Bazen elinize bir kitap alırsınız, satırlarının sarmalında kendinizi bulursunuz. Etrafınızdakileri fark etmezsiniz, kendinizi bazen gülerken ya da derin derin iç geçirirken veya geçmişinizle hüzünlü bir selamlaşmada bulursunuz. Öyle içten, öyle sahicidir ki, okuyanı dönemin derinliklerine, çocukluğuna, gençliğine, evinin sokağına götürür. İnsanın hayatında öyle bir pencere açar ki, hiç kapanmamak üzere alemine alır.
İnsanı kitaba bağlayan bazen anlatılan hikâye olur ama çoğu kez yazarın kurduğu içten, samimi cümleler, sözcüklere yüklediği anlamlar, kelimeleri isabetli kullanışı, anlatış tarzıdır. Okuduğumuzun bizden olduğunu düşünürüz, öyle algılarız, aslında hakikattir bulduğumuz. Kısacası anlatılan, okunan, bütün kimliklerden önce insana, bireye dair olandır. Kendimizi arama hâlidir. Bulduğumuzda içimize doldurduğumuz biz olma hâlidir. Beni ararken bizi bulma hâlidir.
Asu Maro’nın Tuğrul Eryılmaz: 68’li ve Gazeteci kitabı bana bunları düşündürdü. Kitabı bitirdiğimde ilk önce kendimce bir tanıtım yazısı yazmayı düşündüm. Bu süreçte o kadar çok işinin ehli, öylesine güzel tanıtım yazıları yazdılar ki, cesaretim kırıldı.
Bu duygumu ve kitap hakkındaki görüşlerimi sevgili dostum Necmiye Alpay’a açtığımda, "bunları yaz" diye tavsiyede bulundu. Geç de olsa tavsiyesine uyarak kitabın düşündürdüklerini kâğıda dökmeye karar verdim.
Bu türden kitap okumaları, genellikle geçmişle yüzleşmeye vesile olur. İnsan, her türden kitapta eksik bir yanını tamamlar. Yazar bunu okuyucusuna verebildiği ölçüde başarılı olur. Okur ise bunu almayı başardığı ölçüde kitabı elinden bırakamaz. Başucunda ihtiyaç hâlinde başvurulacak kitap olarak tutar.
Son birkaç yıldır sosyalist solda, 80 öncesine ilişkin çokça anı ve tanıklık kitapları yayınlandı. Büyük kısmı resmi siyasi tarih anlatımı/yazımı. Soğuk, tek düze, bir kısmı birbirinin tekrarı gibi ve donuk. "Biz haklıydık, doğru yaptık" anlatımları.
Tuğrul’un kitabında en fazla hoşuma giden tutumlarından biri de bu. Değerlendirmelerinde kendi yanılma payını ve öznel olma olasılığını göz ardı etmemesidir. Kimseye haksızlık etmek istemem, bütün çalışmalar iyi niyetle ve büyük emekle yapılmış olsalar da okuduklarımın birçoğunu ben böyle anladım, böyle algıladım. Aradığımı bulamadım.
Her şeyden önce Tuğrul Eryılmaz’ın anlatımlarındaki içtenliği, samimiyeti, inceliği ve nesnel olma çabasına hiçbirinde rastlayamadım. Tuğrul, “durduğu, bulunduğu yeri dünyanın merkezi sanmamayı” ve “dönemim ruhunu aksettirmeyi” çok güzel becermiş.
68’li devrimci gençleri o derece yalın ve bağlılık içinde aktarıyor ki, insanda zerrece öznel bir yaklaşım kuşkusu uyandırmıyor. Bu, başka kişisel özeliklerinin yanı sıra, insana Dev-Genç’in zihnindeki kıymetini düşündürüyor. Hep Dev-Genç’li kalabilmeyi. Kitaptaki bütün siyasal konuları ele alış tarzında “Dev-Genç ruhu ve Dev- Gençli yaklaşımı” kendini hissettiriyor. Bunu hiçbir biçimde bağnazlık içinde yapmıyor. Aynayı, çoğu yerde büyük bir cesaretle ve samimiyetle kendine de tutuyor. Mesela, Sadun Aren’e nasıl hadsizlik yapıldığını açık bir biçimde itiraf ediyor. Eleştirdiği insanlara, hiç yıldızı barışmayan Maoculara ve Troçkistlere ilişkin kurduğu negatif cümlelerinden sonra bir “gönül alma” sözcüğünü hiç eksik etmemiş.
