Türkiye üretimde karşılığı olmayan, krediye-borca dayalı bir büyüme gerçekleştirmeye çalışıyor. Bunun için piyasaya karşılıksız para sürüyor, devlet garantili inşaatlar, havaalanları, köprüler yapıyor. Sanayi üretiminin milli gelire oranı son 15 yılda yüzde 20’den yüzde 16’ya düştü, ama inşaat yatırımları devam ediyor. Çünkü sanayi alanında yatırım yapacak kapitalist bulunamıyor, kapitalistler kısa dönemde hızlı kar getirecek olan inşaat alanını tercih ediyorlar.
Ekonomide kredili, sağlıksız büyüme
Tümüyle sağlıksız olan bu büyüme, artık yeterli döviz girdisi de sağlanamadığı için son bulmaya başladı. Üstelik geride yükselen bir enflasyon, peş peşe firma iflasları ve işsizler ordusu bırakıyor. Çünkü piyasalara sürülen bu paranın devamlılığı yok, yabancı sermaye girişleri çok dengesiz. Sıcak para şeklinde, sadece borsa ve tahvil alımı için gelen yabancı para ani çıkışlarla ekonominin kırılganlığını daha da artırıyor.
2016 yılında 32 milyar dolar olan cari açık, 2017 yılında 47 milyar dolara yükseldi. Cari açığın önemli bir kısmı geçmişte yabancı sermaye yatırımları ile finanse edilirdi, şimdi borç alınarak karşılanıyor, çünkü yatırım yapacak yabancı kalmadı. Kredi derecelendirme kuruluşlarının düşük not vermesi nedeniyle, alınan döviz borçlarının faiz oranları da yüksek oluyor. Son olarak Moodys Türkiye’nin notunu Mart ayında bir basamak daha indirdi.
Büyümenin bedelini işçiler ve yoksullar ödüyor
AK Parti 2002 sonunda iktidara geldiğinde, yaşanmakta olan ekonomik krizin çözümü için, o dönem uygulanmaya başlanan Kemal Derviş-IMF reçetesini uygulamaya devam etti. Bu IMF reçetesinin iki önemli hedefi vardı, birisi kamunun boşalan kasasını doldurmak, diğeri de bankaları güçlendirmek.
Bu iki sorun, dünyada o dönem ortaya çıkan düşük faizli bol kredi mekanizmasıyla hızla “çözüldü”. Ama Türkiye’de kredilerin milli gelire oranı 2003’te yüzde 13 iken, bugün yüzde 70 oldu. Yani yağmurdan kaçarken, doluya tutulduk, döviz kaynaklarımız arttı ama aynı zamanda kredi borçlarımız çoğaldı. Çünkü dışarıdan gelen düşük faizli krediler, üretken yatırımlara değil, kısa vadede hızlı kar getiren sektörlere, örneğin inşaata yönlendirildi.
Dışarıdan gelen ucuz kredilere aracılık eden bankalar çok para kazandılar, kamu ise KDV, ÖTV diyerek vergileri artırdı, özelleştirme adı altında halkın kaynaklarını sattı ve böylece o da rahata kavuştu. Ama olan vatandaşa oldu. Bugün Türkiye’de 4 milyon kişi kredi borcunu ödemekte sorun yaşıyor, bu önemli bir rakam. Özelleştirilen işletmelerden yüz binlerce işçi atıldı, şimdi Şeker Fabrikaları özelleştirilmek isteniyor, hem işçiler, hem de pancar üreticisi köylüler işsiz kalacak. AKP dönemindeki büyümenin bedelini işçiler ve yoksullar ödedi, ödemeye devam ediyor.
İşsizlik sürekli artıyor
Hükümetin durgunluğu aşmak, günü kurtarmak için piyasaya karşılıksız para vermesinin sonucunu, enflasyondaki ve işsizlikteki yükselişte görüyoruz. Açıklanan resmi enflasyon bir yılda yüzde 8’lerden yüzde 12’lere çıktı. Pazar yerlerindeki gerçek enflasyonun ise yıllık en az yüzde 30’ları bulduğunu hepimiz biliyoruz. TÜİK’in Mart 2018’de açıkladığı verilere göre 2017’de Türkiye’de işsizlik yüzde 11 oldu, resmi işsiz sayısı 3,5 milyon olarak açıklandı, gerçek işsizlerin sayısı ise 6 milyona ulaştı.
2017 yılı enflasyonu yüzde 12 olarak açıklandı. Gıda ürünlerindeki artış ortalama yüzde 30’u buldu. Memurların, emeklilerin ve asgari ücretlilerin maaşları ise son bir yılda sadece yüzde 8 arttı. Aralık 2016’da yüzde 12’ye kadar çıkan işsizlik oranı biraz düşse de hala çift hanelerde dolaşıyor. Zaten 2017’de düşen işsizlik oranı ile ilgili iki sorunlu noktanın olduğunu belirtmek gerekir:
Çırak, stajyer ve kursiyer sayısında suni bir artış oldu, bu da işsizliği görüntüsel anlamda azalttı, gerçekte bu kişiler sürekli ve sigortalı bir işe sahip değiller.
