Gazeteci yazar Berrin Sönmez ve gazeteci Evrim Kepenek’e Danıştay kararı hakkındaki görüşlerini sorduk.
Danıştay 10’uncu Dairesi, 19 Temmuz Salı günü kamuoyuna duyurulduğu üzere, İstanbul Sözleşmesi'nin feshine ilişkin 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararının iptal istemini reddetti. Diğer bir deyişle, Cumhurbaşkanının tek başına aldığı, bir uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararı hukuka uygun bulundu.
Marksist.org yazarlarından Tuna Emren, Danıştayın kadına şiddeti onaylayan bu kararı hakkındaki yorumlarını almak için; insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu gazeteciler Berrin Sönmez ve Evrim Kepenek ile görüştü.
Tuna Emren: Danıştayın, İstanbul Sözleşmesi feshinin iptal istemi davasında vermiş olduğu bu kararı, bir kadın ve bir gazeteci olarak nasıl yorumluyorsunuz? Sizce bu kararın ne gibi sonuçları olacak?
Berrin Sönmez: Danıştayın, Cumhurbaşkanı tarafından, hiçbir gerekçe açıklanmadan, tek cümle ile ve bir gece yarısı verilen İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararını, yani İstanbul Sözleşmesi’nin tek taraflı feshedilmesi girişimini onaylaması hukuk dışı, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün olmadığını açıkça ortaya koyan bir karar. Çünkü anayasaya, yasalara aykırı bir karardan bahsediyoruz. O kadar net ki bu…
Cumhurbaşkanının İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararı, anayasanın pek çok maddesini ihlal eden bir karardı. Ancak Danıştay yine de bunu hukuka uygun buldu, verdiği kararla bunun Cumhurbaşkanının yetkisinde olduğunu söyledi.
Bu kararın bir yandan da biçim olarak – özellikle ilk dosyaya, Ankara Barosu’nun dosyasına giren haliyle- bir karalama kağıdı hüviyetinde olduğunu söylemek gerekiyor. Son derece özensiz, ciddiyetsiz, kırmızıyla çizilmiş bölümlerin bulunduğu bir şekilde, taslak halinde UYAP’ta Ankara Barosu’na tebliğ ediliyor. Tebligatın bu şekilde, karalama kağıdı halinde olması bile başlı başına bir skandal. Danıştay bu skandaldan hiç etkilenmeyecek mi? Bunu sormayacak mıyız danıştaya? Biçim olarak da sorgulamak durumundayız.
Ülkede hukukun üstünlüğü adına, idari yönetimin karşısında durup hukukun üstünlüğünü korumak adına kurulmuş olan Danıştay, idareye tam bağımlı olup hukuku çiğneyerek bir 'hukuk kararı' verdi.
Bunun yanı sıra, içerik olarak da anayasanın pek çok maddesini ihlal eden böyle bir hukuk kararı aslında hukuk dışıdır. Ülkede hukukun üstünlüğü adına, idari yönetimin karşısında durup hukukun üstünlüğünü korumak adına kurulmuş olan Danıştay, idareye tam bağımlı olup hukuku çiğneyerek bir 'hukuk kararı' verdi.
Bu kararın pek çok açıklaması olacak ama anayasanın 104/17 maddesinin ‘Cumhurbaşkanının uluslararası insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelerden çıkma kararını tek başına veremeyeceği’ yönündeki güvencesi zaten böyle bir kararı tek başına veremeyeceğini açıkça gösterir. Ama ne yaptı danıştay? Gerekçede, İstanbul Sözleşmesi’nin, 104/17’nin içerdiği insan hakları hukuku sözleşmelerinden biri olmadığını söyledi. Oysa İstanbul Sözleşmesi neydi? Kadına yönelik şiddetle mücadeleydi. Kadına yönelik şiddetle mücadele için devlete, sen bununla yükümlüsün, diyordu. Şiddeti hak ihlali olarak tanımlıyordu.
İstanbul Sözleşmesi, giriş bölümünde tüm insan hakları metinlerini sayan ve onları referans alan bir sözleşmedir, bu metnin nasıl hazırlandığını belirtir. Yani insan hakları hukukun bir parçasıdır.
