Kapitalizm ile birlikte ortaya çıkan her kitlesel toplumsal mücadelenin hararetli anlarında aynı tartışma ortaya serilir. Kitleler, asker ve polis güçleriyle karşı karşıya gelir ve “Polis kim? Asker kim? Devlet kimin hizmetinde?” soruları sorulur. Bu sorulara verilen yanıtlar kitlelerle devlet güçleri arasında çıkan çatışmada kimin yanında duracağınızı belirler. Bu sorular 1848 işçi ayaklanmalarından, 1871 Paris Komünü’nden, 1917 sovyet devriminden, 1968 devrimlerinden, 2011 Ortadoğu devrimleri ile işgal et (occupy) hareketlerinden ve de Türkiye’de 2013 Gezi Direnişi’nden beri tekrar ve tekrar tartışılıyor. Ancak mücadelenin hafızasını taşıyan sosyalist örgütlerin görece güçsüzlüğü devrimci geleneği bugün tekrardan mücadele eden kitlelere hatırlatmayı zorunlu kılıyor.
Marx’ın devlet teorisi
Marksistler açısından devletin ne olduğu sorusu en önemli teorik analizlerden birisi ola geldi her zaman. Marks 1848’de Avrupa büyük işçi eylemleriyle sarsılmaya henüz başlamamışken Komünist Manifesto’da işçilerin devleti ele geçirip onu kendi çıkarına kullanması gerektiğini yazmıştı. Ancak 1871 Paris Komünü ile bu fikirlerini değiştirdi ve Manifesto’da değişiklik yaptı. Paris Komününde işçiler tarihte ilk kez iktidar olduğunda, burjuva devlet aygıtının (ordu, bürokrasi, polis vb.) işçi sınıfının çıkarlarına hizmet edemeyeceğini ve tamamen yıkılması gerektiğini göstermiş oldu. Marx, bu durumu “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinde şu şekilde ifade etti: “İşçi sınıfı, hazır bir devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz.” Bu, Marx’ın devrimci stratejisinde önemli bir değişiklikti. Artık burjuva devletin parçalanması ve yerine işçi sınıfının kendi demokratik organlarını kurması gerektiğini savunuyordu. Çünkü esas mesele özgürlüktü. Özgür bir toplum, tüm insanlığın temel ihtiyaçlarının karşılanması ve insanların kendilerini gerçekleştirebilecek kadar boş vaktinin olmasıyla gerçekleşebilirdi.
Komün, işçi sınıfının kendi kendini yönetebileceğini ve burjuva devletin yerine geçebilecek yeni bir devlet biçimi yaratabileceğini gösterdi. Komün’de, halkın doğrudan katılımına dayalı bir yönetim vardı. Bürokrasi ve hiyerarşi azaltıldı, temsilciler seçildikleri bölgelerden her an geri çağrılabiliyordu. Her bir temsilci ortalama bir işçi kadar maaş alıyordu, hiçbir fazladan hakları yoktu. Bugünün demokrasisinden dahi ileride olan bir demokrasi biçimi kurulmuş ama Almanya ve Fransa orduları tarafından sadece 72 gün sonra ezilmişti Komün.
Lenin’in devlet teorisi
Lenin 1917’de yani Rusya’da bir işçi devriminin şafağında yazdığı “Devlet ve Devrim” kitabında Marks ve Engels’in devrimci geleneğini yeniden hatırlatmak durumunda kalmıştı çünkü başta Almanya olmak üzere birçok ülkede işçi sınıfının sayısı arttıkça Sosyal Demokrat Partiler büyüyor, oy oranları artıyor ve devletin seçimlerle ele geçirilebileceği, sosyalizmin Sosyal Demokrat bir iktidar altında yasalarla kurulabileceği anlatılıyordu. Yani işçilere bir tür “her şey çok güzel olacak, bekleyin ve bize oy verin” deniyordu. Devletin sınıf karakteri görünmez kılındı ve bu anlayış Sosyal Demokratları “işçi sınıfının vatanı yoktur” anlayışından “vatanı savunmaya” evriltti. Avrupa’nın birçok işçi partisi dünya savaşı başladığında kendi devletlerine destek verdiler. Bir avuç enternasyonalist devrimci grup hariç. Bunlar arasında Rosa Lüksemburg ve Lenin de vardı.
