Şubat ayından bu yana süren kamu toplu iş sözleşmesi görüşmeleri, işçiler için hayal kırıklığına dönüştü. İşçi tarafı, şubat ayında Kamu Çalışanları Çerçeve Protokolü’nü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na sunarak yüzde 90’lık bir zam talebiyle masaya oturduğundan beri, işçiler adına fazla bir değişim yaşanmadı.
Sendikalar, tabandan yükselen öfkenin ve artan hayat pahalılığının bilincinde olsalar da bu baskıyı zamana yayarak soğurma stratejisi izleniyor.
Taban öfkeli
Türk-İş’in hazırladığı beş haftalık eylem planı bile, tabanın ne denli öfkeli olduğunu anlamamızı sağlayan örneklerle dolu.
Maalesef, bu eylemler, sembolik adımlar olmaktan öteye gidemedi. Türk-İş Genel Başkanı, hükümetle yapacakları üçüncü görüşme öncesinde 26 Ağustos’ta genel grev ilan ederek masaya oturdu. Aslında Türk-İş başta 15 Temmuz olarak duyurdu grev tarihini. Altı aydır sonuçlanmayan görüşmeler, beş haftalık etkisiz eylem takvimleri ve son olarak da nihai görüşmeden neredeyse bir buçuk ay sonrasına atılmış bir grev kararı, sürecin bir oyalama taktiğine dönüştüğünü, grevin sistematik olarak soğurulduğunu gösteriyor. Grev kararı alınmasına rağmen, bu kararın uygulanma tarihi, işçilerin acil beklentilerine yanıt vermekten uzak.
Sendika bürokrasisi her zamanki gibi
İşçi tarafının şubat ayında vermiş olduğu çerçeve protokolünde ısrar ettiği yüzde 90’lık zamma karşılık, sendikaların hükümetin son görüşmede sunduğu, işçilerin talebinin neredeyse üçte birine denk düşen teklifi “olumlu buldukları” yönündeki ifadeleri ise tam bir teslimiyet belgesi niteliğinde.
Sendikaların, devam edecek görüşmelerde “kırıntı” şeklindeki sosyal haklar ve işyerlerine özel isteklerle işçiyi razı etmeye çalışacakları izlenimi, tabanın öfkesinin büyütüyor.
İktidar krizin faturasını işçilere çıkartıyor
Kamu işçilerine dayatılan bu yoksulluk, hükümetin genel ekonomi politikalarının ve Orta Vadeli Programı (OVP) çerçevesinde aldığı kararların doğrudan bir sonucudur. OVP, “enflasyonla mücadele” adı altında kemer sıkma politikalarını dayatırken, bu politikaların asıl yükünü emekçilerin sırtına yıkıyor. Hükümet, memura, işçiye, emekliye enflasyon karşısında ezildikleri halde bütçeden bir pay vermiyor. Gerekçe her zaman aynı: “Bütçe disiplini”, “enflasyonla mücadele.”
Ancak bu “disiplin” ve “mücadele” maskesi altında, iktidar kaynakları nereye aktarıyor, sorusu büyük bir önem taşıyor. Rakamlar, bu konuda her şeyi ortaya koyuyor: Hükümet, emekçinin alın terinden keserek tasarruf ettiğini iddia ettiği paraların kat be kat üstünde kaynağı faiz harcamalarına ayırmaktan çekinmiyor. Örneğin, 2025 yılı verilerine göre faiz giderlerinin 1 trilyon 950 milyar TL olması bekleniyor.
Bu, kamu işçisine, memura, emekliye, asgari ücretliye verilmeyen zammın defalarca üstündedir.
Hazine ve Maliye Bakanlığı, 2025 yılında KKM sisteminden çıkışı tamamlayacaklarını söylese de geçmişte KKM nedeniyle bütçeden ödenen milyarlarca liralık fark, toplumun yüzde doksanının sırtına yüklendi. Bu durum, hükümetin gerçek önceliklerinin ne olduğunu açıkça gözler önüne seriyor: Emekçiyi değil, sermayeyi korumak!
Bu tablo, adaletsizliğin ve emek sömürüsünün en bariz örneklerinden biridir.
Hükümet, bir yandan enflasyonla mücadele adı altında emekçiden çalarken, diğer yandan faize milyarlarca lira aktarmakta hiçbir sakınca görmüyor.
Recep Aykın