Halep üzerinden Stalinist teorinin sefaleti: Devlet ve devrim

18.12.2016 - 08:57
Özdeş Özbay
Haberi paylaş

Halep’e rejim güçlerinin girişi bir kez daha solda önemli bir tartışma başlattı.

Adında sosyalist ve komünist gibi isimler taşıyan partiler mezhepçi ve kapitalist bir devletin üniformalı ordusunun ve onu destekleyen mezhepçi İran’a ait ordu ile emperyalist Rusya ordusunun şehri ele geçirmesini “özgürleştirmek” olarak manşetlerine taşıdı. Şehirde kutlama yapanların videolarını paylaştı. Bu tartışma oldukça önemli çünkü kimisi alenen ulusalcı olan kimisi ise HDP içerisinde olan ama hepsi Stalinist olan sol Marksizm ile uyuşması mümkün olmayan bir teoriye sahipler: Devlet teorisi.

Bu tartışma zaman zaman kendisini en temel politik gündemlerde gösteriyor. 2011 yılında başlayan Ortadoğu devrimlerinde ne tutum alındığında, Kürt sorunu ve Ermeni soykırımı konularında ne tutum alındığında (Bu Stalinist solun ulusalcı kanadı tabi), Fidel Castro ve Küba’daki rejimin ne olduğu konusunda, son olarak da Halep’te neyi savunmak gerektiği konusunda temel belirleyici fark devlet teorisi. Tabi yalnız bununla sınırlı kalmıyor, devlet teorisi üzerinden yine Marksist olmayan emperyalizm ve devrim teorileri de ekleniyor. Dolayısıyla Türkiye işçi sınıfının gözünden bakıldığında yeryüzündeki çeşitli diktatörlükleri sosyalist, anti-emperyalist, ilerici diye tanımlayan bir sol var. Oysa Halep’in rejim tarafından ele geçirilişini Stalinist deformasyondan kurtarmak için devlet teorisini tartışmaya açmak önemli.

Marksist devlet kuramı ve Suriye’de devlet

Stalinist solun da hemfikir olacağı gibi devletler son kertede egemen sınıfların baskı aygıtlarıdır. Ancak bu tek yönlü bir ilişki değildir, sınıflararası güç ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Yani kapitalist devlette her zaman burjuvazinin istediği olmaz. Birincisi, zaten burjuvazi kendi içerisinde farklı çıkar gruplarına bölünmüştür; sanayi burjuvazisi, ticaret burjuvazisi, tarım burjuvazisi, finans burjuvazisi gibi. Bunlar da kendi ararlında sanayilere ve ticaret gruplarına bölünür. Devlet egemen sınıfın tamamını çıkarını toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfa karşı belirli bir düzen içerisinde (hukuk sistemi) savunur. Burjuva demokrasilerinde hükümet olan partiler genellikle burjuvazi arasındaki farklı grupların bir kısmını temsil eder. Muhalefet partileri de diğer grupları. Bürokrasi ise o devletin tarihsel gelişimine göre yine çeşitli sınıflardan yana tavır alır. Burjuva demokrasisi bu farklı egemen sınıf grupların çıkarlarını birbirleri arasında büyük çatışmalar çıkmadan düzenleme imkânı sağlar. İkincisi, egemen sınıf içerisindeki bu farklılıklar işçi sınıfı için de politik mücadele alanı sunar. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi de o devletin şekillenmesinde etkili olur. Güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi devleti sosyal bir devlete dönüştürebilir.

Kapitalist devlet rejimleri arasında bir de diktatörlük dediğimiz rejimler vardır. Suriye’deki Esad ailesinin liderliğindeki Baas Partisi diktatörlüğü bunun bir örneğidir. 1971’de bir darbe ile diktatörlüğünü ilan eden Hafız Esad milliyetçi bir parti olan Baas Partisi’ni Sovyet desteği almak için sosyalist ve laik bir parti olarak ilan ediyordu. Beşar Esad’ın yönetimi ölen babasından devraldığı 2000 yılına kadar Suriye devleti ülkedeki sanayinin önemli bir kısmına sahipti. Ancak bu durum neoliberal politikaların dayatıldığı 1980’lere kadar hemen her gelişmekte olan ülke için geçerliydi. Türkiye’de de devlete ait KİT’ler üretimin önemli bir kısmına sahipti. Devletin ekonomi üzerindeki hâkimiyeti sosyalizm anlamına gelmez çünkü üretim araçları üzerinde işçi sınıfının hiçbir yetkisi yoktur. Stalin sonrası Sovyetlerde oluşan devlet kapitalisti rejimleri savunan “komünist” partilerin Küba’dan Venezuella’ya kadar çeşitli devletçi rejimleri sosyalist sanmaları yanlış devlet teorilerinin bir sonucudur.

