Saraçhane tartışmaları: Sosyalizm ve Kemalizm arasındaki farklar

Tekçi anlayışa ve Türk bayrağında birleşmeye neden karşıyız?

CHP, Saraçhane mitinglerinden bu yana hareketi kendi etrafında birleştirmeye çalışıyor. Bunun için de sık sık Atatürk’e atıf yapılıyor, İmamoğlu tarafından Türk bayrağına vurgu yapılıyor.

Sokaklardaki milyonlarca kişi bu harekete birçok çelişkiyle katıldı ve Türk bayrağı tam da ana muhalefetin istediği üzere, bu çelişkilerin üzerini örtmeye yarayan bir örtü görevi görüyor. Oysa bu çelişkileri bambaşka bir yerden görünür kılarak hareketi çok daha özgürlükçü, antikapitalist ve sınıf temelli bir mücadeleye doğru genişletmek de mümkün.

Peki, Türk bayrağı neden birleştirici olamıyor?

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti çok etnikli bir coğrafyada, sert bir ırkçı milliyetçilik etrafında, Anadolu’nun “Türkleştirilmesi” saikiyle kuruldu. Türk bayrağı, hiçbir zaman bu coğrafyada yaşayan tüm halkların yani Türkiyelilerin ortak bayrağı olamadı. Her zaman ‘Türklerin bayrağı’ olarak kaldı. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler bu ırkçı politikaların bedelini ağır biçimlerde ödediler. Anadolu zorla Türkleştirildi, Türk olmayan diğer Müslüman etnik gruplar asimile edildi. Buna en fazla direnen halk da Kürtler oldu. Dolayısıyla Türk bayrağı, Türklükte birleşmenin sembolü olageldiği için, bunu reddeden sosyalistlerin, feministlerin, anarşistlerin, lubunyaların, Kürt özgürlük hareketinin ve daha birçok toplumsal kesimin altında birleşebileceği bir sembol değil.

Türk bayrağı ayrıca bir devlet sembolüdür. Devlet, sosyalistler açısından tarihin belli bir aşamasında sınıfların ortaya çıkmasıyla oluşan ve insanlığın özgürleşmesi için mutlaka bir gün ortadan kaldırılması gereken bir baskı aygıtı. “Devletin olduğu yerde özgürlük yoktur” diyen Lenin’in mücadelesini sahiplenenler hiçbir mücadeleye egemen sınıfın aracı olan devlet sembolleriyle dahil olmazlar. Mücadelelerin her zaman kendi sembolleri olur ve onlar taşınmalıdır. Bu kimi zaman lubunyaların gökkuşağı bayrağı olur, feminizmin mor bayrağı olur, işçi sınıfının kızıl bayrağı olur veya hareketlerin kendi içlerinden yarattıkları kendilerine özgü semboller olur. Ama asla devlet sembollerini kullanarak milliyetçiliğe prim vermezler. Ezilenlerin egemen sınıftan ve onun sembollerinden koparak özgürleşmelerini sağlamaya çalışırlar.
CHP, bir egemen sınıf partisi olarak hareketi devletçi ve milliyetçi bir çizgide tutmak istiyor. Türk bayrağı ve Atatürk vurgusu da bu yüzden. CHP’den daha sağda duran ırkçı ve faşist gruplar da bu sembolleri savunuyor çünkü onlar da hareketin sola kayması önlenirse daha sağa evrilmesinin önünün açılacağını biliyorlar.

Saraçhane mitinglerinde faşist gruplar tam da bu sayede birçok sosyalist gruba, LGBTİ+’lara ve Kürtçe dövizlere fiziksel olarak saldırma imkânı bulmuşlardı. Hareketi tekçi bir yapıda, yani Türklük ve Türk bayrağı etrafında tutmanın meşruiyetine dayanarak diğer tüm bayrakları, dövizleri ve sembolleri zorla kaldırtmaya çalıştılar.