Diğer yandan, devlete diyordu ki; şiddeti önle, şiddete uğrayanı koru, şiddet failini kovuştur ve şiddetin önlenmesi için bütüncül politikalar geliştir. Dört tane görev yüklüyordu İstanbul Sözleşmesi devlete. Fakat Danıştay, İstanbul Sözleşmesi’ni insan hakları metinlerinden saymadığı için, devletin bu görevlerden yükümlü olmadığına da karar vermiş oldu.
Asıl vahim olanı; kadınları, çocukları, LGBTİ+’ları, yaşlıları, engellileri, göçmenleri insandan saymayıp insan haklarından soyutlamış olması. Çünkü Sözleşme bu grupların yaşam hakkını koruyordu. Şiddeti hak ihlali saydığı için, kadınların ve dezavantajlı grupların insan haklarını koruyordu. Danıştay ise bunu hak saymış oldu.
Öyle ki, tanımlandırmakta bile zorlanıyorum; hukuka aykırılığın yanında, bu kadar da olmaz ki dedirtecek türden, vicdandan, kamu yararından, toplumun faydasından uzak bir karar olarak, böyle bir hukuk metni olarak çıktı.
Günde en az üç kadının öldürüldüğü, her gün iki ila üç kadının da şüpheli ölüm dosyalarıyla raflara kaldırılacağı şekilde öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin Danıştayı, idareye “dur” diyecek olan, insan haklarını savunmak üzere kurulmuş Danıştayı ise bu ölümleri görmezden geldi, kadınların yaşam hakkını görmezden geldi.
Şiddetle mücadele için başka mekanizmalar, diyor ama saydığı mekanizmalar bile o kadar yanlış ve eksik ki… Bu kadar da özensiz bir karar… Yani karalama kağıdı derken sadece kırmızı çizgili bölümlerini kastetmiyorum; aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi dışındaki şiddetle mücadele mekanizmalarını bile (yasal düzenlemeler gibi) doğru şekilde alt alta yazmaktanaciz kalmış Danıştay.
Cumhurbaşkanı kararlarını 'yargılanamaz' kıldı Danıştay bu karar gerekçesiyle. Bu, ülkemizdeki otokrasinin, otoriter yönetimin bundan sonra bir diktatörlüğe doğru evrileceğinin ilan edilmesidir.
Burada şunu özellikle belirtmem lazım; bir yıl önce yürütmeyi durdurma taleplerine ret kararı verildiğinde de karşı oy kullanıp karşı görüş belirten iki hakim üye – aynı iki isim- karşı oy kullanma gerekçelerini, hukuk dersi niteliğinde son derece önemli bir ortak açıklama ile yapmışlar. Şahane bir açıklama. Tetkik hakimin açıklaması da aynı şekilde. Toplam dört duruşma gerçekleştirildi ve bunlarda iki savcı gördük. Mütalaayı da yazmışlardı dosyalara, onları da daha önce okumuştuk. Onların sunduğu görüşler de keza hukuka tam olarak uygun. Ama 10’uncu Dairenin üç tane hakimi, bu beş hukukçunun görüşüne karşı galebe etmiş oluyor. Sistem böyle çünkü. Tetkik hakimin oy hakkı olmadığı için, savcıların da görüş bildirmekten başka yetkisi olmadığı için...
Yani aslında biz 5’e 3 kazanmış olduk ama olan şuydu; yargının idareye tam bağımlı kalıp, idarenin istediği şeyi yapması. Cumhurbaşkanı adına savunma yapan Uluslararası Anlaşmalar Daire Başkanı duruşmalar boyunca ne söylediyse, Danıştaydan çıkan o gerekçeli kararda söylenenler de onunla uyumlu. Bunu görmek, bunu topluma göstermek gerekiyor.
Sonuçta bakıyoruz ki bu haliyle, karar, Cumhurbaşkanı kararının – anayasa maddelerine aykırı olarak- yargı denetiminden bağımsız olduğuna işaret ediyor.
Cumhurbaşkanı kararlarını 'yargılanamaz' kıldı Danıştay bu karar gerekçesiyle. Bu, ülkemizdeki otokrasinin, otoriter yönetimin bundan sonra bir diktatörlüğe doğru evrileceğinin ilan edilmesidir. Çünkü bir Cumhurbaşkanı kararı yargı denetiminin dışında sayılırsa – ki Cumhurbaşkanı savunmanı tam olarak bu cümleyi kullanıyordu- o ülkede tek kişinin verdiği o kararlar sorgulanamaz ve bunun adı da diktatoryadır.
