Evet, istersek değiştirebiliriz!

31.05.2017 - 13:04
Korhan Gümüş
Haberi paylaş

68'lerin o meşhur sloganı “Her şey politiktir!”

Evet, her şey politiktir. Aklınıza ne geliyorsa, cinsellik, kültür, sanat,  mekân...

Bu sloganı şöyle de okuyabiliriz:

“Her şey politikadan daha fazla politiktir!” Cinsellik alanı örneğin, politikadan daha fazla politiktir.

Ama ne olduysa, nasıl olduysa bu slogan çoğu zaman tersinden okunmuştur:

“Politika her şeydir!”

Çelişki, bu sloganın büyük bir kolaylıkla tersine çevrilmesindedir: “Evet, her şey politiktir. Bu yüzden hangi alanda, hangi konuyla ilgili olursan ol, sakın partinin çizgisinden çıkma. Parti her şeydir. Parti ne istiyorsa, onu yap!”

Bu şu anlama gelir: “Politikada taraf ol yeter. Gerisi seni ilgilendirmez.”

Tam da bu nedenle, her şeyin politik olduğunu söylemek, politikayı toplumsal alanlara uygulamayı değil, politikayı etkileşimli hale getirmek, şiddetten arındırmak demektir. Bu ters yüz etme uğraşı, her şeyi düzenlediğini zanneden politikadan çok daha radikal bir değişim yaratır. Kendisini merkeze yerleştiren politikadan yalnızca düşünsel değil, eylemsel bir kopuş getirir.

Demek ki iki farklı politika yapma biçiminden söz edebiliriz:

Bunlardan birincisi toplumsal alanı temsile dâhil eden ilişkileri inşa eden asimetrik (sınıf perspektifi olmayan) bir siyaset. Diğeri toplumsal alanı temsile dâhil eden bağları sökme tekniklerini araştıran, deneyimleyen özgürlükçü siyaset. Bu ikincisi, “devrimci” olma vasfını devleti ele geçirme pratiklerinden değil, doğal olarak özgürlükçü olmasından alır. Yani süreçleri öne çıkarır, yalnızca tercihlerden oluşmaz. Tercihleri de dikkate bu açıdan dikkate alır.

Siyaset, yalnızca devlet gücü kullanılarak toplumsal alanı düzenleme işlevi değil, devlet gücünün (toplumsal alanın geliştirilmesi, korunması, v.s. amacıyla) düzenlenmesidir. “Milletin egemenliği” kavramı olmadan, hiç bir milli devlet anayasal bir temele oturamaz.

Çünkü temsil iddiası her zaman temsil edileni kendisine dâhil eden bir asimetri içerir.  

Türkiye'de siyasetin milletin “egemen” olduğu değil, milletin “ricacı” olduğu bir anayasal zeminde şekillendiği söylenebilir.

Çünkü Türkiye'de siyaset milli devletlerin kuruluşuna yol açan süreçteki neo-klasik yapısını hiç bir zaman kaybetmedi. Bu yapı, siyasetin semptomatik bir şekilde değişimiyle kendi kendisini yeniden üretti. Sınıf perspektifi olmadan, temsil adaletsizliğini sorgulamadan bu yapının değişmesi mümkün değildir.

Bunun da nedeni, ne kadar çelişkili olursa olsun, sol hareketlerin dahi neo-klasik, sınıf perspektifi olmayan siyaset modelini benimsemiş olmalarıdır. (Yani kendisini merkeze alarak toplumu değiştirme, devrim yapma modeli.)  Siyaseti merkeze almak demek bütün siyasal praksisleri belli bir modelde, milli devletin yapısı içinde biçimlendirmek demektir.

Burada sorulması gereken soru herhalde karşı çıkışın, itirazın iktidar tarafından nasıl içselleştirildiğidir. Paradoksal bir şekilde temsil sisteminin hışmına uğrayan, işaretsizleştirilen kitleler gene aynı sistemle, aynı eşitsizlik yaratan siyasal praksislerle temsil sahnesine taşınırlar.

Kapitalizmin en büyük başarısı her halde başka tür bir görünürlüğün neredeyse imkânsız olduğu ve eşitsizliğin yaratıcısı olan bir sistem hiç sorgulanmadan, hatta hiç fark edilmeden işlemesidir.

Sesini duyurabilenler, görünür olanlar ancak bu katılım modelinde aynı sistemi kullanarak var olabilirler. Bu yüzden siyasal alan genişleyemez, eşitlikçi olamaz, mücadeleler daima sınırlı temsil sahnesinde gerçekleşir. Buna karşılık bastırılmış, işaretsizleştirilmiş olanların izleri de bu temsil alanına yansır. Bunu anlamak için yıllarca "çarpık şehirleşme" olarak adlandırılan ve tepeden inmeci şehircilik yöntemleriyle dönüştürülmeye çalışılan Türkiye'de gecekondu olgusunun daha sonra nasıl iktidar alanında temsil edildiğine ve nasıl merkeziyetçi kentleşme politikasına damgasını vurduğuna bakmak yeter.  Popülist, paternalist iktidar biçimlerinin güçlenmesinde çoğu zaman eşitsizliği sorgulamayan, ayrımcılık üreten itiraz politikalarının da rol aldığı söylenebilir.

