Rosa Luxemburg’un trajedisi ve zaferi

04.03.2021 - 18:53

Rosa Luxemburg’un hayatın anlamı hakkındaki arayışları kişisel olanla politik olanın iç içe geçmesi anlamına geliyordu. Ölümü kendi kişisel trajedi ve zaferlerine son verdi ama fikirleri ve mücadeleleri Mart ayındaki doğum gününün 150. yılında yankılanmaya devam ediyor. 

Trajediyle yüzleşmek 

İmtiyazlı denebilecek bir sosyal çevreden gelen Luxemburg, bazı insanların okuma yazma bilmiyor oluşunun bir trajedi olduğunu düşünüyordu. Okuma yazma bilmemek bu insanları, Luxemburg’un kitaplarının kapakları arasında keşfettiği mucizelere karşı kapalı hâle getiriyordu. Luxenburg inatla bunu değiştirmek için uğraştı, daha küçük bir çocukken bile ailenin hizmetçilerinden birine okumayı öğretmeye çalıştı. Başta geleneksel olarak bu tür mucizelerden dışlanmış kesimler olmak üzere, insanlara yeni dünyaların kapılarını açmak ve bilgilerini paylaşmak hayatı boyunca doymak bilmeyen bir arzusu oldu.

Acı çekmek sadece başkalarına özgü bir durum değildi. Luxemburg’un çocukluk deneyimleri arasında, bir yıl boyunca yatağa düşmesine neden olan ve hayatının tamamında etkisini gösteren bir kalça hastalığı da vardı. Bir çocuk olarak muhtemelen bunu son derece sert bir şekilde deneyimlemişti, ancak sadece kendisi olmasından kaynaklanan başka “trajedileri” keşfetmesi de fazla uzun sürmeyecekti. Kadınların bugünkünden bile fazla ezildiği ve aşağılandığı bir dünyada, birkadındı. Üstelik bir Polonyalıydı da; onun zamanında Polonyalılar özellikle Ruslar ve Almanlar tarafından ezilen bir ulustu. Dahası, antisemitizmin bugünküne göre çok daha güçlü ve kısıtlayıcı olduğu bir dünyada bir Yahudi’ydi. 

Luxemburg, mazlum ve horlanan çoğunlukların, milyonlarca insanın hayatını etkileyen, hatta yok eden güçlü ve imtiyazlı azınlıklar tarafından ezildiğini fark etmeye başlamıştı. Bunu hem sınıflı toplumun hem de sömürgeciliğin ve emperyalizmin bir biçimi olarak tanımlıyordu. Luxemburg, insan zalimliğinin çok çeşitli biçimlerini yoğun bir şekilde hissediyordu: İnsanların başka insanlara, hayvanlara, hatta bir bütün olarak gezegene ettiği zulmü… Mücadeleye hayat dolu bir kişilik, insanın içine işleyen bir içgörü ve iğneleyici bir mizah anlayışı getirmişti: Luxemburg, işte bunların bir araya gelmesinden oluşuyordu. 

Marksizm, politika ve kitle eylemi 

Dünyayı anlama ve daha iyi bir yönde dönüştürme konusundaki tutkulu macerasında Luxemburg, Karl Marx’ın fikirleri ve anlayışına yöneldi. Aşağıdakiler onun bakış açısının temel bileşenleri oldu: 

Gerçekliği anlamak üzere dinamik veya diyalektik olan, felsefi olarak da materyalist ve hümanist olan bir felsefe ya da bir yol. 

Tarihsel gelişmenin, ekonomik gelişme tarafından şekillendirildiğini gören bir tarih teorisi. Bu teoride teknolojideki nefes kesici gelişmelere ve sınıflar arası çelişkilere (varlıklı ve güçlü azınlıklar ile servetin kendilerinden elde edildiği çalışan çoğunluklar arasındaki çelişkiye) özel bir vurgu vardır. 

Mevcut ekonomik sistemimiz olan kapitalizmin bir analizi. Bu analiz kapitalizmi inanılmaz biçimde verimli ve dinamik ama aynı zamanda inanılmaz yıkıcı bir şekilde algılar. Bu sistem nihai olarak, çok çeşitli problemler ve krizlerle karşılaşır. Bunun en büyük sebebi ekonomiyi, çoğunluğun, hatta gerekirse bütün toplumun aleyhine kâr etme arzusu tarafından yönlendirilen bir azınlık tarafından yönetiyor olmasıdır. 

