Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından başlayan eylemler, daha önce pek çok kez gündeme getirilen “Kürtler nerede” söyleminin yeniden yaygınlaşmasına neden oldu. Geçtiğimiz on yılda farklı dönemlerde üstü örtülü veya açık şekilde ifade edilen “Kürtlerin AKP’ye karşı mücadeleyi sattığı” tezleri yeniden işlenmeye, AKP’nin demokrasi gaspına karşı eylemciler polis şiddeti ile karşılaşırken Kürt halkının bu eylemlere ve dolayısıyla bu mücadeleye katılmadığı iddia edilmeye başlandı.
Tarihi, İBB’ye yapılan bu saldırıyla başlatmamamız gerek. Eğer Türkiye’de seçilmişlerin devlet tarafından hak gaspına uğramasından bahsediyorsak, bunun çok uzun bir tarihi var. Kürtlerin 1990’lardaki eylemleri TOMA veya biber gazı ile değil, başka araçlarla karşılaştı. 1994’te dokunulmazlıkları kaldırılan Orhan Doğan, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak’ı hatırlamadan bunun tarihini yazamayız. Seçilmiş yerel yöneticilere yapılan saldırılar da dün başlamadı. 19 Ağustos 2019’da Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye başkanlarının görevden alınması ve yerlerine kayyım atandı ve bunu başka belediyeler izledi. 2024’te ise sırasıyla Hakkâri, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Tunceli, Ovacık ve Akdeniz belediyelerine kayyum atandı. Bu belediyelere yönelik baskılara Türkiye’nin batısından güçlü bir şekilde ses çıkarılamadı.
Kürt hareketinin İBB’ye yönelik baskılara karşı çıkan hareketin içinde olmadığı iddialarını cevaplandırırken dikkat çekilmesi gereken belki de ilk şey, Kürt halkının ve onun siyasal temsilcilerinin nasıl davranması, merkeze neyi alması, neye ne kadar öncelik vermesi konusunda çok keskin ve net düşüncelere sahip olanların genellikle bu hareket ile en az teması ve yol arkadaşlığı olan, ancak bu harekete en çok kibirle bakan kesimler olması. Gezi direnişi döneminde -üstelik direnişin başlamasında o dönem HDP milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder’in büyük emeği varken- Kürt hareketi mücadeleyi satmakla itham edilmişti. Daha sonra defalarca AKP ve HDP’nin iş birliği yapacağı iddia edilmiş, ama sonunda ittifak kuran AKP ve MHP olmuştu.
Kürt halkının, bir çözüm sürecini gözü gibi korumasının çok basit bir nedeni var. Bu sürece çok büyük bedeller ödeyerek gelmiş olması. Türkiye’de Kürt halkı 1960’lardan bugüne demokrasi ve özgürlük taleplerini farklı yöntemlerle defalarca dile getirdi. 60’larda yapılan Doğu Mitinglerinden, dernekleşmelere, yayın çabalarından, sol sosyalist partilere oy verilmesine uzanan çok çeşitli barışçıl yöntemler kullanıldı. 1984’ten sonra başlayan çatışma sürecinde ise on binlerce kişi hayatını kaybetti. Bütün bu süreç boyunca Kürt halkının talepleri değişmedi; varlığının anayasal olarak tanınmasını ve haklarının verilmesini talep etti. Bu süreçte defalarca tek taraflı ateşkesler yaşandı, Özal döneminde başlayan bir diyalog süreci ise Özal’ın ölümüyle akamete uğradı.
Şimdi bu çatışma sürecinin bitmesi, daha fazla ölümün engellenebilmesi ihtimali var. Bu yüzden Kürt hareketi ve Kürt halkı bu ihtimale gözleri gibi sahip çıkıyorlar. Çünkü bir önceki barış süreci bittiğinde neler olduğunu, Diyarbakır’da, Mardin’de, Şırnak’ta nasıl bir devlet şiddeti yaşandığını biliyorlar. Bu yüzden bu sürecin de sona ermesi ihtimaline karşı son derece dikkatliler. Üstelik hem CHP’den hem de hareketin içerisindeki sağ unsurlardan gelen tepkiler de bu dikkatin haklılığını gösteriyor. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Saraçhane Meydanı’nda yaptığı konuşmada “Dün Doğu’da bir yerde, bana göre paçavra olan bayraklar sallanırken ve o mitinge gidenlere polisler pamuk şekeri verirken, buradaki gençlere de pamuk şekeri vermelerini bekliyoruz” demişti. Eylem alanında da polis şiddetine ilkesel karşı çıkmayan, bu şiddetin kendilerine değil, Kürt hareketine uygulanmasını talep eden sloganlar ve dövizler görmek mümkün.
Oysa 23 Mart’ta DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu’nun uydurma gerekçeler ve siyasi saiklerle tutuklanmasını en güçlü şekilde reddediyoruz” açıklaması yapmış, İstanbul Newroz’unda da Özgür Özel’in mesajı okunmuştu. Sosyalistler olarak sürmekte olan barış süreciyle, AKP’nin otoriterizmine karşı mücadeleyi birbirinin karşısında veya birbirinden ayrı görmüyoruz. Bu iki mücadele de aynı anda, paralel olarak sürmek zorunda. Bir yandan bu süreçten Kürt halkının en büyük kazanımı elde etmesi için çabalarken diğer yandan AKP’nin her türlü zorbalığına aynı anda karşı çıkmalıyız.