1980’lerde Suriye’de neoliberal politikaları uygulamaya başlanmıştı ve özelleştirmeler büyük oranda partili bürokrasinin ve Esad ailesinin şirketleri alması anlamına geliyordu. Devletin sosyal programlarından uzaklaşması Suriye’de ve bütün Ortadoğu’da aynı sonuçları doğurdu; bir sosyal dayanışma olarak İslami vakıflar ve hayır kurumlarının yükselmesi. İşsizliğin %20’lere kadar vardığı neoliberal dönemde kapitalist kalkınma yoksulları işçileri Siyasal İslam’ın bayrağı altında topluyordu. Suriye Komünist Partisi (SKP) ise rejimin küçük ortağı olarak esas tehlikeyi Siyasal İslam olarak görüp devletinin yanında tavır alıyordu. Hafız Esad darbe sonrası çeşitli partilere kendi kontrolü altındaki İlerici Ulusal Cephe’ye katılmak kaydı ile izin verdiğinde SKP Baas kontrolündeki Cephe’ye katıldı. İşçi sınıfı içerisinde hızla eriyen Parti bugün hala rejimden yana tavır alan bir kukla parti durumunda.

Beşar Esad, ülkesinde yeni yükselen burjuvazi ile Baas içerisindeki imtiyazlı sınıfların mücadeleye girdiği bir dönemde reformcu, yani Batı ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini savunan burjuvazinin desteğini alarak iktidar oldu. Bu dönemde devletin sosyal programlardan çekilmesi boşluğu İslami yardım kuruluşlarının daha da doldurmasına neden oluyordu. IMF raporları piyasa uygulamalarını yetersiz bulmakla birlikte Beşar yönetimine dair olumlu açıklamalar yapıyordu.¹ Erdoğan da kendisi ile tatile çıkıp, ekonomik antlaşmalar imzalayıp “kardeşim” diye sesleniyordu Esad’a.

Diktatörlük ile Esad ailesi arasındaki ilişkiyi göstermek açısından birkaç örnek vermekte fayda var: Hafız Esad’ın eşi Anisa Makhlouf’un kardeşi Muhammed Makhlouf 5 milyar dolarlık serveti ile rejimin finans danışmanlığını yaptı; kuzenleri Rami ve Ihab Makhlouf’un ülkenin en büyük GSM operatörü şirketinin ve hükümet yanlısı basın yayın organlarının sahibi; aile üyeleri petrol şirketlerinde hisse sahibi; Başşar Esad’ın kardeşi Maher Cumhuriyet Muhafızları birliklerinin başında, bir diğer kardeşi Büşra’nın eşi Assef Shawkat’ın 2012’de öldürülene dek gizli servis teşkilatının başındaydı. Yani Esad ailesi ülkedeki en büyük sermaye grubu olmasının yanı sıra devleti bir aile şirketi gibi akrabalık ilişkileri üzerinden yönetiyor.

Ayrıca unutmamak gerekir ki Baas diktatörlüğü 1990’da Körfez Savaşı’na, bugün ABD emperyalizminin işbirlikçisi olmakla suçladığı Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte asker göndermişti. Suriye Kürdistan’ında 1986 Newroz’unda ve 2004 Kamışlı olaylarında Kürt katliamı yapmıştı.

Buradan Marksist devlet teorisine dönecek olursak Lenin’in Devlet ve Devrim kitabında yaptığı vurgular oldukça önemli. Lenin’in bu kitabı yazmaya koyulmasının nedeni o dönemde kendisine Marksist diyen ve oldukça etkili olan Kautsky ve diğer önemli Marksist teorisyenlerin devlet teorisini tahrip etmesiydi. Bu kitap Stalin sonrası sosyalistlerin görmezden geldiği birçok önemli ayrıntı ile doludur. Suriye’de Esad rejimini savunan Stalinistlerin aslında Lenin’in saldırdığı Kautsky’nin devlet teorisinden bile geri bir durumda oldukları ortada. Lenin çok net bir biçimde ordusuyla, hukuk sistemiyle, polisiyle egemen sınıfın şiddet aygıtı olarak tanımladığı devletin sosyalistlerin birinci hedefi olduğunu anlatıyordu. Kapitalist devletlerde hükümetler, liderler değişebilir ancak işçi sınıfının yapması gereken şey devleti bir devrim ile parçalamak ve yerine devlet gibi olmayan ve zamanla sönümlenecek olan bir işçi örgütlenmesi koymaktır. Lenin, Engels’in Babel’e yazdığı mektubundan önemli bir ayrıntıyı hatırlatır: “[B]u yüzden biz her yerde ‘devlet’ yerine, Fransızca ‘Komün’ kelimesini pekâlâ karşılayabilecek güzel, eski bir Almanca kelimeyi koymayı öneririz: Gemeinwesen [topluluk]”. Lenin bu vurgudan yola çıkarak şunu yazar: “Devlet var olduğu müddetçe özgürlük diye bir şey varolamaz. Özgürlük olduğunda ise devlet diye bir şey olmayacaktır.”