Tuğrul’un yaşam tarzını uygun bulunmadıkları için kulübe kabul etmeyenler, karşı kurduğu cümleleri okuyan günün Fikir Kulüpleri yöneticilerinden kaçı “biz ne büyük kötülük yapmışız kendimize” diye düşünmüştür ki acaba? Ya da “Kadınlar Dev-Genç’te hep arkaya itildiler” cümlesini kurarken kendini ayrıştırma çabasına girmeden eleştirmesi eğitici. Geçmiş hatalardan arınmanın yolunun eleştirel yaklaşımla mümkün olabileceğini göstermesi bakımından güzel ve tonu yüksek bir eleştiri örneği.
Tuğrul, sadece siyasal tercih ve değerlendirmeleriyle yol göstericilik yapmıyor. “Sesini duyuramayanların sesi olmak“ olarak tanımladığı gazetecilik mesleğinin hocası olarak, mesleğinin evrimini, sorunlarını ve bataklık hâllerini bütün çıplaklığı ile okuyucusuna sunuyor. İletişim fakültelerinde gazetecilik derslerinde değerlendirilecek kıvamda. Gazetecilik hayatının muhasebesini yapıyor.
Gazetecilik mesleğinin temel ilkelerine, tıpkı Dev-Genç’e (Dev-Genç’lilik ruhuna) bağlı yaşadığı gibi her sorun, her konuda ve koşulda bağlı kalabilmeyi başarmış ender gazeteci. Belki de gazeteci ruhlu olduğu için Dev-Genç’e ve Deniz Gezmişlere, Hüseyin Cevahirlere, diğer arkadaşlarına son derece bağlılığını tutkuyla koruyabilmiş.
Gazetecilik serüveninde karşılaştığı sorunların her bir hikâyesi, iletişim çağı olarak da adlandırılan 21. yüzyılın iletişim fakülteleri öğrencileri için geniş hacimli tecrübesini aktarmış.
Annesiyle ilişkisinden, oğlu Hüseyin’e bağlığı ve ağız dolusu torunum diye Asya’dan söz edişi, Tuğrul’un renkli yaşamının temel prensibinin her şart altında “insan gibi insan olmak” olduğunun kanıtı.
Yaşar Kemal’in hayatındaki yerini anlattığı bölümde geçen “Her saydığın insanı sevmek zorunda değilsin. Sevdiğin insana saygı duyuyorsun” cümlesinde, Tuğrul, insanların kıymetini tarif etmiş.
Kitabı okuduktan üç ay sonra kitabın bende yarattığı düşünceleri yazmama biraz da yerel seçim hazırlıklarında gördüklerim yol açtı. Yakın tarihte yaşananlardan en küçük ders çıkarmadan, eski yanlışları tekrar eden solun başarısızlığı kaçınılmaz görünüyor.
Tuğrul Eryılmaz’ın 68’li ve Gazeteci kitabındaki naifliğine, açıklığına, “temizlenme çabasına” muhaliflerin bugün her zamandan daha fazla ihtiyacı var. Her fırsatta devlete, iktidara geçmişle yüzleşme çağrısı yapanların kendi kişisel tarihleriyle, geçmişleriyle yüzleşmeleri ve kurumsal kolektif muhasebelerini doğru biçimde yapabilmeleri için 68’liden öğrenecekleri çok şey var.
Geçmişle yüzleşmek için izlenebilecek yol, yönteme ilişkin çok fazla ipuçları veriyor. Geçmişle yüzleşmek ve geçmişin siyasi, sosyal, kültürel kirlerinden arınmak için Tuğrul,insanlara "cesaretli olun, kendinizle barışık olun ve nesnel olmayı terk etmeyin, başarırsınız" diyor. Bu bakımdan, Tuğrul gibileri çoğaltmakla hayatı kazanmaya başlarız.
Hakan Tahmaz
(www.hakantahmaz.com)