Bu yazıda, barış sürecine dair kişisel deneyimlerim ve bazı araştırmalar üzerinden ilerleyerek; türcülük ile insandışılaştırma (ırkçılık) arasındaki ilişkiyi ve barış ile demokratik toplum mücadelesinin hayvan haklarıyla nasıl kesiştiğini tartışmaya çalışacağım.
Barış ve Demokratik Toplum sürecini, ilk çağrı yapıldığından bu yana yakından takip ediyorum. Bu süreçle birlikte daha fazla okuma yapıyor, araştırıyor ve bulunduğum her alanda bu konuyu tartışmaya açıyorum. Ayvalık’ta, İzmir’de, İstanbul’da ve özellikle Ankara’da; yüz yüze temaslarda ve sosyal medya alanlarında yürüttüğüm bu tartışmalarda, tabanda en sık karşılaştığım sorunun resmi ideolojinin zihinlere yerleşmiş insandışılaştırıcı dili olduğunu gözlemledim.
Anadilde eğitim tartışmalarında sıkça karşılaşılan “Dilleri yeterince gelişmiş değil”, “Üniversite aşamasında ülke bölünmez mi?”, “Her bölge için ayrı okul mu açılacak?” ya da “Kürt olarak tanınmaya gerek yok, anayasal Türklük herkesi kapsıyor” gibi ifadeler, çoğu zaman düşünülmeden dile getirilen duygusal çıkışlar şeklinde gözüküyor. Bu tepkisellik de aslında bizlere psikolojik bir ipucu veriyor: resmi ideolojinin halkta yarattığı ırkçılık. Bu söylemler aynı zamanda, en temel insani hakları tartışma dışı bıraktığı ölçüde açık birer insandışılaştırma örneği de oluşturuyor.
Benzer bir yaklaşımın, devrimci ve aktivist çevrelerde de karşıma çıktığını belirtmek gerekiyor. Kürt hareketinin tarihsel birikimi, politik iradesi ve mücadele deneyimi yok sayılarak; iktidar tarafından kolayca yönlendirilebileceği ve kandırılabileceği ya da iktidarla pazarlık yaparak “ihanet” edeceği yönünde söylemler üretiliyor. Bu tutum da küçümseyici ve özneyi yok sayan bir insandışılaştırma biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Oysa barışın kalıcılaşabilmesi için toplumsallaşması gerektiği herkes söylüyor. Katıldığım barış ve demokratik toplum toplantılarında dile getirilen ortak vurgu, barış mücadelesinin yalnızca siyasi aktörlerle değil; taban, sol-sosyalist yapılar ve farklı aktivist grupların ortak çabasıyla güçlenebileceği yönündeydi. Kürt hareketi siyasal alanda bir imkân yaratmış durumda; bu imkânın korunması ve genişletilmesi, toplumsal sahiplenme olmadan mümkün görünmüyor.
Bu noktada barışın toplumsallaştırılmasının, resmi ideolojinin insandışılaştırıcı politikalarıyla ve toplumda yerleşik ırkçı kalıplarla yüzleşmeyi zorunlu kıldığını düşündüm. Ancak bu yüzleşme sürecinde, ırkçılık ve insandışılaştırmanın daha derin bir kaynaktan, türcülükten beslendiği giderek daha görünür hale geldi.
Akademik çalışmalar, Kürt varlığının tanınması ve anadilde eğitim hakkına ilişkin tartışmaların, özellikle sosyal medyada türcülük üzerinden kurulan bir insandışılaştırma diliyle yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Hayvanlara atfedilen özellikler üzerinden yapılan benzetmelerle, dil ve kültür insanlık kategorisinin altına itilmek isteniyor. Bu söylemin temelinde, hayvanların değersiz ve “aşağı” varlıklar olarak konumlandırılması yatıyor ki bu doğrudan türcülüğe işaret ediyor.