Bize böyle bir tablo sundu Danıştay; kadınları insandan saymadı, insan haklarından soyutladı ve ülkede diktatoryayı inşa etmek için gereken hukuki altyapıyı kurmuş oldu.
Bir kararla İstanbul Sözleşmesi’ni unutmamız, Sözleşme’den vazgeçmemiz elbette mümkün değil. Bir sözleşmenin gereğini ortadan kaldıran koşullar henüz oluşmadı bir kere ülkemizde.
Evrim Kepenek: Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırdığı yönündeki kararını açıkladığında bir gazeteci olarak, avukatlar aracılığıyla hep şu mesajı vurgulayan haberler yapmıştık:
“Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi diye kadınlar korumasız değil, erkekler kendini güvende sanmasın, bir kadına şiddet uygularsanız yine ceza alırsınız.” Çünkü çekilme kararının erkekleri cesaretlendirmesini istemedik.
Bugün bu Danıştay kararıyla da bu çağrıyı yinelemek ve hatırlatmak isterim.
Ayrıca avukatların kadına yönelik erkek şiddet ile ilgili her türlü başvuruda yine Sözleşme’ye atıf yapması gerektiğini düşünüyorum.
Kolluk kuvvetleri, yargı, herkes yine İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmediğimizi ve Sözleşme’nin maddelerini hatırlar diye düşünüyorum.
Bir kararla İstanbul Sözleşmesi’ni unutmamız, Sözleşme’den vazgeçmemiz elbette mümkün değil. Bir sözleşmenin gereğini ortadan kaldıran koşullar henüz oluşmadı bir kere ülkemizde. Erkek şiddeti sorunu artarak devam ederken, bu sorunla temelden itibaren mücadele eden bu sözleşmenin kaldırılmasını elbette sessiz karşılamayacağız ve kabul etmeyeceğiz.
Bir kadın olarak, bir gazeteci olarak, şiddete karşı en önemli araçlardan biri olan İstanbul Sözleşmesi’nin önemini ve çözümcül noktalarını vurgulamaya, Sözleşme mücadelesini takip etmeye devam edeceğim.
Ben bir kadın olarak, bu konuda Türkiye kadın ve LGBTİ+ hareketine sonsuz güveniyorum. Bu iki hareket var olduğu sürece, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırabilirler fakat bunu normalleştirmemizi bekleyemezler.
Hatırlarsınız, 2002’de bu iktidar başa gelirken “medeniyet” dedi, “uluslararası evrensel değerler” dedi, “Avrupa Birliği kriterleri” dedi, bugün geldiğimiz noktada bize haklarımızı vaat eden iktidar tam tersini yapıyor; bizi, özellikle de kadınları çağdaş haklardan mahrum kılmak istiyor. Seçimle başa gelebilmek için haklarımızı vaat eden iktidar, AKP, bugün yine başa gelmek için bir grup tarikatın esiri oldu. Biz bu erkek-devlet-tarikat üçlüsünün İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırma kararıyla kadınlara ve LGBTİ+’lara ne yapmaya çalıştıklarının farkındayız ve bu tehlikeli gidişatı durdurmak için elimizden geleni yapacağız.
Ben bir kadın olarak, bu konuda Türkiye kadın ve LGBTİ+ hareketine sonsuz güveniyorum. Bu iki hareket var olduğu sürece, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırabilirler fakat bunu normalleştirmemizi bekleyemezler.
Danıştay üyelerine de tek tavsiyem var; “içselleştirdiğiniz baskı rejiminden kurtulmanın” bir yoluydu bu karar sizin için, sizler vicdanınızı ve aklınızı özgürleştirmeyi tercih etmek yerine kendinizle birlikte Türkiyeli kadın, çocuk ve LGBTİ+’ları şiddete mahkum etmeye karar verdiniz. Ama merak etmeyin, kadın ve LGBTİ+ hareketi gün gelir sizin haklarınız için de sokağa çıkar. Hep söylediğimiz gibi, “Bizim aradığımız adalet size de lazım olur”.