Yüksek büyüme için piyasaya karşılıksız para sürüldü, bütçede yüksek açık verildi.
İşsizlik alanındaki temel sorun işsizliğin 1980’lerden bugüne düzenli bir şekilde artması. 1980 ve 1990’larda yüzde 7’lerde seyreden işsizlik oranı 2000’lerde yüzde 9’a sonrasında da yüzde 11’e kadar yükseldi.
Çözüm: Birleşik mücadele, tek sınıf, tek sendika.
İşçilerin büyük çoğunluğu sendikalara olumlu bakıyor. Çünkü işçiler, sendikaların kendi haklarını savunmada önemli bir kurum olduğunun bilincinde. Her bir işçinin çalıştığı işyerinde muhakkak ya bir sigorta kaydı konusunda, ya izin hakkı için veya ücret alacakları ile ilgili sorun yaşaması kaçınılmazdır. Sendikalar bu noktada işçinin en önemli destekçisi olmaktadır veya olmalıdır.
Sendikal alanda yaşanan en büyük sorun işçi sınıfının pek çok sendikal yapıya bölünmüş olması. Bu sınıfın mücadele gücünü azaltan bir husus. Bunu aşmalıyız, en azından çalıştığımız her işyerinde tek bir sendikada toplanmayı başarmalıyız. İşçileri sendikalara üye olmaya teşvik edelim, sendikal harekete güç kazandıralım.
Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadeleyi, göçmenlerle dayanışmayı, her türlü ayırımcılığa karşı mücadeleyi, işçi sınıfının enternasyonal dayanışmasını, işçi sınıfının haklarını savunmayı öne çıkaralım, bu konularda gösteriler örgütleyelim.
Ekonomi büyüdü ama neye rağmen?
2003-2017 arasında (büyük kısmı 2003-2008 döneminde olmak üzere) yıllık ortalama yüzde 6 büyüme sağlandı. Önceki 50 yılda sağlanan büyüme ise yüzde 5 idi. Bu anlamda AKP döneminde yaşanan büyüme, önceki dönemlere göre daha yüksek. Ama bu tümüyle yabancı sermayeye bağımlı bir büyüme. Yabancı sermaye olmadan ekonomi yerinden kıpırdayamaz hale geldi. Yabancı sermaye ise belirli bir faiz karşılığında geliyor. AKP’nin ilk yıllarında yabancı sermayenin Türkiye’ye maliyeti yüzde 4 idi, büyüme ise yüzde 7-8 civarındaydı. Bugünlerde gelen yabancı sermayenin maliyeti yüzde 7, büyüme ise yüzde 6.
Büyümeden daha fazla faiz öder duruma geldik. Sermayenin getirisi, yani faiz, büyüme oranını geçerse, o ülkeden yurt dışına sermaye transferi gerçekleşiyor demektir, yani o ülke faiz lobisinin egemenliği altına girmiştir. Tayyip Erdoğan ve danışmanlarının sık sık söylediği “Ülkemizi faiz lobisinden kurtaracağız” söylemi, uygulanmakta olan ekonomi politikalara bakıldığında boş bir söylem olmaktan öteye gitmiyor.
Moody’s Türkiye’nin notunu bir kez daha indirirken şöyle dedi; “Yabancı sermaye bağımlığınız çok yüksek. Bu bağımlılığı azaltırsanız kredi notunuz yükselir”. Uluslararası kapitalizm, Türkiye’deki kredi bağımlılığını tespit ediyor ve bu durum düzeltilmezse kriz olacağını söylüyor, ama AKP iktidarı borçla büyüme dışında bir icraat sergileyemiyor. Türkiye bu ekonomik tablosu ile dünya kapitalizminin zayıf halkalarından biri haline gelmiştir.
Türkiye işçi sınıfı, ekonomik krizi dikkatle izlemeli, krizin yükünün kendi üstüne yıkılmasına itiraz etmeli, kazanılmış haklarını titizlikle korumalıdır.
Zengin ve yoksul arasındaki uçurum
Uygulanan yanlış ekonomik büyüme modellerinin bir sonucu olarak Türkiye gelir adaletsizliğinin en yoğun yaşandığı ülkeler arasında yer alıyor. Gini katsayısı kıyaslanarak hazırlanan gelir adaletsizliği tablosunda Türkiye, OECD ülkeleri arasında Şili’den sonra en kötü durumda olan ülke. G20 ülkeleri arasında ise Türkiye bu kez Güney Afrika’nın ardından ikinci sırada yer alıyor. Türkiye ekonomisinin görünen tablosu şöyle:
-1 dolarlık yerli imalat için 0,82 dolar ithalat gerekiyor. Yabancı sermaye ve yabancı mallara bağımlılık haddinden fazla arttı.
-4 milyon yurttaş, borçlarını ödeyemiyor..
-TÜİK verileri ciddi derecede sorgulanır noktada, TÜİK güvenilirliğini kaybetti.
-50 milyar dolar civarında cari açık.
-Son iki yılda sürekli değer kaybeden TL.
-Çift haneli enflasyon.
