Struma Vapuru 12 Aralık 1942 Cuma günü Romanya’nın Köstence limanından demir aldığında, Alman ordusu Avrupa’nın neredeyse tamamını ele geçirmiş, kuzeyde Leningrad’ı kuşatmış, Moskova varoşlarında durdurulmuştu.
Amerika bir gün önce savaşa girmiş, Nazilerin Ultra-Soykırım planı çoktan uygulanmaya başlamıştı. Yüz bine yakın engelli-özürlü 1939 Eylül’ünde gaz odalarında imhanın ilk kurbanları olmuş, 1941 Eylül’ünde Kiev şehrine yakın Babi Yar’da 33.711 kişi kurşuna dizilirken, Auschwitz’te mavi asit de denilen Zyklon B gazı 900 Kızıl Ordu savaş esiri üzerinde denenmiş, Ekim ortalarında Almanya ve Avusturya’dan Yahudi, Roman-Sintilerin toplama ve imha kamplarına sürgünü başlamıştı.
İşte Struma yolcuları, toptan ölüme mahkûm edilmiş, Avrupa kıtasında yaşama şanslarını yitirmiş, çoğu Romanyalı Yahudi mültecilerden oluşuyordu. Romanya’da yürürlüğe giren ırkçı yasaların Yahudilerin hayatını çekilmez hale getirdiği 1941 yılında, Eylül ayından itibaren Bükreş’te “Vasul Struma” başlıklı ilanlar yayınlanmaya başlandı. Biletler iki yüz bin ley tutuyordu. Yüz ila yüz elli yolcu kapasiteli vapur için 800’e yakın bilet satıldı. Vapurun armatörü Pandelis, Filistin’e giriş vizelerinin İstanbul’da dağıtacağını bildirdi. Bükreş’ten Köstence’ye trenle sevkedildiler. Trenden inmelerine izin verilmedi. Üç gün bekletildiler. Trenden tek tek indirilip soyunmaya zorlandılar. Evlilik yüzükleri hariç bütün değerli eşyalarına el konuldu. Yanlarına yirmi kilodan fazla eşya almalarına izin verilmedi.
Struma vapurunun motorları demir aldıktan kırk dakika sonra durdu ve 13 Aralık Cumartesi günü sabahın erken saatlerine kadar vapur açık denizde sürüklendi. Yanaşan bir römorkun motorları tamir eden makinisti bir torbanın içine konulmuş iki yüz elli evlilik yüzüğüyle vapurdan ayrıldı.
Struma İstanbul’da
İstanbul’a 15 Aralık’ta ulaşan ve limana yanaşmasına izin verilmeyen vapur, motorları yeniden arızalanınca römorkla Sarayburnu açıklarına çekildi. İngiltere’nin Newcastle tersanelerinde 1867 yılında inşa edilen, 46 metre uzunluğunda, alt yapısı sac, gövdesi ahşap, sahibi Yunan, mürettebatı Bulgar, bandırası Panama olan Struma vapurunda mürettebat hariç, 103 çocuk, 269 kadın ve 406 erkek vardı.
Uzun bir bekleyiş başladı. Vapur, mültecileri kurtuluşa taşıyan bir nesne olmaktan çıkıp yüzen bir gettoya dönüştü. Türk hücumbotları tarafından kuşatılmış, sarı bayrak çekilerek karantinaya alınmıştı. Struma’ya yaklaşabilmek, Struma’dan kaçıp kurtulabilmek mümkün görünmüyordu. Yine de, 16 yaşındaki Jakop Mandel ile David Lazarescu adlı gençler, gece karanlığında kuşatmayı yarmayı, Boğaz’ın buz gibi sularına dayanmayı ve akıntıyı kulaçlarıyla yenmeyi başardı. İnzibatlar tarafından yakalanıp yeniden gemiye getirildiklerinde, biri kemersiz, diğeri gömleksizdi. Kemer karşılığında, iki kartpostal edinmişler, gömlek karşılığında, çorba ve pirzola yemişlerdi. Onları yakalayan inzibatlar tarafından postaya verilecek olan kartpostalların annelerinin eline geçtiğini hiç bir zaman öğrenemeyeceklerdi.
Filistine kaçışı örgütleyen Siyonist teşkilatların çok sayıda militanı Struma yolcularını kurtarmak için İstanbul’a akın etti. Aralarında yıllar sonra Kudüs Belediye Başkanı olan Viyanalı Teddy Kollek de vardı. Onuncu gün, İstanbul Musevi Cemaati liderlerinden Polonya göçmeni Simon Brod’a, iaşe, ilaç ve 30 ekmekle güverteye çıkma izni verildi. Simon Brod, “Ümitlerinizi yitirmeyin, sabırlı olun” diyerek teselli etti onları. Birleşik Amerikan Yahudi Dağıtım Komitesi’nin Hahambaşılığa on bin dolar bağışta bulunduğu, “Lilly-Ayala” adı verilen bir yat alındığı, İspanya, Arjantin ve Portekiz’le görüşmelere başlandığı ve eğer tarafsız bir devlet Lilly-Ayala’nın kendi bayrağı altında seyretmesine razı olursa, ertesi gün yola çıkabilecekleri şeklinde ümit verici haberler de yayıldı.
