“Savaşın meydana geldiği ülkeler dışındaki insanların, korkunç görüntülerle karşılaştıklarında hemen televizyonu kapatmalarının ya da kanal değiştirmelerinin sebebi (…), tarafların liderlerinin çözülmesi mümkün olmayan bir açmazda tıkanıp kaldıklarını iddia etmeleridir. İnsanların dehşet manzaralarına karşı daha az duyarlı hale gelmelerinin sebebi de bir savaşın böyle tepkilerle durdurulabileceğine inanılmamasıdır. Oysa şefkat, zaten istikrarsız, gelgeç bir duygudur. Eğer eyleme dönüştürülemezse, yok olup giden bir duygudur. Burada sorun, uyandırılmış, ayağa kaldırılmış duyguların, aktarılmış olan bilgilerin nasıl eyleme dönüştürüleceğidir.”
Susan Sontag, “Başkalarının Acısına Bakmak, s.101
Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana süren soykırım, geçtiğimiz hafta imzalanan bir anlaşmayla umarız ki sona erdi. Geçmişe ve anlaşmaya taraf olan ülkelerin pratiklerine baktığımızda, bu çok olası görünmese de dünya çapında soykırıma karşı yükselen sesin, ateşkesin devamlılığı ve soykırım suçlularının yargılanmasına giden yolun inşası için hiç susmaması gerektiği kesin. Küresel ölçekte, milyonların sokaklardan soykırıma karşı yükselttiği ses, hem hükümetlerin İsrail’in yalnızlaştırılması için her türlü ilişkinin kesin bir şekilde kesilmesi yönündeki baskının hem de Gazze’de açlık ve yıkımın ortasında direnen Filistin halkı ile dayanışmanın sesi oldu. Bu direnişe destek, tarihin her kırılma noktasında olduğu gibi, soykırımın boyutlarını, tanıklıkları, olabildiğince fazla insana gösteren farklı üretimlerle de devam ediyor.
Hind Rajab’ın Sesi
Geçtiğimiz hafta, Film Ekimi festivali kapsamında gösterilen Hind Rajab’ın Sesi filmi de bu soykırıma sarsıcı bir tanıklık sunuyor. Tunuslu yönetmen Kaouther Ben Hania’nın imzasını taşıyan film, bu yıl 82.si düzenlenen Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü aldı ve festivaldeki gösterimi sonrası “Özgür Filistin” sloganları eşliğinde, 23 dakika boyunca alkışlanmasıyla büyük yankı uyandırdı. Böyle bir filmin hiç çekilmediği bir dünyanın özlemiyle, savaşın-soykırımın dehşetine sanat alanından direniş gösteren üretimlerin önemi de tartışılmaz.
“Hind Rajab’ın Sesi”, 29 Ocak 2024 günü, Filistin Kızılay’ına gelen acil bir çağrıyla birlikte başlayan ve saatler süren bir çabayı anlatıyor. Hind Rajab isimli 6 yaşındaki Filistinli kız çocuğu, Gazze’de ailesiyle birlikte arabalarında yolculuk yaparken uğradıkları ateşli saldırının ardından çağrı merkezini arıyor. Kurtarılmayı bekleyen Hind’in durumunun aciliyeti ve kurtarma operasyonunun yapılması için takip edilmesi gereken bürokratik işlemlerin tamamlanması için gereken zamanın yarattığı gerilim, tüm gerçekliğiyle izleyenleri içine çekiyor. Kurtarma ekibi yanına gidene kadar telefonun ucundaki küçük kızı sakinleştirmeye ve onu hayatta tutmaya çalışan Kızılay çalışanları ile Hind arasında geçen, film boyunca dinlediğimiz telefon konuşmaları, o gün gerçekten yaşanan bu olayın gerçek ses kayıtları. Bu durum, soykırımın vahşetini ve dayanılmazlığını tarifi zor bir şekilde tanıklığa davet ediyor izleyicileri. Filmin belli noktalarında, olay günü merkezde cep telefonu ile çekilen gerçek görüntülerin de gösterilmesiyle, filmin belgesel-drama ve canlandırma boyutları iç içe geçiyor. Filistin Kızılay’ı merkezinde, tek mekânda geçen film, zamana karşı verilen yarışı, bürokrasiyi, öfkeyi ve çaresizliği, filme konu olan zaman diliminin sınırlarını da aşan bir soykırım günlüğü gibi ele alıyor. Merkezde çalışanların diyaloglarından, Hind Rajab’ın yardım çağrısının etrafında, 7 Ekim’den bu yana merkeze gelen çağrılar ve kurtarma operasyonlarına dair de fikir sahibi oluyoruz. Ödüller alan, Tunus’un bu yılki Oscar adayı olarak gösterilen ve dakikalarca ayakta alkışlanan bu film, 6 yaşındaki Filistinli Hind Rajab’ın özelinde, soykırıma karşı yükselen bir çığlığı ve öfkeyi de temsil ediyor diyebiliriz.