Kapitalizm altında yaşayan işçi sınıfı kitlesinin kendi çıkarlarını savunmak ve daha sonra da kapitalizmin yerine daha iyi bir sistemi getirebilmek üzere bir politik program geliştirebileceğine dönük bir inanç. Bu program reformlar için mücadeleyi yani kapitalizm dâhilinde daha iyisi için mücadeleyi, sendikalar inşa etmeyi, daha iyi ücretler ve koşullar için baskı yapmayı ve “demokrasi muharebesini kazanmaya” yardımcı olmak üzere bir işçi sınıfı politik partisinin oluşturulmasını da içermelidir. 

Kapitalizme karşı ancak işçiler ve ezilenlerin mücadeleleri ile kazanılabilecek devrimci bir sosyalist alternatif tasavvuru. Bu, çoğunluk tarafından üretilen servetin herkesin çıkarına kullanılabileceği bir ekonomik demokrasi tasavvuruydu.  

Luxemburg, küresel bir sosyalist işçi sınıfı hareketinin parçasıydı. Polonya’da doğmuştu, ancak onun yaşadığı yıllarda Polonya ayrı bir ülke değildi. Bir bölümü Rusya İmparatorluğu’na, başka bir bölümüyse Almanya’ya aitti. Polonyalı küçük bir sosyalist grubun üyesiyken Berlin’e taşınmaya ve kitlesel Alman sosyalist hareketine katılmaya karar verdi. Bu harekette oldukça büyük sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri, reform kampanyaları, çok çeşitli kültürel aktiviteler ve çok önemli bir siyasi parti bulunuyordu. Bu parti Reichstag isimli Almanya parlamentosuna giderek artan sayıda temsilci seçtirebiliyordu. 

Alman sosyalist hareketinde Eduard Bernstein gibi bazı etkili isimler giderek daha fazla reform kazanmanın, parlamentoya daha fazla insan seçtirmenin tek ihtiyaç olduğunu tartışmaya başlamışlardı. Bu sonuç olarak kapitalizmin sosyalizme dönüşümüne yol açacaktı. Bu yüzden de sadece seçimlerin nasıl kazanılacağını ve arzu edilen reformların gündeme getirilmesi için parlamento içinde nasıl manevra yapılacağını anlamak bu insanlara daha gerçekçi görünüyordu. Luxemburg, bu fikre karşı çıktı. 

Marx, bir işçi partisinin parlamento için aday göstermesinden yanaydı ve Luxemburg da bu fikre katılıyordu; ancak yine Marx gibi şuna da inanıyordu: Öncelikle, kapitalist bir toplumda devlet ya da hükümet az çok kapitalistler tarafından kontrol edilirdi. İkincisi, reformların kazanılması parlamento dışındaki işçilerin ve ezilenlerin, kapitalist işverenlere ve hükümete baskı uyguladığı kitle mücadelelerini gerektiriyordu. Üçüncüsü, kapitalizmin problemleri ve yıkıcı dinamikleri o kadar derindi ki, bunlar basitçe reformlarla tarih sahnesinden silinemezdi. Dördüncüsü, kapitalistler nihai olarak kapitalizm yerine sosyalizm gelmesin diye, ellerindeki hatırı sayılır miktardaki serveti ve iktidarlarını işçi sınıfını geriletmek, yenilgiye uğratmak ve mümkün olan her yönteme başvurarak yok etmek için kullanmaya hazırdı. 

Bunun anlamı, Luxemburg’un Reform mu, Devrim mi? broşüründeki reformizm karşıtı polemiğinde tartıştığı gibi, kapitalizmi yıkmak için bir devrimin gerekli olduğuydu. Sonraki yıllarda, emperyalizmi analiz ettiği Sermaye Birikimi eserinde kapitalizmin yayılmacı, açgözlü, şiddet dolu, insanlık dışı dinamiklerinin izini sürerek, kendisinin ve bizim bu konudaki kavrayışımızı genişletti. 

Doğu Avrupa’nın 1905’teki devrimci girdabına kapılan Luxemburg, kitlesel başkaldırılar, grevler ve ayaklanmaları deneyimledi. Bunlar, baskı koşulları karşısında “Artık buna daha fazla tahammül edemeyeceğim”, “Bu mücadelede hep birlikteyiz ve “Birlikten kuvvet doğar” hissiyatına kapılan kitleler tarafından başlatılan halk ayaklanmalarıydı. Kitlelerin yarı kendiliğinden hareketleri, işçi sınıfı örgütlerinin (sendikaların, devrimci grupların vb.) büyümesine ve kısmi kazanımlar elde etmelerine yardımcı oldu. 