Lenin, partisini ve sosyal demokratları Devlet ve Devrim kitabında çok net cümlelerle uyarıyordu. Devletler sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan yapılardır ve her zaman o toplumun egemen sınıfının baskı aygıtıdır. Mahkemeler, hapishaneler, polisler, askerler toplumun ortak çıkarlarına değil mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak egemen sınıfın lehine işleyen bir baskı aracı oluşturur. Devletin kolluk güçlerinin maaşlı olması aldatıcı olmasın. Bu, polis ve askerler için çelişkili bir zemin oluşturabilir ama üretim ilişkileri içerisinde egemen sınıfı ve mülkiyetini korumak için konumlanırlar. Devrimci hareketlerin yükseldiği dönemlerde elbette asker ve polisler de bölünebilir. En altta işçi sınıfı ile gündelik hayatı paylaşanlar isyancıların tarafına geçebilir, üst rütbeliler ise egemen sınıfın yanında kalırlar. Ama bu tarihin çok nadir devrimci anlarında yaşanabilir. Esas işlevleri isyanları bastırmaktır ve bu nedenle işçi sınıfının parçası değildirler.
Devlet aygıtının elbette göreceli bir özerkliği de vardır. Yani devlet koşulsuz bir şekilde kapitalistlerin çıkarına işlemez. Örneğin Koç Holding’in her istediğini yapamaz. Çünkü burjuvazi Marks’ın dediği gibi “düşman kardeşlerden” oluşur. Her biri diğerinin rakibidir. Hem teker teker şirketler arasında, hem farklı sanayi kolları arasında rekabet vardır. Örnek vermek gerekirse Koç ve Sabancı Holding birbirinin rakibidir. Ama ayrıca küçük sanayiciler de büyük sanayicilerle rekabet içerisindedir. Finans grupları ile sanayiciler rekabet halindedir ve de ithalatçılarla ihracatçı burjuvazi arasında çekişme vardır. Her biri devletin ekonomi politikalarını kendi lehine olacak şekilde etkilemeye çalışır. Bunların yanında bir de küçük burjuvazi (esnaf, zanaatkarlar, kendi emeği ile geçinenler) ve toplumun en kalabalık kesimi olarak maaşlı çalışanlar yani işçi sınıfı vardır. Bu gruplar da zaman zaman toplumsal hareketler aracılığıyla siyaset sahnesine dahil olur. Devlet ve egemen siyasi partiler bu güç ilişkileri içerisinde politika üretmeye çalışır.
Demokratik Cumhuriyet!
Devletin egemen sınıfın baskı aracı olması nedeniyle sınıfsız toplum aynı zamanda devletsiz bir toplumdur. Lenin bu nedenle aynı kitabında “devletin olduğu yerde özgürlük yoktur, özgürlüğün olduğu yerde devletler olmayacak” der. Öte yandan her devlet rejimi aynı değildir. Sınıf mücadeleleri devletin şiddet araçlarını geriletebilir. Bu nedenle de devlet rejimleri arasında Demokratik Cumhuriyet rejimini savunur Lenin. Çünkü iktidarın babadan oğula geçtiği monarşi yönetimindense siyaset yapma alanının daha geniş olduğu demokratik cumhuriyet işçi örgütleri için de örgütlenme fırsatları yaratır. Ama Lenin bu burjuva demokrasisinin de özünde sınırlı bir demokrasi olduğunu ve burjuva diktatörlüğünün farklı bir görünümü olduğunu söyler. Parlamenter demokrasiyi, halkın yalnızca birkaç yılda bir oy kullanarak egemen sınıfın temsilcilerini seçtiği bir sistem olarak tanımlar. Yani pasif bir oy verme davranışından ibarettir demokrasiye katılım. Bir tür beş dakikalık demokrasi!
