Eski bir apartheid karşıtı aktivist olan Güney Afrikalı gazeteci Tony Karon, Güney Afrika’nın Filistin’e verdiği desteği yazdı.
Bir hayalet uzun zamandır İsrail’in üzerinde dolanıyor: Güney Afrika’nın hayaleti. Özel olarak İsrailli liderler dünyanın Filistinlilerin ezilmesini bir apartheid sistemi olarak tanımasının, Güney Afrika’daki beyaz azınlığı yönetimi sistemine son vermeye yardımcı olan uluslararası izolasyonun İsraile’e dönük olarak da dayatılabileceğini düşünmesinden korkarlardı. Ancak, çok az İsrailli lider bu uyarının Lahey’de soykırım iddiasıyla açılan bir Güney Afrika hukuk davası biçiminde ortaya çıkacağını düşünürdü.
BM Genel Kurulu’ndaki son oylama, uluslararası toplumun büyük çoğunluğunun İsrail’in Gazze’deki acımasızlığı karşısında dehşete kapıldığını ancak harekete geçmekten aciz olduğunu gösterdi. Sanki, İsrail ABD’nin konuşulmayan ama genel kabul gören ayrıcalığı tarafından korunuyor. Elbette, Güney Afrika’nın eylemini daha da dikkate değer hâle getiren İsrail’i soykırımla suçladığınızda, onun koruyucusu ve diplomatik destekçisi ABD’yi de bütün suçlara ortak olma suçuyla bilfiil suçladığınız gerçeği.
Peki, Güney Afrika bu cesur adımı niye attı?
Merhum başkan Nelson Mandela, 1997’de “Bizim özgürlüğümüz Filistinlilerin özgürlüğü olmadan tamamlanmamıştır” dediğinde halkı adına bir ahlaki sorumluluk üstlenmişti. Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) apartheid’ın aşağılama ve baskısından özgürleşme çabalarında aktif destek veren yakın bir müttefik olarak görüyordu. Güney Afrika, 1990’ların başında kendi mücadelesi ve uluslararası destek aracılığıyla özgürleşince, Mandela artık Filistinlilerin ve kendi kaderlerini tayin etmek için savaşan diğer güçlerin haklarının güvence altına alınmasının zamanı geldiğine inanmaya başladı.
Bu ilişki, 1960’larda ANC bağlantısızlar hareketinin ve kendini hâlâ bağımsızlık için savaşan kurtuluş hareketlerine yardım etmeye adayan daha radikal Tricontinental konferansının bir parçasıyken başladı. ANC, gelişmekte olan ülkelerdeki, bazıları şu anda iktidarda olan, diğerleriyse hâlâ kurtuluş mücadelesi veren devrimci hareketlerden oluşan bir ağ içinde faaliyet gösteriyordu. Müttefikleri yeni özgürleşmiş Angola ve Mozambik’ten Küba’ya, Cezayir’e, Etiyopya’ya, Vietnam’a ve ötesine kadar uzanıyordu. Ancak Filistinliler, bu isyan gökkubbesinin vatansız aydınları, Güney Afrika’da özgürlük mücadelesi verenlerin kalplerinde hep özel bir yere sahip olmuştur. Bunun sebebi her iki mücadelenin de, birbirleriyle yakın ittifak içindeki şiddetli, yerleşimci-sömürgeci rejimlerle karşı karşıya gelmesiydi.
Güney Afrika solunda yer alan genç bir siyonistken bile -bu kimliğin yanılsamaları saçmalıklarının ağırlıkları altında çökmeden ve yolum ANC’ye katılmakta bulmadan önce- apartheid karşıtı eğilimlerim İsrail’in apartheid rejiminin en yakın müttefiki olması konusunda beni özellikle rahatsız ediyordu. İsrail 1976'da, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler'in askeri-istihbarat servisi Abwehr ile bağlantılı paramiliter bir sabotaj örgütünde çalıştığı için hapse atılmış açık bir Nazi olan Güney Afrika başbakanı John Vorster'i ağırladığında çoğumuz dehşete düşmüştük. Daha sonra, İsrail’in BM silah ambargosunu ihlal eden Güney Afrika ile silah anlaşmaları yaptığı, hatta nükleer silah geliştirme konusunda işbirliği yaptığı ortaya çıkınca dehşetimiz daha da büyüdü.
İki yıl sonra bir tanıdığım bana Güney Afrika’daki askerlik görevi sırasında nasıl önemli bir görev elde ettiğini anlattığında endişem daha da derinleşti. Yahudi okulunda aldığı eğitim sayesinde İbranice ve Güney Afrika dilini akıcı bir şekilde konuşması Güney Afrika Savunma Kuvvetleri’nde sessizce görevlendirilen İsrailli yetkililere tercümanlık yaptığı bir göreve getirilmesini sağlamıştı.
1978 gibi erken bir tarihte, Güney Afrika’dan Habonim kibutzuna göç eden ateşli Siyonistler, Batı Şeria ve Gazze’nin kalıcı işgalinin, İsrail’in vatandaşlık hakkını reddettiği milyonlarca Filistinliyi yönettiği bir apartheid rejimi anlamına geldiğini anlatmıştı.
O hâlde, apartheid'a karşı paralel mücadeleler ile Aimé Césaire'in vaat ettiği gibi hem sömürgecinin hem de sömürgeleştirilenin insanlığını yeni bir aidiyet topluluğu içinde kurtaracak bir sömürgesizleştirme umudu arasındaki bağlantıyı görmek zor değildi. ANC, apartheid yerine, içinde yaşayan herkese güvenlik, haysiyet, özgürlük ve eşitlik sağlayan yeni bir devleti geçirmek için savaşıyordu. Biz de İsrail apartheid’ının yerine nehirden denize her yerde yaşayanlar için bunları garanti altına alacak yeni bir sistem geçirme mücadelesini destekledik.
Ancak içinde yetiştiğimiz bağlantısızların üçüncü dünya politikası, 1989'dan itibaren Berlin Duvarı'nın yıkılması ve neoliberal ABD tek kutupluluğunun başlamasıyla büyük ölçüde söndü. Bu dönem, ABD'nin uluslararası toplumun İsrail-Filistin meselesinin tartışmasız sahibi olduğunu iddia ettiği ve İsrail'in uluslararası hukuka uymasını sağlamaya yönelik her türlü girişimi, hayali bir "iki devletli çözüm" için "yararsız" olarak niteleyip savuşturduğu bir dönemdi. Böylece otuz yıldır devam eden apartheid işgalinin ve İsrail'in mevcut savaş suçları çılgınlığının temelini oluşturan fütursuz cezasızlığın kökenleri ortaya çıktı.
İsrail, sistematik suçluluğu için ABD'nin koşulsuz desteğine güvenebilir. Ve "teröre karşı savaşında" ve Irak işgalinde uluslararası hukuku alenen çiğneyen akıl hocası ABD'nin izinden gitmekte kendini rahat hissedebilir.
Belki de Güney Afrika'nın bu noktadaki dayanışması, ABD'nin itirazlarına rağmen, Washington'un tek kutuplu hegemonyasını uygulama kabiliyetindeki gerilemeyi de yansıtmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı'nda İsrail'e karşı açılan soykırım davası, dünyanın geri kalanına değerlere dayalı bir dayanışmanın yeniden bir seçenek olabileceğine dair bir çağrıdır ve farklı bir dünya düzeninin mümkün olduğunu göstermektedir.
Tony Karon
(The Guardian)
Çeviri: Can Irmak Özinanır