5 soruda Osman Elbek ile salgının seyri

21.09.2021 - 12:49

Göğüs hastalıkları uzmanı Doç. Dr. Osman Elbek salgının seyriyle ilgili sorularımızı yanıtladı.

Salgını henüz baskılayamadığımız gibi, vaka sayılarına bakınca hızlandığını da görüyoruz. Dünyada ve Türkiye’de pandemi mücadelesinin hangi evresindeyiz?

17 Eylül tarihi itibariyle dünyada 230 milyona yakın kişi COVID-19 hastalığına yakalandı ve ne yazık ki 4,6 milyon kişi de öldü. Türkiye’de resmi doğrulanmış hasta sayısı 6,5 milyona, vefat eden kişi sayısı ise 60 bine yaklaşıyor. Kuşkusuz bunlar PCR testi pozitif olarak tespit edilip açıklanmış veriler. Yoksa hastalığın yarattığı yıkımın bunun çok ötesinde olduğunu biliyoruz. Örneğin; Türkiye’de salgın döneminde “fazladan ölüm”ler 180 bini aştı. Zaten bu nedenle Türkiye İstatistik Kurumu 2020 yılına ait ölüm verilerini yayınlamıyor.

Bu kadar olumsuz verinin ardından umutlu bir gelişmeyi de paylaşayım: Dünya Sağlık Örgütü’nün 14 Eylül tarihli raporuna göre, son haftada dünyada vaka oranı yüzde 13, ölümler ise yüzde 7 azaldı. Kuşkusuz bu azalmanın ardında aşılamanın olumlu etkisinin bulunduğuna da dikkat çekmek gerekiyor.

Delta gibi bir varyant karşısında ve gereken önlemlerin de alınmadığı ortadayken okulların açılması, salgının henüz aşılanamayan çocuk ve gençler arasında yayılmaya devam etmesi anlamına mı gelecek? Bu kararın salgına etkisi nasıl olur?

Kuşkusuz vaka sayılarının artışına yol açacak. Özellikle Delta varyantının, orijinal Vuhan ve ondan sonra evrimleşen Alfa varyantına göre çocukları daha çok etkilediğini ve onlar aracılığıyla topluma kolaylıkla yayıldığını dikkate alırsak... Ancak burada önemli olan, riski azaltmak ve hangi riski daha kabul edilebilir bulduğumuza karar vermektir. Yani toplum açısından eğitimin devam etmemesi mi daha büyük risktir, yoksa eğitimin devam etmesinin COVID-19 salgınına olan etkisi mi?

Özellikle Türkiye gibi eğitim eşitsizliğinin çok yüksek olduğu ve eğitimin “sınıf atlamak” açısından önemli bir mevzi olduğu ülkelerde eğitime devam etmemek, ailelerinin düşük sosyoekonomik ve sınıfsal durumu nedeniyle “hayata 3-0 mağlup başlamış” çocuklar için çok daha büyük risk ve kayıp oluşturuyor. Elbette bu sözlerim, Türkiye’de olduğu gibi, okulların kapalı olduğu dönemde eğitim ortamını salgına uygun hale getirmeyip günü geldiğinde doğru dürüst hazırlık yapmadan onları açmak anlamına gelmiyor. Hele ki yine Türkiye’de olduğu gibi çocukları ve eğitim emekçilerini “hızlı testler” ile düzenli olarak taramayıp, “test yoksa hastalık da yok” stratejisini hayata geçirmek anlamına da gelmiyor.

Mevcut PCR test kitlerinin yeni varyantları tespit edemediği söyleniyor. Bu doğru mu? Neden böyle bir durum yaşanıyor?

Hayır, bu söylem tam olarak doğru değil. Bu konuda iki sorun var: İlki PCR yönteminin duyarlılığı ile ilgili. Yani yöntem pozitif ise sıkıntı yok, virüsün o kişide kesin olarak var olduğuna işaret ediyor. Ama yöntemin kendisi bazı kişilerde çeşitli nedenlerden dolayı ‘yalancı negatif’ oluyor. Yani kişide virüs varken dahi test negatif çıkıyor. Bu durumun varyantlarla ilgisi yok. Testin doğası gereği böyle.

Varyant meselesinde başka bir sorun yaşanıyor. Aslında ülkeler PCR pozitif saptadıkları örneklere genom analizi yaparak ülkelerinde hangi varyantın ağırlıklı olduğunu izlemeliler. Bu izlem salgına yönelik önlemler almak açısından çok önemli. Örneğin, İngiltere PCR pozitif örneklerinin yüzde 10’una genomik analiz yaparak ülkesinin varyant değişimizi izliyor ve ona göre halk sağlığı politikalarını yönlendiriyor. Bizde bu oran yüzde 1’in altında. Hal böyle olunca, memleket dahilindeki varyant değişimini yetkin biçimde izleyemiyoruz. Bu izlemi PCR’a dayalı olarak yapmaya, tabiri caizse açığımızı genomik analize göre duyarlılığı daha düşük bir yöntemle kapatmaya çalışıyoruz. Ancak bu yöntem doğası gereği genomik analiz kadar doğru ve güvenilir sonuçlar vermez.