Zeminsizleştirme: Soykırımın Mimarisi
2024 yılında Gazzeli sanatçıların, bir sanatsal direniş eylemi olarak, kuşatma altındaki bir kumsaldan başlattıkları Gazze Bienali, sınırları aşan bir dayanışma pratiği olarak, Gazze Bienali Pavyonları şeklinde farklı ülkelerde temsil edilmeye devam ediyor. Bu kapsamda, 19 Eylül’de açılan ve 8 Kasım’a kadar Depo’da açık kalacak olan Gazze Bienali – İstanbul Pavyonu: Elimde Bir Bulut1 (Küratörler: House of Taswir ve proje ortakları, Gazze Bienali İnisiyatifi’nden 50’den fazla sanatçı) sergilere paralel olarak ve şiir dinletileri, film gösterimleri, söyleşilerden oluşan bir kamusal program ile oldukça derinlikli bir içerik sunuyor.
Bu kamusal programın konuklarından biri de Forensic Architecture’ın kurucularından Eyal Weizman’ın “Zeminsizleştirme: Soykırımın Mimarisi” başlıklı söyleşisiydi. Londra Üniversitesi Goldsmiths Enstitüsü’ne bağlı bir araştırma merkezi olan Forensic Architecture2 (Adli Mimarlık), devlet ve şirket şiddetini araştırmak için yeni teknikler, yöntemler ve kavramlar geliştiren, bunları somut olaylar üzerinde kullanan ve kamuoyu ile paylaşan bir merkez olarak, insan hakları, gazetecilik, mimarlık, sanat ve estetik, akademi ve hukuk alanlarında faaliyet gösteren disiplinler arası bir çalışma biçimini uzun yıllardır sürdürüyor. Kurulduğundan beri İsrail’in Filistin üzerindeki güç kullanımını da kayda alan ve bu konuda pek çok çalışma üreten Forensic Architecture, 7 Ekim’den bu yana yaşananları da kendi metotlarıyla belgeliyor, tanıklıklar eşliğinde kanıtları somutlaştırıyor ve hak ihlallerini belgeliyor. Weizman, 12 Ekim Pazar günü Depo’da gerçekleştirilen söyleşide, Soykırım Haritası: Ekim 2023’ten Bu Yana İsrail’in Gazze’deki Davranışları başlıklı araştırmalarından veriler sundu ve soykırımın en temel araçlarından biri olan mekânsal müdahalenin hem somut hem de sembolik örneklerini paylaştı. Arazilerin ve peyzajın (land and landscape) yıkımının Siyonist İsrail devletinin kurulduğu tarih kadar eski olduğunu ve devam ettiğini dile getiren Weizman, 7 Ekim ile şiddetlenen saldırıların ilk işaretlerinin aslında çok önceden başladığını, 2022 yılının ağustos ayında, Filistinli insan hakları örgütü El-Haq ile işbirliği yaptıkları merkezin sabaha karşı İsrail askerleri tarafından basılarak mühürlenmesinin de bunun örneklerinden biri olduğunu dile getirdi.
Yıkım ve inşa olarak iki temel eylem üzerine kurulmuş olan mimarlığın, soykırımın devam ettirilmesinde bir araç olarak kullanılmasına dair endişelerini dile getiren Weizman, yeniden ayağa kalkmanın-geri dönmenin en temel koşulu olan enkaz izlerinin İsrail güçleri tarafından yok edildiğini, izlerinden yükselecek bir Gazze’nin inşasının da önüne geçilmek istendiğini, güncel çalışma verileriyle ortaya koydu. Yüzeyi tıraşlamak şeklinde tarif edilebilecek olan bu müdahaleler, hem geri dönülecek toprakları tanımsız hale getirmek hem yıkımın izlerini silmek hem de aslında var olmayan yeni bir topoğrafya oluşturma amaçlarına hizmet ediyor. 1948’den beri, Filistinlileri kil alandan kum alana iten mekânsal pratiklerin, dünyanın pek çok yerinde karşılaşılan sömürgeci ve soykırımcı mantığın bir örneği olduğunu belirten Weizman, 7 Ekim’den bu yana İsrail güçlerinin havadan attıkları A4 kağıtlar ile bildirdikleri, Gazzelileri yer değiştirmeye zorlayan tahliye emirlerinin, pek çok bomba ve silahtan daha ölümcül ve uzun vadeli bir öldürme mekanizması olduğunu dile getirdi.
Şimdi, yıkımların ardından bir yeniden inşa sürecinin başlama olasılığı, Weizman’ın belirttiği gibi, küresel inşaat piyasasının iştahını kabartan, mimarlığın soykırımın devamında bir araç olarak kullanılması tehlikesini kuvvetle hissettiriyor. Nitekim, mart ayında Mısırlı planlama uzmanlarının yayımladığı Gazze’nin yeniden inşası projesi de Weizman’a göre, zeminsizleştirmeyi kabul eden ve soykırımın ayak izleri üzerinden hazırlanan bir plan. Filistinli mimar ve planlama uzmanlarının düşündüğü ve istediği ise tam tersi, eskiden var olanın izleri üzerinde birlikte yeniden ayağa kalkmak.
1.https://www.depoistanbul.net/gazze-bienali-istanbul-pavyonu-elimde-bir-bulut/
2.https://forensic-architecture.org/
Esra Akbalık