AKP’nin İstanbul mitinginde konuşan Binali Yıldırım “Bu seçim çok önemli. Türkiye’yi 100. yılına taşıyacak kadroların seçimidir” dedi. İktidar partisi bir süredir tam da bunu hedefliyor. Önce Ergenekon ve eski rejimin artıklarıyla girilen ittifak, 15 Temmuz’dan sonra MHP ile kurulan koalisyon, AKP’nin cumhuriyetin 100. yılında kemalizmin yanına muhafazakârlık soslu yeni “yerli ve milli” bir ideolojiyi, Mustafa Kemal Atatürk’ün yanına Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni bir kurucu önder olarak yazılması iştahını artırmıştı. Bu yüzden Yenikapı mitinginde aynı zamanda “Büyük Türkiye güçlü lider ister” yazıyordu.
Sürekli olarak 1990’ları, eski baskıcı rejimi, o dönemin partilerini ve koalisyonları kötüleyen AKP, şimdi o dönemin en kirli unsurları tarafından destekleniyor. Mehmet Ağar, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı gibi isimlerden sonra Tansu Çiller de “milli şuurla” yerli milli ittifaka destek verdi ve Yenikapı Mitingi’ne katıldı.
Ancak bu 2023’teki “ikinci kuruluş” hevesi AKP’nin kursağında kalabilir. “Eski devlet” tarafından desteklenmek halk tarafından desteklenmenin garantisi değil, hatta genellikle tam tersi. İki yıllık OHAL uygulamaları, otoriterleşmenin artması, çözüm süreci gibi politikalar yerine eski çatışma diline dönülmesi, ekonomide istikrarsızlık ve Erdoğan’ın müdahaleleri sonucu oluşan döviz kurundaki dalgalanmanın yarattığı yoksullaşma, halkın geniş kesimlerini AKP’den soğuttu. Erdoğan fanatikleri ne kadar aksini iddia ederse etsin, anketler gösteriyor ki hükümet büyük ihtimalle parlamentodaki çoğunluğunu kaybedecek, başkanlık seçimi ise ikinci tura kalacak ve bu aşamada Erdoğan ile İnce’nin şansı aşağı yukarı eşit olacak.
Tüm bu noktaya, AKP+MHP+BBP koalisyonunun %65’e yakınlık oy gücünden gelindiğini, yani %15’e yakın bir erimenin olduğunu akılda tutmamızda fayda var.
Peki Cumhur İttifakı, 24 Haziran için seçmenlerine ne vadediyor? AKP-MHP-BBP’nin vaatlerini ve yalanlarını gerçeklerle birlikte ele alıyoruz…
Militarizmin ve ırkçılığın iktidarı
Trump ve Putin gibi otoriter liderler dünyanın çeşitli yerlerindeki savaşlarda karşılaşıp olası bir dünya savaşını tetikleme riskini taşırken, AKP-MHP iktidarında Türkiye de barışçıl bir dış politika izlemeyip agresifliğiyle dikkat çekiyor. “Güçlü Türkiye” diye anlatılan ve “yerli savunma sanayi” diye övülen, Suriye’de girişilen operasyonlar.
Çözüm politikasının sona erdirilmesi, Suriye ve Irak’taki bölgesel savaşlardan daha fazla pay alma hırsı ve MHP’nin iktidara ortak edilmesi, Türkiye’de yeniden devlet eliyle üretilen ırkçılığın güçlenmesine neden oluyor.
AKP ile MHP, tıpkı muhalefet gibi, Suriye’deki askeri operasyonların tamamlanmasıyla mültecileri geri göndermeyi vadediyor. Türkiye toplumundaki sorunların sebebinin Suriyeliler olduğunu iddia eden ırkçı anlatıyı besliyor.
Ermenilere, Yahudilere, gayrimüslim azınlıklara yönelik nefret söylemi artıyor.
Fakat bundan birkaç yıl önce üçte ikiden fazla bir oranla Kürt sorununda çözüm sürecini destekleyen bir toplumda, bu politikaların ne kadar kabul görmekte olduğu tartışmalı. Üç yıllık baskı politikalarının sonucunda bugün Erdoğan meydanlarda Demirtaş’ın idamı üzerinden söylem geliştiriyor. Ancak bütün muhalefet partileri Demirtaş’ı ya ziyaret etti ya da serbest bırakılmasını savundu. HDP’nin hapisteki liderini savunmak, muhalefetteki partiler için oy kaybettirecek bir hamle olarak görülmüyor. Demirtaş’a ve HDP’ye verilecek oylar da barış isteğinin hâlâ canlı olduğunun göstergesi olacak.
