Kitabı okumuşsam filmini izlemem, filmini görmüşsem kitabı okumam. Kitabı okumuşsam, okurken kafamda canlananların zenginliği, çok yönlülüğü, çok renkliliği filmi izlediğimde azalacak, sınırlanacak, somutlanarak fakirleşecek diye korkarım. Filmi görmüşsem, kafamda her şey zaten şekillenmiş, görselleşmiş, ete kemiğe bürünmüş olduğu için kitabı okuduğumda yazarın tüm çabaları boşa gidecek diye düşünürüm.
Anayurt Oteli kanımca 20’nci yüzyılda yazılmış en iyi iki üç Türkçe romandan biridir. Önce çıktığı yıl, sonraki yıllarda da birkaç kez daha okumuştum; o nedenle Ömer Kavur’un filmini izlemedim. Keza, Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ının filmini de, uşağı Anthony Hopkins oynuyor olmasına rağmen, hiç izlemeye niyetlenmedim.
Brian Selznick’in The Invention of Hugo Cabret (Hugo Cabret’nin İcadı) romanını da bu nedenle okumadım. Pek çoğunuz gibi, ben de zaten Hugo filmini görene kadar romanın (ve romancının) adını bile duymamıştım. Martin Scorsese’nin filmi baştan sona zevkle izlenen, hem dokunaklı hem eğlenceli bir anlatı olmanın yanı sıra, gerçekte iki ayrı hikâyeyi dantel gibi birbirine bağlayarak iç içe anlatıyor. Hikâyelerden biri kurgu: 1931 yılında Paris’in Montparnasse Garı’ndaki büyük saatin arkasında yaşayan 12 yaşındaki Hugo bir yandan gar polisine yakalanmama mücadelesi verirken, bir yandan da babasından kalan otomatonu tamir etmeye çalışmaktadır. Bir tür mekanik adam veya erken robot olan otomatonun elinde kalem vardır, çalışsa bir şey yazacaktır. Ama çalışması için kalp şeklinde küçük bir anahtar gereklidir, onu aramaktadır Hugo.
Hikâyelerin ikincisi gerçek: Sinemanın öncülerinden Georges Méliès’nin (1861-1938) yaşam öyküsü. Méliès’nin 1902 tarihli Aya Yolculuk filminden bir sahne günümüzde de hâlâ simgesel gücünü korur: Roket uçar ve ayın sağ gözüne saplanır! Scorsese’nin filminde yaşlı, sert ve nemrut bir adam olan Méliès’nin garda küçük bir oyuncakçı dükkânı vardır. Gençliğinde sihirbaz ve oyuncakçıyken Lumière kardeşlerin ilk film kamerasını görüp sinemaya merak salmış, yüzlerce film çekmiş, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra iflas etmiş ve tüm filmlerini hammadde olarak selüloz üreticilerine satmak zorunda kalmıştır. Hugofilminin geçtiği dönemde çoktan unutulmuş, sinemaya ve hayata küşmüş bir adamdır artık.
Hugo’yu 2011’de izlediğimde, Méliès’nin öyküsünü iyi biliyordum. The Terrible Turk - Batı'nın Gördüğü Türk kitabımı yazarken, ırkçı “Korkunç Türk” imgesinin Avrupa’daki yaygınlığını belgelemek amacıyla imgenin gündelik hayata girmiş olduğunu göstermek istiyor, bunun örneklerini arıyordum. Karşıma çıkan sınırsız sayıda örnekten biri de, Méliès’nin bir filmiydi: Korkunç Türk Cellat. Hiç umudum olmamasına rağmen, filmi bulabilir miyim diye aranmış ve kolayca bulmuştum; internette satılıyordu! Üç beş dolar ödeyip sipariş ettikten birkaç gün sonra 8 mm’lik film adresime gelmişti.
Üç dakikalık filmde “Türk” kıyafetli bir cellat dev bir yatağanla yine aynı kıyafetli dört kişinin kafalarını kesiyor. Ama korkunç değil, komik bir hikâye anlatılıyor. Hikâyenin kendisi ırkçı değil. Sinemanın o en erken günlerinde bu yeni sanatın büyüleyici olanaklarını kullanmayı amaçlıyor Méliès. Celladın “Türk” olması hiç önemli değil; önemli olan kafaların kopması, yerlerde yuvarlanması ve sonra koptukları vücutlarla tekrar birleşmeleri.
Ama meselenin ırkçı olan, Batı’nın gördüğü Türk’ü tanımlayan yanı şu: “Cellat” resmedileceği zaman, dönemin tüm Batılıları gibi Méliès’nin de aklına hemen, hiç düşünmeden “Türk” geliyor.
The Terrible Turk - Batı'nın Gördüğü Türk yayına hazırlanırken, kitabın arkasına bir CD ekleyip filmi dâhil etmeyi düşünmüştüm; olmamıştı. Şimdi aşağıdaki bağlantıyı tıklayıp izleyebilir, Suriyeli göçmenlere karşı ırkçılığın zirve yaptığı şu günlerde Korkunç Türk Cellat’a ne kadar benzeyip benzemediğinizi düşünebilirsiniz!
Roni Margulies
(P24)