Lenin’in buradaki tutumu Marks ve Engels’in Marksizm’in temellerini attıkları Alman İdeolojisi’ndeki özgürlük ve devrim tanımı ile tamamen uyumludur: “Bu yüzden devrim, yalnızca egemen sınıf başka biçimde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda işçi sınıfı ancak bir devrimle kendisini çağların pisliğinden arındırabileceği ve toplumu yeniden kurabileceği için gereklidir.”

Devrim fikri Sovyet devrimini izleyen dönemde Stalinist diktatörlüğün yükselişi ile uzun bir süre Marks ve Engels’in anlattığının aksi bir şekilde tahrip edilmişti. Sovyet tanklarının Doğu Avrupa ülkelerini işgali komünizmin yayılması olarak görülebiliyordu. Türkiye solunda da oldukça yaygın bir şekilde devrim “komünist parti”nin devleti bir şekilde ele geçirmesi olarak algılanıyordu, hala da öyle. Oysa yukarıdaki paragrafta Marks ve Engels çok net bir şekilde bir özgürleşme pratiği olarak işçi sınıfının kendi eylemliliği içerisinde çağların pisliğinden yani egemen sınıfın fikirlerinden sıyrılarak sosyalist toplumu ve onun kurumlarını aşağıdan bir süreç içerisinde oluşturmalarından söz ediyor. Bu nedenle 1848’de sosyalistlerin önderliğinde olmasa da işçi ayaklanmalarına destek verdiler çünkü işçiler kendi eylemliliği içerisinde sosyalist fikirlere açık hale gelebiliyorlardı. Tabi sosyalistlerin de mücadelenin içerisinde olması gerekiyordu. 1905 devrimi sırasında Papaz Gapon önderliğinde haç taşıyarak “sevgili Çar”dan istekte bulunmak için Saray’a yürüyüş başladığında Bolşevikler işçilerin içerisinde yer alıyordu ve tabi ki önderliği almak için mücadele ediyordu.

Stalin döneminde ise Marks, Engels ve Lenin’in yazdıklarının tam tersi gelişmeler yaşandı. İç savaşa kadar işçi sınıfının Sovyet örgütlenmesi üzerinden gerçekten iktidar olduğu ve Bolşevik Parti’nin çeşitli işçi partilerinden biri olduğu dönem iç savaşta değişmişti. İç savaştaki yıkıntının üzerinden yükselen Stalin ise değil bir topluluk olarak işçi kontrolünde bir yapı oluşturmak, birkaç on yıl içerisinde emperyalist bir “süper devlet” oluşturmuştu. Ordusu, polisi, gizli servisi ile son derce güçlü bir devlet olan Sovyetleri sosyalist olarak görenlerin Lenin’in “Devlet var olduğu müddetçe özgürlük diye bir şey varolamaz” sözü ile hiçbir ilişkisi elbette kalmamış oluyordu. Böyle bir devlet teorisine sahip olan Stalinistlerin bugün Suriye’de açıkça Baas diktatörlüğünden yana tavır alabilmelerinin arkasındaki temel neden bu.

Elbette Stalinistler bu açıklamaya yanıt olarak emperyalizm anlatısını öne çıkaracaktır. Ancak burada da Marksist olmayan bir devlet teorisine sahip olmalarının bir sonucu olarak emperyalizmi sadece ABD ve AB’den ibaret bir şey olarak görüp Rusya-Çin emperyalist bloğunu ve bölgesel alt-emperyalist ülkeler olan İran, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkeleri göz ardı ediyorlar. Dolayısıyla bugün Halep’e resmi üniformalı Esad ordusunun ve İran ordusunun girişini “özgürleştirmek” olarak okuyabiliyorlar. Daha önce Afganistan’ın Sovyet tankları ile “özgürleştirildiğini” savunanlar için tutarlı bir şey ama Marksist teori ile alakası yok. Oysa özgürlük bir yerlerden getirilemez. Bir kitle eylemidir. Kendilerini eylemlik içerisinde dönüştürme eylemleridir. Cihatçı grupların silahlı eylemleri de elbette özgürleştirici değil. Ama cihatçı eylem biçimini savunan kimse zaten yok solda. Öbür tarafta ise açık açık Esad rejimini savunanlar var ve buna özgürleştirmek diyorlar.