Ülkenin insan gücünü ve alt yapısını daha çok genomik analiz yapmaya uygun hale getirmeye ihtiyacımız var. Böylesi bir değişim dünya genelinde salgını hiç baskılayamamış bir ülke olarak bize özel bir varyantın olup olmadığını da ortaya koyacaktır. Kim bilir, belki de tam da bu nedenle insan gücü ve alt yapıyı yetkinleştirmiyoruzdur?

Salgınla mücadelede sergilenen hatalara dönecek olursak, pandeminin sonlandırılabilmesi için hükümet tam olarak nasıl bir yol izlemeli?

Pandemiyi sonlandırabilmenin ilk adımı, dünya genelinde ortak hareket etmekten, aşı şirketlerinin patent gaspına karşı çıkmaktan, aşıları dünya genelinde eşitlikçi paylaşmaktan, ekonomi ve kazanç uğruna “çarklar dönecek” diyerek insanları sıkış tepiş çalışma ortamlarına mahkûm etmemekten geçiyor – ki mevcut dünya düzeni açısından, bu başka türlü bir dünyayı talep etmek anlamına da geliyor.

Ülke içerisinde ise dezavantajlı grupları korumak ve onları sağlıklı bir ortamda yaşatmak gerekiyor öncelikle. COVID-19, bir kez daha bu dünyadaki sorunların temelinin sınıfsal eşitsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan kimlikler olduğunu gösterdi. O halde göçmenleri, cezaevindekileri, sokakta yaşayanları, yoksulları, yoksunları, dilinden – dininden – kimliğinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulanları öncelemek ve sosyal politikaları onlardan yana kullanmak gerekiyor. Oysa Türkiye başta olmak üzere dünyada salgın nedeniyle hayata geçirilen sosyal politikaların çoğu varsılları, şirketleri, holdingleri korumak, küçük esnafı da kredi gibi yollarla borçlandırmak üzerine şekilleniyor. Aslında bu durum eşyanın tabiatı gereği böyle oluyor. Çünkü çeşmenin başını tutan kesim suyu kendi isteği doğrultusunda yönlendiriyor.

Son olarak tüm bunlarla birlikte çok test yapmak, vakaları erken tespit etmek, hasta olan vakaları evde diğer kişilere bulaştırmasınlar diye otel ve misafirhane gibi yerlerde ağırlamak ve hızla tüm toplumu aşılamak gerekiyor. Elbette bir de başta mavi yakalı kesim olmak üzere, çalışanları bulaşmanın çok yoğun olduğu fabrikalar gibi iş ortamlarında yakından izlemek, işyerlerinde çalışan sağlığına yönelik koruyucu tedbirler almak, hasta olduklarında ise hastalığı güvenle atlatabilecekleri ortamı sağlamak gerekir. Oysa bildiğiniz gibi bu salgın döneminde kimi fabrikalarda adeta Nazi kampları gibi “kapatılmış çalışma ortamları” şekillendirildi. Daha önce de vurguladığım gibi, COVID-19 pandemisi bu dünyadaki sorunların temelinin sınıfsal eşitsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan kimlikler olduğunu gösterdi. Elbette görmek, bilmek, duymak isteyene...

Salgın için ayrılan kaynakları yeterli buluyor musunuz? İktidarın salgınla mücadeledeki ekonomik politikasını nasıl değerlendirirsiniz?

Uluslararası Para Fonu gibi küresel kapitalizmin temel kurumları dahi Türkiye’nin pandemi döneminde ayırdığı kaynakların yetersiz olduğuna ve asıl sorun yaşayan kesimlere yönlendirilmediğine dair veriler yayınlıyor. O nedenle, bu sorunun yanıtı açık. Açık olmayan “kimsesizlerin kimsesi” olamamış bu Cumhuriyet’te kimsesizlerin sesinin çıkmaması...

Görmek zorundayız ki sağlık ve hastalık tıbbi bir bakış açısına indirgenemez, indirgenmemelidir. Aksine hastalanmak da sağlıklı olmak da politik bir sorundur ve ulusal – küresel politikalara müdahale edebilme gücü olanlar, kendi gruplarının sağlıkları için ötekileri hastalığa ve ölüme kurban ederler. Bu kurban etme tarih boyunca böyleydi, bugün de böyle. Umarım yarın hayat değişir...

Sosyalist İşçi



Bültene kayıt ol