Demokrasinin gerçek yüzünü bugün Batıda dahi sokak ve grev eylemlerine yönelik polis şiddetine bakarak görmek mümkün. Buna karşı gerçek bir demokrasiyi yani işçi demokrasisini savunur Lenin. Bu tarz bir demokrasi Rusya’da kısa bir süre Sovyet demokrasisi ile kendini göstermişti. İşçi demokrasisinin zamanla devlet aygıtını sönümlendireceğini ve bürokrasisi, ordusu olmayan devletsiz bir demokrasiyi oluşturacağını öngörüyordu. Fakat işçi demokrasisi iç savaş koşullarında geriledi ve Stalinist karşı devrim ile maalesef kaybedildi. Stalin ile birlikte sınıfsız bir devlet fikri yok oldu. Onun yerine bir “süper devlet” kuruldu ki bu elbette bürokrasinin egemen olduğu sınıflı bir devletti ve diğer devletler kadar da baskıcıydı.
Saraçhane’ye rağmen: İktidarla muhalefet devlet fikrinde birleşiyor
Egemen sınıf partilerin tamamı devlet fikrinde her zaman birleşirler. Egemen sınıf dediğimiz sanayici, tüccar ve finans sermayedarları, toplumun küçük bir azınlığı olmasına rağmen bu büyük işçi kitlesini yönetmekte her zaman başarılı olamaz. Küçük burjuvazi ve gençlik gibi diğer toplumsal kesimler de harekete geçecek olduğunda bu küçük azınlık “düzen” aramaya ve devletin kolluk güçlerini kullanmaya başlar. Bugün CHP’nin dahi polisle olan çatışmalara karşı açıklama yapması, Taksim’e yürümekten geri durması bu yüzden.
İBB Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan kitle hareketi farklı toplumsal kesimlerden oluşuyor. Başı çeken öğrenciler 1980’den beri uygulanan neoliberal politikalar altında ezilmiş bir grup. Eğer henüz diplomalı işsizler ordusunun bir parçası değillerse, diplomanın getirdiği hiçbir prestijin kalmadığı bir ortamda geleceksizlikten mustaripler. Eğer orta sınıf ailelerden geliyorlarsa ailelerinin sahip olduğu yaşam standartlarına sahip olamayacaklarını görüyorlar, eğitim sisteminin vasatlığını görebiliyorlar, artan kiralar nedeniyle aile evini terk edip kendi evlerine çıkamıyorlar. Tüm bunların yanına bir de muhafazakâr iktidarın yatak odalarına kadar müdahale eden politikaları ekleniyor. 2020-2022 arasında dünyanın her yerinde yaşanan covid-19 kaynaklı eve kapanmalar da bir kuşağın hayatını çok ağır etkiledi. Ergenlik veya gençlik dönemlerini eve tıkılarak geçiren, üniversitelerde eylem yasakları ve politik faaliyetlerin yasaklanmış olması nedeniyle bir kampüs hayatı da yaşayamayan bu gençler şimdi sokaklarda ve haklı olarak öfkeliler. Taksim ısrarı da polisin üzerine yürümeleri de o yüzden.
Her şey çok güzel olmayabilir
Önceki yüzyılın Sosyal Demokratları gibi CHP de bugün “her şey çok güzel olacak” diyerek sandığa çağrı yapıyor. Gençler ise “kurtuluş sokakta sandıkta değil” yanıtını veriyor. Gezi Direnişi sırasında da sürekli olarak “şiddetten uzak durun” çağrısı yapılıyordu. Oysa yüzbinlerce insan sadece demokratik haklarını savunarak Gezi’ye girmek istemişti. Polis şiddeti öfkeye neden oldu. Barikatlar polis saldırısına karşı kuruldu. Sonunda Gezi alındığında da işgali savunmak için barikatlar vardı. Polis çekildiğinde herkesin hayretlerle yaptığı paylaşımları hatırlayın: “herkes çok kibar”, “herkes çok mutlu”. Muazzam bir barışçıl ortam kuruluvermişti. Günlük hayatta, okullarda, ailede, sokaklarda yaşanan şiddet sanki yok olmuş gibiydi. Müthiş bir dayanışma ortamı vardı. Devlet yoktu, özgürlük vardı. Ama devlet kolluk güçleriyle saldırıp Gezi’yi dağıtıverdi.
