Tahayyüller gerçekliklerine yıkımlarla kavuşur

20.06.2017 - 16:46
Korhan Gümüş
Haberi paylaş

TOKİ eliyle yapılan ürkütücü binaların fotoğrafları medyaya yansıyınca bu çelişkiyi örtmek için erk sahiplerinin verdikleri cevap şöyle olmuş: "İlk parti biraz aceleye geldi. Bu yüzden ilk inşa edilen binalar beğenilmedi. Şimdi müteahhit değişti..." Sonra yetkililer, en yukarıdan başlayarak aynı nakaratı tekrarlamışlar:  "İnşallah burada tarih yeniden canlanacak, burası turistik bir çekim merkezi olacak."

Bu sözlerde şaşıracak bir durum yok: Öyle bir şehir tasavvurunun gerçeğinin (masallardaki gerçeğin) olmayacağını az çok herkes biliyor olmalı. Ama bir taraftan da söylemek zorunda. Asıl mesele sözlerin gerçeğe tekabül etmesi değil. Öyle bir şey beklenmiyor.

Bu sözün arkasındaki anlam şudur: "Söylediklerime kendim de inanmıyorum. Ancak doğruyu söylesem, kendi yaptıklarımı sorgulamam gerekecek. Bu yüzden, kendi iktidarımı tesis etmek için bu sözleri söylemek zorundayım." İktidarların asıl işlevi sorunları ortaya çıkarmaya ve çözmeye çalışmak değil, örtmek için uğraşmaktır. Şehrin yıkımı, fantazi dünyasının sarsılmasından daha kolaydır. Bu şekilde, erk açısından mekan bir oyun çamuru gibi yumuşaklık kazanır. Zaman boyutundan arındırılmış, mesafesiz olan bu temsil biçimini sorgulamak zorunlu.  "Bu binaları kim yapmış" diye sorunca, "falanca müteahhit" cevabını alıyoruz. Oysa bu cevap yanıltıcı. Kurgularla uygulama aşamasında karşılaşmanın yarattığı eşitsiz ilişkiyi yansıtıyor.

Müşterek olan hakkında bir bilgi sahibi olabiliriz.  Onu başka türlü tahayyül edebiliriz. Ama kendi başımıza, kendi irademizle dönüştüremeyiz. Çünkü onlar yalnızca bizim zihin dünyamızdaki imgeleri ile değil, müşterek bir alanda paylaşılarak, her seferinde yeniden üretilirler.  Peki o zaman bu başımıza gelene ne diyeceğiz? 

Buna karşılık gücün mekan temsilleri ile bağlantılı olan şehrin her kavranış biçimi, kendi dünyası içinde gelişir, izler bırakır, etkileşir, oluşur. "Kentsel dönüşüm" kavramındaki mevcudun dışarıda bırakılması, işaretsizleştirilmesi ve yıkımın kutsanması bu nesneleştirici bilişsel sistemin bir işlevidir. İnsani emeği, temsil alanı dışındaki her şeyi hiçleştiren erk, ne kadar bilgiye, güce sahip olursa olsun, imkansız bir işe soyunur. Bilmesinin imkansız olduğu bir müşterek alan olarak şehrin kendisi, şiddet karşısında başka bir anlam düzeni içinde zorlanarak savrulur. Onu temsillere bağlayan ilişkileri gizlediği ölçüde, gücü yetenin istediği yere savurmaya çalıştığı bir yer halini alır.

Kafka'nın romanlarındaki her şeyi bilen ve bu yüzden kimin olduğu bilinmeyen bürokrasi buradaki şehir bürokrasisinin tam tersidir. Burada taraflar bilinmektedir ve şehir bürokrasisi doğa üstü, anlaşılmaz değil, somut ve birleştirici bir güç halinde, tarafların kendisidir. Bu yüzden karşımıza çıkan "muhalefet" ancak güç sahiplerinin sesidir ve hiç bir zaman şehre yapılan müdahalelerin maddi praksislerini, araçlarını sorgulamaz. Kurumsal işleyişler gerçekleştikten sonra yalnızca sonuçlarına itiraz eder. Böylece semptom üzerindeki işaretleme, şiddeti, haksızlığı ve eşitsizliği karşıtlıklarla gizler. Böylece bütün taraflar erkin koruyucuları olarak hizmet eder.  Demokratik hukuk toplumlarının karşıtı gibi gösterilen kafkaesk bürokrasi ise (Nazi devlet düzeni) ise şehirsel tasarım işlerinin, sanat ve kültürün teknik bir işmiş gibi kabul edildiği bir bilişsel alan üzerine kurulur. Örneğin planlar, kentsel tasarım projeleri , kamusal alanların nasıl düzenleneceğine dair siyasal kararların içeriğini oluşturur. Buradaki sistem hem odur, hem de onun tersidir: Bütün bu bürokratik dünyanın hem gerçekleştiği, hem de tiye alındığı bir durumdur. Böylece sınıfsal çelişkilerin, asimetrinin üzeri karşıtlıkla örtülür.  