Bu açıdan bakıldığında okumuş yazmışlar sınıfındaki insanlardaki cahilliğin öğrenilmiş bir yeti olduğunu düşünülebilir. Bu sayede ayrıcalıklarını korurlar. Yoksa değişiklik yaratacak işler yapmaları beklenir. Üstelik farklı fikirlere açık bir kamu alanı için çaba göstermeleri, kendileriyle sınırlı olmayan bir ilişki modeli için çaba göstermeleri gerekir.

Türkiye’de özellikle iktidar ile ilişkili olanlarını kast ediyorum, bu okumuş-yazmış sınıfındaki cahilliğin bir tezahürünün de itiraz etme biçimi olduğunu söyleyebilirim. Böylece sorunu yaratan süreçleri değil, sonuçları hedef alırlar. Bu büyük bir aldatmacadır. Örneğin şehircilikle ilgili kamusal bir kararın önce siyasal düzeyde kararı alınır. Sonra gene ayrı bir kararla planı, projesi elde edilir. Kararların içeriğini oluşturan bu çalışmalar tamamlanır ve sonra tekrar onaylanır. Onaylandıktan sonra uygulama için karar alınır ve ihalesi yapılır.  Sonra yer teslimi yapılır ve çalışma başlar. Bu aşamalar tamamlanıp, karşınızda artık yalnızca bir karardan ibaret olmayan, iş makinalarıyla, teknolojisiyle, mühendisleriyle, uzmanlık kurumlarıyla, sermaye güçleriyle örgütlenmiş maddi bir yapının karşısına çıkıp, “ben buna baştan beri karşıyım” demek çoğu zaman yetmez.  Kararların arkasında genellikle örgütlenmiş topluluklar, kurumsal işleyişler bulunur. Özellikle sol siyasetin yalnızca sonuçlar üzerinde değil, süreç üzerinde çalışması, onun üzerinde de mücadele vermesi gerekir.

Toplumu tasarlama düşlerine temsil eden seçkinler için ise "siyaset her şey"dir. Her şey ise siyasal olma vasfını ancak aşkınlıkla kazanır. Örneğin cinsiyet, şehir, kültürel haklar, hangi mücadele konusuna bakılırsa bakılsın, her biri siyasal olma vasfını ancak bu aşkınlıkla kazanır.

Bu durumda siyaset cinsiyet, mekân, haklar alanındaki eşitsizlik yaratan pratikler ve yalnızca tercihler üzerine kurulur. Elbette ki politikanın merkezi bir işleyişi ve milli bir devlet olduğunu unutmamak gerekir. Ama demokrasinin sorunu bu milli devlet ile toplumsal alan arasındaki ilişkileri anayasallaştırmak, yani öznenin sembolik alanın dışında kaldığını (her işleyişte, her adımda) fark etmektir.

Örneğin devlet gücünü kullanarak "ideal gençlik" yaratma düşü. Bu düş hiç bir zaman başarılı olamadı. Ama bu tarafı kısa vadede pek önemli değildir, çünkü iktidar tesis etme işlevini gerçekleştirir.

Örneğin referandumda eğer yüzde 65-70 falan (AKP+MHP) evet çıksaydı, bu koşullarda bile sonuçlar tartışmalı olacaktı. 

Aslında bunun bir habercisi var. Referandumda gençlerin katılımı "evet cephesi" açısından yararlı olmadı.

Onun siyaset zannettiği şey aslında artık işlemiyor, yalnızca bozucu etkiler yaratıyor. Nesne olarak karşımıza çıkan cinsellik, mekân, doğa, tarih... aklınıza ne gelirse gelsin, bunların hepsi yaşayan değil, ölü bir sosyal alana işaret eder. Çünkü her şey zihinseldir. Kalıcı olarak "temsil edilen" kategorisi hiç bir zaman yoktur. İnsani faaliyetlerin hiç biri temsili olan ve olmayan olarak sınıflandırılamaz. Varsa, bu sınıflandırma şiddet içerir.

Özgürlükçü bir siyaset (neo-klasik siyasetin nüfuz alanın dışında kalan) bütün toplumsal kesimleri arkasına alır. Devlet imkânlarının kullanmasına, şiddet uygulamasına rağmen neo-klasik iktidarlar kaybetmeye mahkûmdur.

Korhan Gümüş

(sanatatak.com)

Bültene kayıt ol