Sonraki aylarda mücadele yeni bir aşamaya geçti. Bu her zaman böyle olur ve devleti de egemen siyasi partileri de zaten polisin yanında yer almaya iten gerçeklik budur. Milyonlarca kişinin sokakları özgürleştirmesi, polise meydan okuması, işgallere girişmesi Gezi’yi televizyondan izleyen ve örgütlü katılımı sınırlı olan işçileri bir anda hareket geçirmişti. Buna metal fırtına adı verildi. Çoğu milliyetçi ideolojinin altında olan işçiler metal fabrikalarında ayaklandı, fabrikaları işgal etti. Gezi eylemcileri dayanışma eylemleri düzenledi. Bu eylem dalgasının sonunu getiren önce “sokak değil sandık” diyen partiler oldu, seçimlere gidildi. Sonra ise Kürt illerinde yükseltilen kanlı savaş politikaları. Bu atmosferde de başarısız darbe girişimi yaşandı ve onu OHAL uygulamaları takip etti. İşte şimdi o günden bu yana süren uzun sessizlik dönemi dağılıyor.
Devlet aynı zamanda egemen sınıfın hafızası olarak da iş görür. İsyanın genişlemesinin işçilere sirayet etmesi, iktidarından muhalefetine tüm egemen sınıfı endişelendiriyor. Çünkü işçiler harekete geçtiğinde sınırlı bir sandık demokrasisi talebinin ötesinde sisteme karşı, kapitalizme karşı bir harekete evrilebilir. CHP’nin sınırı da burası, sistem içi muhalefet. Siyasi ufku Ekrem İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı yapmaktan ibaret. Oysa sokaklardaki gençlerin beklentisi İmamoğlu ile sınırlı değil. Özgürlük için sistemin çarklarını kırmak gerektiğini hissediyorlar ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Devrimci sosyalist partilerin zayıflığı bu enerjinin şimdilik boşa harcanmasına yol açıyor.
Walter Benjamin II. Dünya savaşı yaklaşırken Nazizmin yükselişini yeteri kadar önemsemeyen ve seçimlerde birinci parti olmasına fazla güvenen Sosyal Demokratların durumunu “bilinçsiz iyimserlik” ile kavramsallaştırıp “devrimci kötümserliği” öne çıkarıyordu. Bugün de işçi kitlelerini örgütleyip siyasetin ve değişimin öznesi yapmayan, onlardan sadece oy verip, mitinglerde pasif olarak konuşmaları dinleyen yığınlar olarak kalmasını bekleyen bu “her şey çok güzel olacak” sloganı etrafındaki bilinçsiz iyimserlik tehlikeli. Almanya’da Naziler kapitalizme karşı biriken öfkeyi sokaklara taşıyıp paramiliterler aracılığıyla önce Yahudileri ve komünistleri sonra tüm muhalifleri fiziksel olarak ezerek devleti ele geçirmişlerdi. Yani beklenmeyen bir sonuçtu bu sosyal Demokratlar için. Benzer bir tehdit bugün Saraçhane’de de var. Faşist Zafer Partisi’nin bir anda sokak çatışmaları ve gençliğin öfkesini örgütlemede öne çıkması bir tehdittir. Pazar akşamı alanlarda cüretkarca LGBTİ+’lara, Filistin bayraklarına, feministlere ve sosyalist örgütlere fiziksel olarak saldırılarda bulunmaları CHP’nin Ümit Özdağ’ın mektubunu okuyup, Zafer Partisi’ni alana çağırmasının bir sonucu. Zafer Partisi bir ayağı ordu içerisinde olan karanlık bir paramiliter faşist oluşum ve “ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyenlerin aksine “Türküz, Türkçüyüz, Atatürkçüyüz” sloganını öne çıkarıyor.
Devrimci kötümserlik diyordu Benjamin, bir uyanık olma çağrısıdır. Var olan çelişkileri analiz edip tehlikelere karşı örgütlü olarak hareket etme çağrısı. CHP muhalefetinin sınırları bugün gençlerin yarın ise grevlere çıkacak işçilerin öfke ve beklentilerini karşılayamaz. Bu öfkenin faşist hareketlere kaymaması için kitlesel antikapitalist bir partiyi inşa etmeye acil ihtiyaç var.