“Wannsee Protokolü”
Struma’nın Sarayburnu açıklarında bekletildiği otuz sekizinci gün, 20 Ocak 1942’de, Nazilerin “Nihai Çözüm” planı, Berlin yakınlarındaki Wannsee Gölü kıyısında bakanlık müsteşarlarıyla düzenlenen konferansta ele alındı. Tarihe “Wannsee Protokolü” olarak geçen konferans tutanağında, Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşayan 11 milyon Yahudi’nin imhası için her türlü gayretin sarf edileceği resmîleştirildi. Kudüs’te 1962 yılında yargılanarak asılan Adolf Eichmann tarafından tutulan ve 1947’de Dışişleri Bakanlığı’nın dosyaları arasında bulunan tutanağın altıncı sayfası Yahudilerin Avrupa’da yaşadıkları ülkelere göre nüfus dağılımının yer aldığı listeye ayrılmıştı. Arnavutluk’ta yaşayan 200 Yahudi unutulmamış, Türkiye’nin Avrupa yakasındaki 55.500 Yahudi de imha planı kapsamına alınmıştı.
Struma’ya ulaşan iyimser haberler giderek azaldı. Motorları çalışmayan Struma’nın, Kasımpaşa tersanesinde kızağa alınması reddedildi. Türkiye Başbakanı, “Başka milletlerin, hele Almanların istemedikleri milleti biz ne yapalım” şeklinde demeçler verdi. Yolcuların yatak çarşaflarına yazıp küpeşteye astığı Fransızca “S.O.S.”, “Kurtarın bizi!” imdat çağrılarının yararı olmadı. “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Bizleri Kurtarın!” yazılı çarşaf da işe yaramadı. Durumu sadece Türk yetkililerinin değil, mültecilerin Filistin’e ulaşmasını istemeyen İngiltere’nin tutumu da zorlaştırıyordu. Öyle bir yalnızlık ve nefret çemberinin içine düşmüşlerdi ki, kimse onların hiçbir yere ulaşmasını istemiyordu. Boğaz’ın ortasında kalakalmışlardı…
Sarayburnu açıklarında 71 gün boyunca soğuğa, açlığa, dizanteriye karşı direnen yolculardan sadece, Vehbi Koç’un girişimleriyle Mobil şirketi Romanya Genel Müdürü Martin Segall ile eşi ve çocuğuna karaya çıkma izni verildi. Filistine vizeleri olan, Theodor Benjamin Brettschneider, Emanuel Ghefner, David Israel, Tiwia Franck, Emanuel ve Eduard Ludovic’e, hamile olan Medea Salamovitz’e de karaya çıkma izni verildi. Medea Salamovitz, Balat’taki Or Ahayim hastanesine kaldırıldı. Nişanlısına karaya çıkış izni verilmedi. Bu arada İngiltere’nin 14 yaşından küçüklere Filistin’e gitme izni vermesi de Türkiye tarafından reddedildi.
SC 213 denizaltısı
Bir Türk römorku 23 Şubat 1942 günü vapura yaklaştı. Öğle sularında da iki polis kayıkla gelip güverteye çıktı. Polislerden biri geminin dezenfekte edilceğini ileri sürerek kaptanın demir toplamasını istedi. Diğer polis yolcuların kulağına “Sizi Karadeniz’e götürecekler” diye fısıldadı. Önce sessizlik, sonra taşkınlık belirtileri görüldü, her ağızdan bir ses çıkmaya başladı. İki polis protesto sesleri arasında vapurdan ayrıldı. Çok geçmedi, seksen kişiyle geri döndüler: Silahlı ve sopalıydılar. Struma yolcuları çok direnemedi. Direniş kırıldıktan sonra çapasız, dümensiz, motorsuz vapur Karadeniz yönüne doğru çekildi. Sakin bir geceydi. Kimse konuşmuyor, çocuklar ağlamıyordu. Yön burnu açıklarında palamarları çözen çekici römork uzaklaştıktan sonra, Struma vapuru, sabaha karşı, Kaptan Dimitri Mihaelovitch Dantjko’nun yönetimindeki SC 213 Sovyet denizaltısının atış menziline girdi.
Vapurdan hayatta kalan son kişi olan David Stoliar, 24 Şubat 1942 gününü Kaptan Lazar’ın “Torpil!”, Grigori Buchspan adlı yolcunun “Mayın!” diye bağırdığını, infilakı, havaya savrulan çocukları, kadınları, erkekleri, portakal sandıklarını, kemanı, akordeonu ve yanık süt tozu kokusunu unutmadı. Vapurun alev topuna dönüp hemen battığını, soğuk sulara savrulan çocukların hemen boğulduğunu, kendisi ve Kaptan Lazar’ın su yüzünde kalmış kaptan köşkünün kapısına tutunduğunu, donmamak, uyumamak için birbirlerini tokatladıklarını unutmadı. Kaptan Lazar’ın da sabaha karşı sulara gömüldüğünü, kendisinin çakıyla intihara kalktığını, parmakları donduğu için bileklerini kesemediğini de unutmadı.