***
Özgürlükleri yok ettiler
AKP yıllarca özgürlükler konusunda Kemalist rejimin yaptıklarına karşı getirdiği değişimi anlattı. Fakat bugün tam tersi geçerli, aşağıdan mücadeleyle elde ettiğimiz tüm özgürlükler iktidardaki yerli milli koalisyon tarafından gasbediliyor. Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi devlet eliyle tepeden aşağı topluma şırınga ediliyor.
Tayyip Erdoğan ise hâlâ meydanlarda Muharrem İnce ile polemik yaparken anadilde eğitimin önünü açtıklarını söylüyor. “Kürtler için, Kürtlere rağmen” özgürlük, Kürtlerin haberi yok! Üç yıl önce çözüm süreci vardı, bugün ise “Kandil’i dümdüz edeceğiz” diye propaganda yapan bir iktidar var. Diyarbakır’da “Kürt sorunu yoktur” denilerek eski inkâr politikaları dillendirilirken Kürt inşaat işçileri beşinci kattan aşağıya atılıyor. Kürt halkının oylarıyla seçilen belediyelere kayyımlar atandı. Bu yönetimler parklardan, tabelalardan Türkçe dışındaki dilleri siliyor. Binlerce Kürt siyasi aktivist hapiste. AKP’nin 360 sayfalık seçim beyannamesinde “Kürt” sözcüğü sadece bir kez kullanılmış.
LGBTİ+ aktivistlerin mücadele ederek elde ettikleri kazanımlar tırpanlanıyor. Onur yürüyüşleri “ahlaka aykırı” bulunarak yasaklanıyor, eylemlere polis saldırıyor.
Polis zaten neredeyse tüm eylemlere saldırıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğü tamamen kısıtlanmış durumda. AKP’ye karne veren liselilere bile çok sert müdahale ediliyor. Yürüyüş yapmak, hak aramak imkansız hâle getirilmek isteniyor.
Lümpenleşme ve cinsiyetçi saldırılar el ele artıyor. Kadınların kıyafetine, yaşamına ve her şeyine karışma hakkını kendinde görenler, otobüste, metroda veya sokakta kadınlara saldırıyor. Saldırganlar yargı tarafından cesaretlendiriliyor; ancak kamuoyunda büyük tepki gören olaylarda geri adım atılmak zorunda kalınıyor.
Binali Yıldırım muhalefete “FETÖ’yü PKK’yı ağzına alamayanlar bu ülkeyi yönetmeye talip oluyorlar. Önce çıkın bu terör örgütleriyle nasıl mücadele edeceksiniz, onu ortaya koyun” diyor. Sanki bu konuda AKP “başarılı” bulunuyormuş gibi konuşuyor. Oysa tam tersi, referandumda yaşanan ve bugün devam ettiği görülen oy kaybının temel sebeplerinden biri OHAL dönemindeki haksızlıklar. On binlerce kişi işlerinden oldu, hapse atıldı. Mağduriyetleri gidermesi için kurulan komisyon başvuruları doğru düzgün incelemedi bile. İnsanların hayatları “terörle mücadele” iddiasıyla çalındı.
Anketlere göre AKP tabanında ekonomik gidişatın dışında rahatsızlık yaratan iki şey var: 1- Giderek “devletleşme”, 2- OHAL dönemi haksızlıkları. Yani Binali Yıldırım’ın “FETÖ ve PKK ile mücadele” olarak kodladığı şeyler.
***
Ekonomi: Patronların yanında, işçilerin karşısında
AKP sürekli olarak “yatırım” anlatıyor. Yapılan köprüler, otoyollar, havalimanları, statlar, mega sanayi bölgeleri ve Kanal İstanbul gibi “çılgın” projeler. Halkın derdi ise son aylarda iyiden iyiye hızlanan yoksullaşma. Bu yüzden AKP dahil tüm partiler memurlara ve emeklilere yönelik bayram ikramiyesi, ücret artışı gibi konuları gündemine almak zorunda kalıyor. İşsizlere daha fazla sosyal koruma vadediliyor.