Hepimiz bu tekçi zihniyete karşı mücadele ediyoruz. Bu hareketi özgürlükçü kılacak olan şey, Türk bayraklarını aşan bir çoklu politik radikalliktir. Bayraklarda, devlet sembollerinde ve milliyetçilikte değil tüm bunları aşan bir gelecek tahayyülünde buluşabiliriz.
Buradan, CHP’nin sınırlı merkez siyasetini aşan özgürlükçü bir kitlesel sol seçenek çıkarmak için yan yana gelmemiz, faşistleri püskürtüp öğrenci ve kitle mücadelesinin taleplerini bir araya getirmemiz gerekiyor.


‘Mustafa Kemal’in askeri’ değiliz

Sokaklarda atılan bu slogan bize iki şeyi açıkça gösteriyor. Birincisi, Mustafa Kemal’in bir kurtarıcı figür olarak görülüyor oluşu. İkincisi ise Kemalist dönemi ve o dönemin uygulamalarını olumlayarak kurtuluşun benzeri politikalarda olduğunun vurgulanması. Tabii son derece militarist ve orduyu göreve çağıran tehlikeli bir anlamı daha var.

Kemalizm ne ilericidir ne de sol bir ideoloji. Kemalizm, Türk-Müslüman etnik kimliği etrafında kalkınmış bir kapitalist ulus-devlet kurma projesinden başka bir şey değildir.

Kemalizm eski kuşaklar tarafından tam bağımsızlık ve antiemperyalizm olarak görüldüğü için sahipleniliyordu. Böyle görülüyor olmasının nedenlerinden biri, Sovyetler Birliği’nin devletçi bir planlı ekonomi sayesinde dünyanın en büyük ikinci süper gücü haline gelmiş olmasıydı.
Fakat Sovyetleri sosyalist bir yapılanma olarak görenler bütünüyle yanılıyordu. Stalin’in tek adam ve tek parti diktatörlüğü ile birlikte Sovyetler rejimi bir devlet kapitalizmi haline gelmişti. Yani bürokrasinin kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği dev bir gizli servis teşkilatına sahip, ülke ekonomisinin kapitalist dünya pazarlarında diğer ülkelerle rekabet halinde olduğu, işçi sınıfının ülke yönetiminde hiçbir söz hakkına sahip olmadığı ama rejimin kendisini işçi iktidarı olarak anlattığı bir tek parti diktatörlüğüydü.

Sovyetlerin bu durumu birçok açıdan 1930’lar Türkiye’siyle benzerlikler içeriyordu. Seküler bir bürokratik tek parti diktatörlüğü altında Türkiye de Sovyetlerden edindiği planlı kalkınma modeliyle devletçi bir ekonomik modele geçmişti. Sovyetler Birliğe ile kurulan yakın, dostane ilişkiler, Stalinist Partilerin Kemalizmi ilerici olarak görmesine yol açtı. Oysa Lenin’in 1917 devriminin hemen öncesinde yazdığı Devlet ve Devrim kitabında dediği gibi; “Devlet var olduğu müddetçe özgürlük diye bir şey olamaz. Özgürlük olduğundaysa devlet diye bir şey olmayacaktır.”

Stalinizm, Leninizm’in devamı değil, aslında işçi iktidarını yok eden bir karşı devrimdi. İşçi demokrasisinin olmadığı yerde bir sosyalizm tahayyül edilemez. Devleti yıkmak ve devletsizlik sosyalizmin en temel hedefiyken orada bir Süper Devlet kurmuştu Stalinizm. Üstelik Avrupa’nın yarısını doğrudan işgal eden emperyalist bir devletti bu.

Kemalizm’i antiemperyalist olarak görmek mümkün değildir. Emperyalizm yine Lenin’in teorileştirdiği üzere, kapitalizmin yayılmacı evresi olarak özetlenebilir. Bu nedenle, anti-emperyalist olabilmek için anti-kapitalist olmak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiçbir zaman antikapitalist olmadı. Bunun yerine, devletçiliği kapitalist bir piyasa ekonomisi oluşturmak amacıyla, temel altyapının hazırlanması için kullandı.

Dolayısıyla bugün özgürlük isteyen bizler bu geleneğin takipçisi olamayız.

Bir ‘tek adam’ rejimine karşı başka bir tek adam rejimine öykünemeyiz.

Kurtuluşu geçmiş yönetim modellerinde bulamayız.

Ayrıca kimsenin askeri falan da değiliz. Bir kişinin askeri olmak, emir almak, ölmek ve öldürmek değil; eşit koşullarda, özgürce yaşamak için mücadele ediyoruz.