Şile yönünden bir balıkçı teknesinin yaklaştığını gördü sonra. Ona iki gün boyunca bakan balıkçılar Emniyet’i haberdar etti. Polisler Davit Stoliar’ı teslim alıp önce Şile köyüne, sonra Üsküdar karakoluna, sonra Haydarpaşa Hastanesi’ne, sonra da Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Üç hafta boyunca sorguya çekildi. 704 sabıka sicil numarası altında fotoğraflandı. Emniyet amiri, deniz fırtınalı olduğundan kurtarma gemilerinin gönderilemediğini söyledi. Davit Stoliar, “Ama deniz karanlık, ıssız ve sakindi” diye itiraz etti. Emniyet amiri sinirlendi. “Ne dediğimi biliyorum, çeneni kapa!” diye susturdu. Onu Emniyet’in elinden kurtaran Simon Brod, “Struma’dan sağ kurtulmanın bir mucize, ancak bu facianın tek tanığı olarak resmî makamların elinden sağ kurtulmanın daha da büyük bir mucize” olduğunu söyledi.
Türkiye’yi aklama çabası
Türkiye tarihinin yüz kızartıcı sayfalarından biridir Struma. Türkiye’de Struma hakkındaki tek kapsamlı araştırma Prof. Çetin Yetkin’e aittir. Ancak bu, bilimsel bir araştırmanın en basit özelliklerinden yoksun, özensiz bir çalışmadır. Öyle ki, Yetkin asıl kaynak olarak zikrettiği Maria Arsena’nın kim olduğundan bile habersizdir. Romanyalı bir yazar olan Maria Arsena, Çetin Yetkin’in “Yolcular” bölümünde hakkında ayrıntılı bilgi verdiği Arthur Leibovici’nin ta kendisidir. Yetkin, kitabının arkasında yer verdiği yolcuların listesine göz atsa, Basa ve Salomon Leibovici’nin adlarını görür ve karısı Maria Arsena mahlasıyla eserlerini yazan Arthur Leibovici’nin Struma gemisine olan ilgisinin, gemide hayatlarını yitiren akrabalarından kaynaklandığını anlardı. Olayı doğru dürüst inceleme, açıklama yerine, propaganda ve Türkiye’yi aklama çabası asıl amaç olunca, kaynakları karşılaştırma, ayrıntılarla ilgilenme, olay mağdurlarına saygılı yaklaşım gibi bir araştırmacıda olması gereken etik değerler de önemini yitiriyor ve Yetkin’in yaptığı gibi, patlamadan sağ kurtulan Davit Stoliar adlı gencin İngiliz İstihbaratı’nın ajanı olduğu ve gemiyi bombaladığı iddiası ileri sürülebiliyor.
Hatta Struma trajedisi antisemit gevezeliğe şöyle de malzeme yapılabiliyor: “Zaten böyle bir kazadan sadece bir tek yolcunun kurtulmuş olması denizcilik prensiplerine uyan bir şey değildi… Bölgedeki başka gemi ve teknelerin kurtardığı Yahudiler olamaz mıydı? Konunun uzmanları bunun mümkün olduğunu söylüyordu. Bu Yahudiler o dönemin koşulları içinde Türkiye’de saklanmış olabilirdi. İşte bu Yahudilerin yanlarındaki altın ve mücevherlerle Türkiye’de iş yaptıkları ve o dönemin ünlü iş adamlarıyla ortaklıklar kurdukları söylenegelir.”
Struma, insanlığın iflas ettiği olaylardan biridir. Haklarında Nazilerin yok etme kararı verdiği bir gruba karşı gösterilen vurdumduymazlık, mültecilere karşı gösterilen ilgisizlik ve nefret, hemen her ülkeyi kirletmiştir. Tarafsız bir ülke olan Türkiye, başka olaylarda olduğu gibi bu olaydaki sorumluluğunu da üstlenmekten kaçınmış olmasına rağmen, Naziler döneminde Türkiye’ye sığınma imkânı bulan Alman ve Yahudi aydınları kanıt gösterilerek, Türkiye’nin Yahudilere tarih boyunca kucak açtığı tekrarlanır. Ama 1934 Trakya olayları, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, soykırımın doruğa ulaştığı 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarını korumadığı, bu yüzden 3000’i aşkın vatandaşının Nazilerin temerküz kamplarında can verdiği ve savaştan sonra Yahudilerin yüzde 80’inin Türkiye’yi terk ettiği hatırlanmak istenmez.
Doğan Akhanlı
(Yazı ilk olarak 2014 yılında AltÜst dergisinde yayımlanmıştır.)