Hem Türkiye’de hem de dünya ölçeğinde bir dizi felaketle karşı karşıyayız. Bir yandan aşırı sağcı partiler pek çok ülkede iktidara geliyor, kendi kurallarına bile uymayan otoriter liderlerin nüfuzları artıyor. ABD Başkanı Donald Trump gibi bir figür “Gazze’yi bir tatil beldesine çevirmekten” bahsedebiliyor ve bunun için tehcir planları yapabiliyor. Tüm bunların yanında iklim krizi ve başta Ukrayna savaşı olmak üzere savaşlar tüm hızıyla devam ediyor. En korkuncu ise Gazze, İsrail işgal devleti tarafından 1,5 yıldan uzun süredir yerle bir ediliyor.
Bunlar bütün dünyada büyük kitlelerin, ezilenlerin moralini bozan gelişmeler. Türkiye de bütün bu gelişmelere otoriter AKP – MHP iktidarının çubuğu daha da sağa bükmesi eşlik ediyor. Son aylarda yeni bir otoriterleşmesi dalgası ile karşı karşıyayız. Ancak dünyadaki aşırı sağ yükselişi ile ele ele ilerleyen otoriterleşme süreci yanıtsız kalmıyor. Dünya sadece aşırı sağcıların cirit attığı bir yer değil. Hem dünyada hem de Türkiye’de ciddi mücadeleler oluyor. İki hafta önce ABD’de 1300 noktada Trump’a karşı çok kitlesel gösteriler yapıldı.
Türkiye’de ise 19 Mart’tan itibaren yepyeni bir durumla, politik havanın tamamen değiştiği koşullarla karşı karşıya olduğumuzu görmek gerekir. Bunu gördüğümüzde yepyeni kazanımların da var olduğunu, bu kazanımları geliştirmek için üzerine basabileceğimiz kuvvetli bir zemin olduğunu kavrayabiliriz. Kazanımlardan ilki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik ikinci bir operasyon dalgası başlamış olmasına rağmen esas olarak İBB’ye kayyum atanamamış ve İmamoğlu ve çevresinin terörle iltisaklı ilan edilememiş olmasıdır. Bu yüzden soruşturmayı bir yolsuzluk soruşturması olarak daraltmak zorunda kaldılar. Kamuoyunun %70’e yakını, bu yolsuzluk soruşturmasının hiçbir şekilde ikna edici olmadığı konusunda çok net. Bu baskıya karşı bir kazanım. Bu kazanımı sağlayan ise önce Beyazıt ve Saraçhane’de daha sonra ise pek çok şehirde, meydanlarda, lise ve üniversitelerde toplanan kitlelerin yaratıcı eylemleri.
Bu kazanımla el ele ilerleyen bir başka kazanım ise çözüm süreci. Çözüm sürecinin bugünlerde, belki de bu satırlar yazılırken çok radikal bir şekilde ilerleyeceği konusunda sayısız duyum alıyoruz. Kandil’in örgütsel yapısını feshedeceği kongrenin toplanması kuvvetle muhtemel. Dem Parti’den bir heyet, geçtiğimiz hafta İçişleri Bakanı ile görüşmesi sırasında demokratikleşme ile ilgili bir dizi talep öne sürdü. Bu türden süreçler karşılıklı adımlarla ilerliyor. Dem Parti’nin taleplerine benzeyen demokrasi talepleri bu toplumun birçok alanında yükseliyor ve çözüm sürecinin ilerleyen dönemlerinde bu konuda bazı adımlar kaçınılmaz bir şekilde atılacak. Çözüm sürecinin kendisi, ağır baskı koşullarına rağmen geri adım atmayan Kürt siyasal hareketinin, Dem Parti’nin, kayyımlara ve milletvekillerinin tutuklanmasına rağmen sürdürdüğü direnişi ve mücadelesiyle doğrudan bağlantılı.
2015 yılında o zamanki çözüm sürecinin askıya alınmasından sonra Kürt halkının bütün kazanımlarını ve bu kazanımların gelişmesini savunan bütün kesimleri hedefleyen çok şiddetli bir saldırı gerçekleşmişti. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen olağanüstü hâl, bu baskının iktidar bloku tarafından çok daha rahat hayata geçirilmesi için gereken yasal zemini ve siyasal iklimi sağlamış oldu. Ama bütün bu koşullara rağmen Kürt halkının mücadelesi, en karanlık zamanda çözüm sürecinin yeniden masaya gelmesini sağladı. Bu süreçte bir uçta bütün gelişmelerin “yerli milli” iktidar blokunun çıkarlarına hizmet etmesini sağlamak isteyenlerle, diğer uçta ise Kürt halkının ve bütün ezilenlerin çıkarlarının lehine hizmet etmesini isteyenlerin mücadelesi var. Bu mücadelede bir yandan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik saldırının ardından başlayan milyonların hareketiyle, çözüm sürecinde en temel haklarına kavuşmak isteyen Kürt halkının taleplerini birleştirmek gerekiyor. Oysa bu iki hareket arasında bir Çin Seddi varmış gibi düşünen – ve bu Çin Seddi’ni koymak isteyen- milliyetçi ve sosyal şovenist eğilimler var. Buna geçit vermemek gerekir. Her iki mücadelenin de; hem otoriterleşme dalgasına karşı yükselen mücadelenin, hem de çözüm sürecinin kazanımımız olduğunun görülmesi, bu iki hattın yan yana gelmesi, daha birleşik bir mücadele zemininin ilerleyebilmesi için kolları sıvamak gerekiyor.
İstanbul’da Kadıköy’de 1 Mayıs’ın kutlanması da bir kazanımdır. Emek örgütlerinin 1 Mayıs’ı kutlayacağız dediği yerde olmak gerekir. Örgütlü işçi sınıfının ana gövdesinden uzak durmamak gerekir. Kadıköy’de meydanın yeniden bir miting meydanı olarak Valilik tarafından kabul edilmesi, geçtiğimiz dönemde kadın hareketinin, öğrenci hareketinin ve Yaşatacağız platformu başta olmak üzere hayvan özgürlüğü hareketinin verdiği yığınsal mücadeleyle gerçekleşti.
Bütün bu eylemlerin birbirini nasıl desteklediğini, hayvan özgürlüğü mücadelesinin genel özgürlük mücadelesinin kopmaz bir parçası olduğunu da gösteren önemli bir kazanım olarak görülmeli. Taksim meydanının daha önce açılması da işçi sınıfının kitle örgütlerinin mücadelesiyle gerçekleşmişti. 2007-2009 yılları arasında Taksim çağrısı yapan sendika konfederasyonları olmuştu. Bugün de sendikalarla ve işçilerle birlikte yürümek, kendisini sınıfın yerine koyan ikameci yaklaşımları değil, sınıfla birlikte hareket etmeyi savunmak önem taşıyor. Bütün bu kazanımlara sahip çıkmak için 1 Mayıs, özellikle de İstanbul’daki 1 Mayıs çok önemli. Kadıköy’deki mitingin yüzbinlerce insanın katılacağı bir miting olması, kritik bir öneme sahip. Barışı ve demokrasiyi birlikte savunmak, “özgürlük işçilerle gelecek” demek için 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız.
(Sosyalist İşçi 758. sayıda yayınlanmıştır)