-Çift haneli işsizlik.
-Artmayan maaşlar.
-Bozukluğu bir türlü düzelmeyen gelir dağılımı.
TÜİK bugün kişi başına gelirimizin 12 bin dolar olduğunu söylüyor. Buna göre sadece 4 kişilik bir ailenin yıllık geliri 48 bin dolar, aylık geliri 4 bin dolar yani 15 bin lira olmalı. Ailesinin aylık geliri 15 bin lira olan kaç kişi vardır? TÜİK’in Yaşam ve Gelir verilerine göre aylık geliri bu seviyenin altında olan kesim nüfusun yüzde 90’ının oluşturuyor. Bu gelir adaletsizliğinin ulaştığı korkunç boyutları gösteriyor.
Hassas nokta: Kredi borçları
Günümüzde Türkiye ekonomisindeki darboğazın odak noktası krediler. 2001 krizinde faizler bir anda yüzde 3 bine fırlamıştı, ama kredi kullanımı bugünkü ölçüde yaygın değildi. Kredilerin GSYH’ye (Milli Gelire) oranı yüzde 13’lerdeydi, bugün bu oran yüzde 70’lere dayanmış durumda. Bankaların dağıttığı kredilerin toplamı 2 trilyon TL’yi geçti. Bu nedenle faizlerdeki en ufak kıpırdanma anında iflaslara yol açabiliyor. Bankalar ticari kredi faizlerini artık yüzde 18’lere yükseltmiş durumda. Konut kredileri yüzde 14’lerde seyrederken ticari kredilerdeki bu yükseklik, yatırımları büyük ölçüde engelliyor.
Ama dövizde (euro ve dolar ortalamasında) son bir yılda yaşanan yüzde 40 artış, faizleri yüzde 18’lerde tutmayı da irrasyonel hale getiriyor, çünkü hiçbir banka bu rakamlar ortadayken piyasadan TL mevduatı toplayamaz, topladığı döviz mevduatını da bu faiz oranları ile dağıtamaz. Bankaların uzun süre dövizdeki yüzde 40 artış ile faizlerdeki yüzde 15’lik düzey arasındaki makasa dayanması mümkün olmaz. Yani ya faizler artacak, dövizdeki artış oranını yakalayacak, ya da dövizdeki artış durdurulacak.
OHAL’in ekonomik sonuçları
Resmi işsizlik yüzde 11’e yükseldi. İşsizliğin azaltılması için yatırımların artması, yeni iş yerlerinin açılması gerekir. Ama OHAL koşullarında yerli veya yabancı hiçbir kapitalist yatırım yapmaya yanaşmıyor.
Dolar+euro ortalama kuru, son dönemde 4,50 TL’ye kadar yükseldi. Ortalama kur geçen yılın başında 3,10 TL seviyesindeydi. Son bir yılda dövizde meydana gelen artış yüzde 40’a yaklaştı. Mevduat faizleri yüzde 15’lere yükseldi, ama TL’nin döviz karşısındaki değer kaybı engellenemedi.
OHAL koşullarında hiçbir kapitalist, Türkiye’de iş ve yatırım yapmak istemiyor. OHAL’in peş peşe uzatılması, piyasalarda “Artık OHAL kalıcılaştı” algısını yarattı. Bu da yatırımları durma noktasına getirdi. Batı dünyasıyla gerginleşen ilişkiler, uzun vadede Türkiye kapitalizmini daraltan etki yapıyor.
OHAL koşulları, keyfi KHK yayınlamalar ekonomide bozulmalara yol açıyor. Hukuksal olarak kendini güvende hissetmeyen yerli ve yabancı yatırımcılar hızla ülkeden kaçıyorlar, döviz ve faizler almış başını gidiyor. Hükümetin ise bütün bu gelişmeler karşısında tek yapabildiği piyasaya karşılığı olmayan TL sürmek.
Bugünlerde yaşadığımız ani döviz yükselişleri, borsadan ve tahvillerden çıkmakta olan sıcak paranın geride bıraktığı yıkımlardır. Türkiye kapitalizmi bu yıkımlarla uzun bir süre boğuşmaya devam edecek. Çünkü dış ticaret sürekli açık veriyor. Turizm gelirleri, OHAL koşullarında yeterince turist gelmediği için bu açığı kapatmaya yetmiyor. Açığı kapatabilecek doğrudan yabancı sermaye yatırımı OHAL nedeniyle gelmiyor, hatta var olanlar kaçıyor. Bütün bu gelişmeler üst üste eklendiğinde dövizin TL karşısında değerlenmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Hükümet, dünya kapitalizminin krizine ek olarak kendi yarattığı OHAL sistemi ile krizin daha da derinleşmesine yol açıyor. Ayrıca enflasyona yol açarak krizin faturasını yoksullara çıkarıyor. Enflasyonu engellemek için hiçbir şey yapmıyor. İşsizlik ve pahalılık, işçi ve emekçiler için can yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Türkiye’yi yöneten AKP’nin kapitalist bakışının yoksulların sorunlarına çözüm üretmesi mümkün değil.
Faruk Sevim
(Sosyalist İşçi)