Antropoloji literatürü, ırkçılığın ve diğer dışlayıcı ideolojilerin kökeninde türcülüğün bulunduğuna dikkat çekiyor. Tarihsel olarak hayvanlar, insanların ilk köleleştirdiği canlılar oldu. İnsanlığın kendisini hayvanlarla beraber doğanın bir parçası olarak gördüğü uzun dönemlerden; hayvanları besin zincirinin altına indirgediği, onların hislerini, zekâlarını, dillerini ve varlıklarını anlamaya dahi çalışmadan inkâr ve tahakküm uyguladığı bir döneme geçti. Bu hikaye size bir yerden tanıdık geliyor mu?
Bugün aynı hegemonik “aşağı gösterme” strateji, tekçi ulus-devletler tarafından farklı kimlikler, kültürler ve dillerin inkârı ve asimilasyonu olarak kullanılıyor.
Oysa güncel bilimsel araştırmalar, hayvanların bilinç sahibi olduklarını, acı ve haz deneyimleyebildiklerini, duygusal tepkiler geliştirdiklerini ve farklı iletişim biçimlerine sahip olduklarını ortaya koyuyor. Antropologların da vurguladığı üzere, insanlar önce hayvanları ve doğayı düşmanlaştırmayı öğreniyor; bu düşmanlaştırma dili zamanla insan topluluklarına yöneltiliyor. Türcülükten ırkçılığa uzanan bu süreklilik, canlıdışılaştırmadan insandışılaştırmaya geçişi mümkün kılıyor.
Bu nedenle barış ve insan hakları tartışmalarında, hayvanlara atfedilen özellikler üzerinden insanları aşağılayan dili reddetmek ve insanın hayvanlardan üstün olduğu varsayımıyla savaşmak gerekiyor.
Devletin “terör” kavramını genişleterek kullandığı dil de bu canlıdışılaştırma sürecinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Kürt siyasi ve sivil aktörlerinin yanı sıra gazetecilerin, aktivistlerin, sokakta yaşayan hayvanların ve LGBTİ+’ların benzer bir kriminal söylem içinde hedef haline getirildiği görülüyor. Sokak hayvanlarına yönelik “hayvan terörü” veya “sokak terörü” gibi canlıdışılaştırmalarla meşrulaştırılan politikalar, canlıların tehdit olarak kodlanmasının açık bir örneğini oluşturuyor.
Bu çerçevede Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi, yalnızca hayvan haklarıyla sınırlı bir mücadele hattı benimsemiyor. HYÖ’nün amblemine bakıldığında bu kesişimselliğin tasarımını da görmek mümkündür. Amblemin arka planında LGBTİ+ mücadelesini temsilen Pride bayrağının renkleri vardır. Önde yer alan ünlem işareti mor rengiyle feminist mücadeleyi simgeler. Ünlem işaretinin noktası pati şeklindedir ve yeşildir; bu da hayvan hakları ve ekoloji mücadelesinin iç içeliğine yapılan bir vurgudur. Aynı zamanda ünlem işareti hem hayvanların içinde bulunduğu durumun aciliyetine hem de ortak mücadeleye olan ihtiyaca dikkat çekmek içindir.
Her zamanki gibi barış ve hak temelli bir yaklaşımı incelerken ekonomi politik açıdan bakıldığında ise tablo daha da netleşiyor. Türkiye’de son yıllarda savaşa ayrılan bütçelerin ciddi biçimde arttığı biliniyor. 2025 yılı için savaşa ayrılan kaynaklarla ilişkilendirilebilecek harcamaların 46 milyar dolara yaklaştığına dair çeşitli raporlar bulunuyor. Savaşa bu denli büyük bütçeler ayrılırken, sokakta yaşayan hayvanların kısırlaştırılması ve bakımlarının sağlanması için bütçe ayırmayan; hatta sokaktaki canlarla da adeta savaşan bir devlet gerçeği karşımıza çıkıyor.
Bu bağlamda somut bir öneri geliştirilebilir: Yerel yönetimlerde pilot olarak belirlenecek birkaç ilde, savaş bütçesinden yapılacak sembolik bir kesintiyle kapsamlı kısırlaştırma, bakım ve sahiplendirme programları hayata geçirilebilir. Elde edilecek sonuçların şeffaf biçimde kamuoyuyla paylaşılması, barışın yaşamı merkeze alan bir politikayla birlikte inşa edilebileceğini göstermesi açısından önemli olacaktır.
Tuğan Mecal