Bu süreç Luxemburg’un Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar eserini ortaya çıkardı. Burada, 1905’te şahit olduğu türdeki kitle hareketlerinin, onun “sosyalist öncü” olarak adlandırdığı kişilerin düşünüşünde ve politik stratejisinde hayati bir yer tutması gerektiğini tartışıyordu. Ürken bazı yoldaşları bu yaklaşıma direndi, ancak pek çok radikal fikirli işçi ve sosyalist entelektüel açısından bu fikirler anlamlıydı, onun ileri sürdüğü fikirleri kendi eylemleri ve düşünceleri aracılığıyla özümsüyorlardı. 

Luxemburg’un etkisi 

Hayat dolu idealizmi ve son derece hümanist düşünceleriyle parlak, cesur ve hayranlık uyandıran bir kadın olan Luxemburg, kapitalist toplumun pek çok durumundan memnuniyetsizlik duyan birçok insan için çekici bir figürdü. Luxemburg’un politikaları özellikle genç insanları etkiliyordu ancak etkilenenler gençlerden ibaret değildi. 

O, sosyalizmin derinlemesine demokratik ve hümanist bir biçimini temsil ediyordu. Bu biçim, kapitalistlerle uzlaşan bürokratik reformizminden de Luxemburg’un ölümü sonrasındaki yıllarda ortaya çıkan ve “sosyalist” olduklarını iddia etmelerine rağmen yeni egemen elitler tarafından yönetilen baskıcı diktatörlüklerden de daha etkileyiciydi. 

İncelediği ve karşısında mücadele ettiği pek çok ekonomik, sosyal ve politik gerçeklik, bugün insanların yüz yüze kaldıklarına benziyordu. Bu sebeple birçok insan, onun fikirlerini ve yaşadıklarını dünyayı anlama ve dönüştürme mücadelelerinde yararlı buluyor. 

Mevcut sosyal, ekonomik ve politik sistemi muhafaza etmek isteyenler ondan nefret etti, alaya aldı ve ona “Kanlı Rosa” diyerek saldırdı. Bizzat kendi sosyalist hareketi içindeki bazı kişiler ona sert bir şekilde karşı çıktılar, onu gerçekçi olmamakla hatta tehlikeli olmakla suçladılar. Başkaları ise ondan öğrendi, ilham aldı ve bazı durumlarda ona aşık oldular. O, sosyalist hareketin devrimci kanadının önde gelen bir temsilcisiydi. 

Birinci Dünya Savaşı başladığında, Luxemburg bu gayrimeşru emperyalist savaşa karşı çıktı. O zamanlar birçok kişi, hatta pek çok işçi ve sosyalist bile, savaşı sessizce kabul ediyor veya “yurtseverlik” adına şevkle destekliyordu. Luxemburg, bu savaşla uzlaşmayı reddettiği için hapishanede birkaç zorlu yıl geçirmek durumunda kaldı. Bu korkunç savaş sona erdiğinde, birçok insan Luxemburg’un haklı olduğuna karar vermişti. 

Henüz savaş bitmemişken Rusya’daki işçi ve köylülerin ayaklanmaları önce monarşiyi, ardından da kapitalizm yanlısı Geçici Hükümet’i devirmişti. Bunlar savaşın yıkımına ve çarların, aristokratların, kapitalistlerin baskı ve adaletsizliklerine karşı birikmiş bir tepkiydi. Bu ayaklanmalar sonucu iktidar, sovyet adı verilen demokratik konseylerin eline geçmişti. Sovyetlere, erken dönem komünist hareketin inşacılarından Vladimir Lenin’in başında olduğu Bolşevik Parti liderlik ediyordu. Luxemburg, Lenin’i seviyor ve pek çok konuda onunla aynı şekilde düşünüyordu ancak aralarında, 1917 devrimini savundukları günlerde bile sert anlaşmazlıklar da vardı. Luxemburg, Lenin ve yoldaşlarının devrimin yaşam mücadelesi için verdikleri tavizlere -özellikle de demokratik hakları konusundakilere- karşı onları uyarıyordu. 

