, Türkiye ve diğer tüm ülkelerde göçmenler, o ülkenin yurttaşlarıyla eşit koşullarda yaşayabilecekleri haklara sahip olmalılar. Türkiye, BM’nin mültecilerle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ne taraf ancak coğrafi bir çekince koymuş durumda. Buna göre, Türkiye’nin batısından gelenlere mültecilik hakkı tanınıyor, doğusundan gelenlere tanınmıyor. Bu, pratikte sözleşmenin uygulanmaması demek. Türkiye’ye batıdan göç edip mültecilik hakkı alan 31 kişi var. Doğudan gelen 4 milyon kişiye ise bu hak tanınmıyor. Bu ırkçı uygulama derhal sona erdirilmeli ve göçmenlerin “mültecilik” statüsü tanınmalı.
Göçmenlerin böylesi bir statüye sahip olması, meseleyi “hayırseverlik”, “ev sahipliği” vb kavramlarla değil haklar ekseninden ele almamızı sağlayacaktır. Şu an göçmenler bir gün evlerine göndereceğimiz “misafirler” gibi ele alındığı için sağlık, eğitim, barınma, çalışma yaşamına katılım gibi kritik konularda kalıcı çözümler düşünülmüyor ve günü kurtaracak tedbirlerle idare ediliyor. Özellikle Suriye’deki sorunun kısa vadede çözüleceği, 4 milyona yakın kişinin bir anda geri yollanacağı fikri gerçekçi değil.
Dolayısıyla, kamu otoriteleri ırkçı önyargıları, nefreti ve linç girişimlerini durdurmak zorunda. Türkiye toplumundaki sorunların göçmenlerden kaynaklanmadığını anlatacak, dayanışmayı ve kardeşliği inşa edecek politikalar geliştirilmeli. Ancak şu an tam tersine, zorla geri göndermeler başlamış durumda!
Irkçılığa karşı barikat
Üstelik mültecilerle ilgili durum, sadece onların hayatlarıyla ilgili değil, bizim hayatlarımızla ilgili de birçok kritik noktayı içeriyor.
Hükümetin kamudaki işçiler için %5+%4 şeklinde önerdiği zam teklifi sendikalar tarafından reddediliyor. Orman ve maden sektörlerini lastik, otomotiv, metal gibi kritik alanlarda gelecek toplu sözleşme görüşmeleri izleyecek. İşçi sınıfının hakları için bir seferberliğe atılması ve sıcak bir sonbahar yaşanması oldukça muhtemel.
Ancak ırkçılık önümüzde son derece kritik bir engel. Maaşlarıyla ilgili sorunların ekonomik krizden, Türkiye’yi yönetenlerin istikrarsızlığı derinleştiren politikalarından ve patronların açgözülüğünden değil de göçmenlerden kaynaklandığını düşünen bir işçi sınıfının, kazanımlar elde edecek bir mücadeleyi inşa etmesi imkansız. Çünkü en temel konuda zoka yutulmuş oluyor.
Bugün göçmenlerin kayıtdışı çalıştırılması sonucunda hem Türkiyeli emekçiler kaybediyor hem de göçmenler. Türkiyeli bir işçi, işini kaybetmekten yakınıyor. Göçmen işçi ise Türkiyeli bir işçiyle aynı işi onun yarı fiyatına yapmak zorunda kalıyor. Tek kazanan işveren! Bunu kavrayamayıp Suriyeli sınıf kardeşlerini hedefe koyanlar, patronlar karşısında kendilerini köle eden zincirleri güçlendirmiş oluyorlar.
Göçmenlerin çalışma yaşamına eşit şekilde katılımı hâlinde ise her iki tarafın da kaybetmesinin önüne geçilebilir. Bunun için önce nefreti ve ayrımcılığı durduracak, linç girişimlerine karşı Suriyelilerin önünde barikat olacak, geri göndermelere hayır diyecek güçlü bir sese ihtiyacımız var.
“Hepimiz Göçmeniz – Irkçılığa Hayır” kampanyası uzunca bir süredir bunu yapmaya çalışıyor. Umuyoruz ki bu ses yakında çok daha güçlü çıkacak.
Hasbahçe Stadı’nın tribünlerinde “Halklar arası savaşa, sınıflar arası barışa hayır” yazıyordu. Mültecilerle barışırsak kapitalistlerle savaşımızda çok daha güçleneceğiz.
Ozan Tekin