Örneğin şu söz var ki insanın büsbütün tüylerini diken diken ediyor: "Sur'da inşa edilen binalar  Diyarbakır mimarisine uymuyor"muş. Sanki sonuç başka türlü olabilirmiş gibi. Yaşanan felaketten sonra ne bekliyordunuz? Diyarbakır'ı nasıl bir şeye benzetmek istiyordunuz? Şehrin mükemmel bir taklidinin yapılmasını mı bekliyordunuz? Yoksa siz de şehrin sizin tahayyüllerinize uymayan unsurlardan (koruma adına) arındırılmasını mı? Orijinaline ne kadar benzetilmeye çalışılırsa bir nesne o kadar fazla taklit olmaya mahkum olur. (İstanbul'un tarihi semtlerinde "restorasyon" diye yapılan işlere bir bakın.) Sorunu yalnızca "kötücülleştirme" üzerinden okuduğumuzda sorunu kavrayamıyoruz.

Olumsuzlama, sorunu büsbütün dışarıda bırakır. Fantazinin patolojik çekirdeği paylaşıldığı ölçüde sorunu örtmeye yarar. Onun imgeselliğini imha ederek erkin el koyduğu bir mesele haline getirir. Böylece hayatın nesneleştirilmesi garanti altına alınmış olur.

Buna karşılık bu imkansızlık, işaretsizleştirilenleri yarattığı travmatik bir hakikat algısıyla motive eder. İşaretsizleştirilenler işaretsizletirenler tarafından temsil edildikleri izlenimi edinirler. Boyun eğmenin bir başka yolu da bu şekilde "muhalefet" tarafından performe edilir.

Gerçek, felaketlerle karşımızda belirir. Bilişsel sistem içinde örtük bir biçimde kendisini göstermeye çalışır.

Bu yüzden bir kalıntı, bir işaret olarak bir kenarda duracakken, tam da yok olduğu, silindiği anda (ve birden bire) gücün pençesinden kurtulur. Hayaletvari bir varoluşa dönüşür. Sanki özellikle bir bela olarak birilerini sürekli rahatsız etmek için yaratılmıştır. Hiç beklenmedik şekillerde karşımıza çıkar, erki tersine çevirip karşıtını yaratır, yok ettiğini canlandırır.

İktidar kimliği bir öz olarak tanımlar ve imgeselliğini imha eder. Bu yüzden kimliğin inşası ile bastırılması, yok edilmesi arasındaki  fark silinmiş olur, kaybolan ile hakim olan aynı şeyin ters yüzleri haline gelir. Bu yüzden varlıkları yokluğa, yoklukları varlığa dönüşür. Kendisini temsille özdeşleştiren bağların sökülmesini bilemediği koşullarda bilişsel alan kurgunun gerçeğe dokunmasına neden olur. İşte o anda ortaya çıkan şeye kimse hükmedemez, kendi kontrolü altına alamaz. Görünen şiddet belki de bu görünmeyen şiddetin yarattığı şiddete karşı bir savunma, bu kontrolü kaybetme korkusunun yarattığı bir tepkidir.

Tahayyüller gerçekliklerine ancak yıkımlarla kavuşur. Ölümlerle, kırımlarla.Yıkımlar, kırımlar tahayyüllerin gerçeğe en yakın halleridir. İmgelerinin  gerçeğe dönüşme, temsile dahil edilme halleridir. Bilişsel olan hiç bir zaman bu öze ulaşamaz. Dolayısı ile şehrin yıkımla yok oluşu, paradoksal bir biçimde varlığının bir semptomudur. Yokluğun varlığa dönüşmesidir. Bu yüzden felaketler, kırımlar tekrarlanıp durur.¹

Hayatı tasarlamanın mümkün olduğu an ancak ölümdür, yıkımdır. Bir başka deyişle bu yok oluş, paradoksal bir biçimde gerçeğe yaklaşma biçimi olarak görülebilir. Kimlikler (mesela Kürtler) gerçekten de var oldukları için yok sayıldılar, şehirlerinden sökülmeye çalışıldılar. Sur'un kırımı, yok oluşu, kimliklerin (Ermeni, Rum, Yahudi…) kendi gerçekliklerine en çok yaklaştıkları andır.

Bilişsel ağlar ya temsil ilişkilerini sabitleyerek toplulukları tehdit altına alır, ya da  özgürleştirerek geliştirir. Bu krizi çözmeye çalışmak, hakikate ulaşmak üzerine değil, bu hayale (kurguya,  arayüze) çoklu, eşitlikçi bir deneyim niteliği kazandırma çabası üzerine kurulabilir. İktidar gücü etrafında yuvalanan ayrıcalıklı çıkar gruplarının en önemli amacı şehirleri bu tür deneyimlere, paradigmatik yöntemlere, ilişkilere kapatmaktır.

Bruno Latour’un dediği gibi “biz hiç modern olmadık”. Olmadık ama olabileceğini zannettik. Çünkü bu yolla kendimize ayrıcalıklar, imkanlar sağladık. Şehirleri nesneleştirirken kendimizi de nesneleştirdik. Başkalarına zeka bırakmazken, kendimiz de zekadan mahrum kaldık.

İşte bu yüzden "uzmanlar" veya "bilen" özneler olarak her şeyin katılım hakkının olduğunu, her şeyi bu özcü şiddetten muaf hale getirmediğimiz sürece şehrin, müşterek hayatın olamayacağını artık itiraf etmemiz gerekiyor.

Korhan Gümüş

1 "Şiddet imgeleri hemen dağılıp göreli bir hafıza kaybı haline gelir, çünkü zulme uğramanın etkisi asla bir sonuca varmaz, sürekli tekerrür eder." Jake Chapman, Nick Hackworth ile söyleşi, “Anlamsızlık Aleminde” Sergi Katalogu sayfa 26, ARTER

Bültene kayıt ol