Düşlerimiz İmamoğlu’ndan büyük

Ekrem İmamoğlu merkez sağ siyasetin ürünü olan bir inşaat şirketi sahibi. Gençliğinde, neoliberal politikaları uygulayan Anavatan Partisi’nin gençlik kollarında aktif siyaset yapmıştı. CHP içerisindeki merkez sağ siyaseti temsil eden en önemli kişi konumunda. Cezaevinden izlediği Saraçhane mitinglerine ve diğer mitinglere sürekli olarak Türk bayrağında buluşma mesajları gönderiyor. Gençlik hareketinin Taksim ısrarını elbette sahiplenmiyor, çünkü Taksim, İmamoğlu için sandıktan uzaklaşmak anlamına geliyor. İmamoğlu’nun isteği, Erdoğan’ı sandıkta yenen kişi olmak. Siyasi ufku bundan ibaret.

İmamoğlu önce Beylikdüzü sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olsa da sol adına, sosyal demokrasi adına yaptığı pek bir şey yok. Örneğin İstanbul’da beklenen depremle ilgili kayda değer bir çözüm önerisi olmadı. Örneğin, CHP belediyeleri herhangi bir mahalleyi örnek proje ilan ederek bir sosyal dönüşüm projesi başlatabilirdi. Hiçbir yurttaşın mağdur olmadığı, onları müteahhitlere terk etmeyen, çevreye duyarlı, herkesin haklarının korunduğu bir dönüşüm gerçekleştirmek mümkündü. Sosyal uygulamalar denilince halk ekmek, halk süt ve kent lokantaları akla geliyor sadece – ki bu da çok sınırlı bir bakış açısı.

Neoliberalizm tüm dünyada bir kriz içerisinde. Bu; eşitsizlikler, savaşlar ve yeni krizler üreten bir kapitalist sermaye birikim rejimi. İmamoğlu’nun böyle bir rejime karşı da tek bir sözü dahi yok. Oysa işçi sınıfını yoksulluğa mahkûm eden politikalar Erdoğan’ın bireysel uygulamalarıyla sınırlı olmayıp neoliberal uygulamaları da içeriyor – Neoliberalizmin krizi, Erdoğan ve benzeri otoriter rejimleri dünyanın birçok yerinde iktidara taşıdı, çünkü yoksullaşan yığınlar bir alternatif göremedikçe güvenlikçi sağ ve hatta aşırı sağ politikalara meyletme eğiliminde olur.

Ekrem İmamoğlu, Cumhurbaşkanı olduğunda hangi ekonomi politikalarını uygulayacak? Sermaye yanlısı mı işçi yanlısı mı olacak? Her ikisini birden savunmak mümkün mü?

Bu soruların yanıtları şimdiden belli. İmamoğlu’nun neoliberal uygulamaları devam ettireceği çok açık. Bunu elbette Erdoğan’dan farklı bir biçimde yapacak ama radikal bir kopuş sergilemeyip sermaye dostu olmaya devam edecek. Bu siyasi çizgisi nedeniyle öğrenci hareketinin radikalleştirmesini de istemiyor. Hareketin ufkunu daraltan bir politik çizgi sergiliyor.

Sandık zamanı geldiğinde İmamoğlu için oy kullanmak zorunda kalabiliriz, ancak sandık siyasetinin dar ufkuyla hareket etmek zorunda değiliz.

Başka bir dünya mümkün, diyorsak, kendimizi yeni bir siyasetin kurucu özneleri olarak görebiliriz.

Özdeş Özbay

son yazıları

(Dosya) Hareketin tartışmaları
Direnişte faşizme, ırkçılığa geçit yok
Sokaktan greve, grevden zafere!

ilginizi çekebilir

sayfalar için dörtlü kapak
(Dosya) Hareketin tartışmaları
imamoglu-icin-ogrenciler-ayakta-9-ilde-20ye-yakin-universitede-eylemler-suruyor-lwcx_cover
Direnişte faşizme, ırkçılığa geçit yok
30423e28-42bc-4aae-b2cc-19bb22493ed-xrjs
Sokaktan greve, grevden zafere!