Luxemburg, çözümün ancak Rusya’daki devrimin ekonomik olarak daha gelişkin ülkelere yayılması yoluyla geleceğine inanmış bir şekilde çabalarını Alman işçilerini sosyalist devrime çağırmaya yoğunlaştırdı. Alman Komünist Partisi’nin kuruluşuna yardımcı olduktan kısa bir süre sonra, 1919’da Almanya’yı saran karmaşa esnasında sağcı güçler tarafından öldürüldü. Katledildiğinde pek çok kişi onu davası uğruna hayatını kaybeden bir kahraman olarak görüyor, diğerleriyse “Kanlı Rosa”nın hatırasına küfrediyordu. 

Trajedi ve zaferler 

Luxemburg, pek çok zorluğun üstesinden gelerek inanılmaz şeyler başardı. Kadınların henüz oy hakkının bile olmadığı ve erkekler tarafından hükmedilen sosyalist harekette güçlü olmadıkları bir dönemde etkili bir politik figür oldu.  Eserleri bugün, ölümünden yüz yıl sonra bile çoğunlukla tutkuyla okunan parlak bir yazar ve politik analizci, etkileyici bir ekonomist, önemli bir toplumsal düşünürdü. Güçlenmesine katkı koyduğu bazı mücadeleler, milyonlarca insan için çok önemli kazanımlarla sonuçlandı. 

Luxemburg’un muhteşem güzellikte arkadaşlıkları oldu. Edebiyatı, yaratıcı etkinlikleri, kültürü sevdiği gibi, kendini bunlara odaklama yetisine de sahipti. Nasıl eğlenileceğini biliyor, doğal hayat ve genel olarak yaşamın tümü hakkında bir hayranlık ve merak duygusu onu canlandırıyordu. Yaşamı sonuna kadar ve cesurca yaşadı. Tüm hayatı, farkında olma şansına eriştiği pozitif anlamlarla yüklüydü. . Birden fazla alanda fark yarattı.

Dünya ve yaşam acılarla doluydu ve acılar Luxemburg’un yaşamının ve bilincinin bir parçasıydı. Sevdiği bazı insanlar onu şu veya bu şekilde, hatta bazı durumlarda ölerek terk etmişti. Bazı anlarda etrafında devasa bir zulüm ve şiddet anaforu ortaya çıkıyordu ama bunu durduracak gücü yoktu. Hayatını adadığı hareket, ömrünün neredeyse yarısı boyunca kazanılması için mücadele ettiği sosyalizme ulaşmakta başarısız oldu. Luxemburg vahşice katledildi ve cesedi atıldığı su kanalında uzun süre kalarak şişti ve bozuldu. 

Luxemburg, ölümünden üç yıl önce insanlığın bir seçimle karşı karşıya olduğunu savunuyordu: Ya sosyalizme doğru ilerlenecek ya da barbarlığa geri dönülecekti. 20. Yüzyıl boyunca onun inandığı sosyalizme hiçbir yerde ulaşılamadı, ancak tarihsel gelişmeler pek çok şekilde berbat bir barbarlık niteliği taşıdı. Bunların arasında faşizm ve Nazizmin yükselişi,  komünizmin Stalinist yozlaşması, Büyük Buhran,  ilkinden çok daha korkunç olan II. Dünya Savaşı ve her iki tarafta da bir sürü grotesk özelliği açığa çıkaran Soğuk Savaş da bulunuyordu, nükleer yıkım tehdidini saymıyorum bile. 

Bizim gösterişli tüketim kapitalizmimize pek çok teknolojik mucizenin yanısıra artan bir kültürel ve çevresel kirlenme ile çoklu eşitsizlikler de eşlik ediyor; terör, şiddet ve salgın çağımıza damgasını vuruyor. Bunlar bize, Luxemburg’un uğruna mücadele ettiği gelecekten çok daha farklı bir gelecek sundu. 21. yüzyılda trajedinin daha da derinleşerek nihayete mi ereceği, yoksa Luxemburg’un ruhuna uygun zaferler mi kazanılacağı ise belirsizliğini koruyor. 

Paul Le Blanc

(ABD’li sosyalist, Helen C. Scott ile beraber Rosa Luxemburg: Socialism or Barbarism, Collected Writings kitabının editörlüğünü üstlendi. swp.org.uk adresindeki İngilizce orijinalinden çeviren Can Irmak Özinanır)



Bültene kayıt ol