OHAL politikaları siyasi istikrarsızlığı derinleştirdikçe, kredi derecelendirme kuruluşlarının not kırması Türkiye ekonomisindeki yapısal kırılganlığı iyice ayyuka çıkardı. 2001 krizinden Kemal Derviş’in neoliberal programıyla çıkışın ardından yaşanan inşaat odaklı büyüme döneminin sonuna gelindi. Herkes seçimlerden sonra büyük bir ekonomik krizin kapıda olduğunu söylüyor. Yılbaşından beri TL, dolar karşısında %25 değer kaybetti. Benzinin ve her şeyin fiyatı artıyor. Sadece borç ödemeleri için aylık 13 milyar dolarlık bir döviz gerekli, ancak devlet artık bu parayı borç olarak dahi bulmakta zorlanıyor.
Erdoğan bir yandan faiz oranları üzerinden Merkez Bankası’yla kavga ederken, diğer yandan ekonomide yaşananların “dış güçler” tarafından tezgahlandığını ve amacın Türkiye’nin önünü kesmek olduğunu savunuyor. Erdoğan kendisini uluslararası kapitalizm ile çelişkide gibi göstermeye çalışıyor.
AKP’nin 16 yıllık iktidarında 70 milyar dolarlık dış borç 453 milyar dolara çıktı. Üstelik kamu mallarının özelleştirilmesi sonucunda en az 100 milyar dolarlık bir gelir elde edilmesine rağmen. Şu anki kriz durumundan çıkılması için de sürekli olarak patronlara teşvikler sağlanıyor, paralar akıtılıyor. Söz konusu olan işçi sınıfı ise durum tam tersi. Erdoğan patronlara OHAL ile grevleri ne kadar kolay yasakladıklarını anlatıyor. “Bizim dönemimizde grevler azaldı” diyor. Mitinglerinde kadro isteyen taşeron işçileri, atama bekleyen öğretmenleri azarlıyor. Buna rağmen, dolar milyonerlerinin sayısı artıyor, zenginler zenginleşmeye devam ediyor.
Seçimden sonra beklenen ekonomik krizin bedeli ise işçilere ödetilmeye çalışılacak. AKP’nin yarattığı krizden “çıkış” için ücretler kısılacak, yoksulların ödediği vergiler artırılacak, işten çıkarmalar başlayacak. Yerli-milli ittifak işçilere bunları vadediyor. Biz de bu saldırıya farklı emek örgütlerinin yan yana geleceği birleşik mücadele platformlarıyla yanıt vermeliyiz.
AKP’nin seçim yalanları
– Erdoğan ısrarla her gün, Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yaptığı çağrıyla 53 kişinin öldüğünü iddia ediyor. Kobanî olayları seçimden çok önce, 2014’te yaşanmıştı. Demirtaş’ın ispatlanmış bir çağrısı yok, zaten kendisine yönelik davalarda bu konuyla ilgili bir suçlama da yok. Olaylarda 53 değil 43 kişi ölmüştü ve birkaç kişi hariç tamamı HDP seçmenleriydi. Demirtaş tarafından öldürülmediler. Bu olaylardan birkaç ay sonra AKP tek başına hükümet kuramayacak hâle gelmiş, HDP ise %13 oy alarak barajları paramparça etmişti.
– Erdoğan, tek parti döneminde 75 kişilik sınıflarda okuduğunu iddia etti. Oysa ki doğduğu yıl olan 1954’te çok partili sisteme geçilmişti.
– Erdoğan, Isparta’da partisinin düzenlediği mitingdeki konuşması sırasında Isparta’da bulunan Süleyman Demirel Üniversitesi’ni kendilerinin kurduğunu iddia etti. Oysa üniversite daha önceden açılmıştı.
– Erdoğan, Demirtaş’ın TRT konuşmasıyla ilgili YSK’ya talimat verdiğini söylemişti. YSK başkanı bu iddiayı yalanladı.
– Erdoğan, “o zamanki komünistlerin” köprüyü satmak istediğini, Özal’ın sattırmam dediğini iddia etti. Oysa ki 1983 seçim dönemindeki bir TV konuşmasında Özal köprüleri satacağını söylüyor.
– Binali Yıldırım, Dersim mitinginde doğalgaz olan il sayısını 79’a çıkardıklarını söyledi. “Tunceli’de doğalgaz var mı?” sorusuna “Hayır” yanıtını aldı. Takvim gazetesi Mart ayında 81 ilin 81’ine doğalgazın geldiğini yazmıştı.