Özgürleştirici olan Suriye halkının kitlesel eylemler yaparak “halk rejimi devirmek istiyor” diye sloganlar attığı ve Yerel Koordinasyon Komiteleri ile rejimden bağımsız bir yaşam kurmaya çalıştıkları dönemde deneyimledikleri bir şeydi. Bir anda elektrik, su, ekmek dağıtımı gibi temel yaşamsal şeylerin üretimi ve dağıtımı bu koordinasyonlara kalmıştı. Ancak rejimin varil bombaları ve karşı-devrimci IŞİD gibi cihatçı grupların yükselişi bu deneyimleri ortadan kaldırdı.

Cihatçılar ordu gücü ile gerileyebilir mi?

Cihatçı grupların yükselişini sadece kafa kesmek ve dışarıdan gelen cihatçılar diye anlatmak Marksist teori ile alakasız yaklaşımlar. IŞİD veya diğer örgütlerin yükselişinin devrimin gerilediği ve iç savaşın yükseldiği koşullarda gerçekleştiğini akılda tutmak lazım. Marks’ın “acı çeken yaratığın iç çekişi” dediği şey dinin ezilenler için taşıdığı anlamıdır. Bu dünyadaki acılara katlanma ve bu dünyaya ait adalet arayışını başka bir dünyaya atfetme durumudur. İç savaşın şiddeti artıkça, açlık ve yoksulluk yayıldıkça ezilenler açısından kimi zaman öldürülen aile üyelerinin intikamını almak, kimi zaman para kazanabilmek, kimi zamansa sadece hayatta kalıp ailelerini koruyabilmek için en güçlü silahlı grup kim ise ona katılmaları kökeni Kur’an’da aranabilecek veya yüz yıllar önceki olaylarda aranabilecek bir şey değildir. Bu insanların büyük çoğunluğu 2011 öncesinde de rejimden nefret eden ama İslamcı örgütlere üye olmayan insanlar iken iç savaş koşullarında seküler muhalefetin iki taraftan ezilmesi sonucu gidecek bir yer bulamamalarının bir sonucu olarak İslamcı gruplara katıldılar. İslamcı örgütlere karşı hegemonya mücadelesi sosyalistler asla ama asla bu toplumsal koşulları göz ardı ederek devlet şiddetinin yanında tavır alamazlar çünkü zaten bu örgütlenmelerin yükselme nedeni olan devlet şiddeti kitleleri sadece bu örgütlere daha fazla yöneltecektir.

Hiç kimse dünyaya Müslüman, cihatçı ya da sosyalist olarak gelmez. Hiç kimse bugünkü örgütlenmesinin kökenlerini yüz yıllar öncesinde yaşanan olaylara da bağlamaz. Hiçbir örgütün kullandığı araçlar (şiddet veya demokratik mücadele) özcü bir şekilde Kur’an’a veya Marksist kitaplara dayanmaz (örgütler bu araçları meşrulaştırmak için bu tarz açıklamalar yapsalar bile). Bir politik araç olarak şiddetin kökeni bugün, tarihten devralınan toplumsal ve politik mücadelelerinin biçimlerinde gizlidir. Siyasete yasal katılımın önü kesildiğinde ve devlet şiddetine maruz kalındığında birçok örgüt şiddete yönelir. Şiddetin artan oranda kullanımı örgüt üyelerini güçlü bir ideolojik anlatım ile militanlaştırmayı gerekli kılar. Bu mücadele çoğunlukla tarihsel anlatıları ve mitleştirmeleri de beraberinde getirir. Bugün Suriye’deki cihatçı örgütlenmelerin kökeni de Suriye’nin yakın tarihinde ve Baas rejimin şiddetinde aranmalıdır. Kur’an’ın sayfalarında ve cihatçı liderlerin söylemlerinde değil. Cihatçı şiddet biçimlerinin vahşiliğinin kökeni varil bombalarında ve orantısız üstünlükteki rejim güçlerinin şiddetinde aranmalıdır. Cihatçı grupların etkisinin zayıflamasının koşulu ABD, Rusya ve bütün diğer ülkelerin Suriye’den çekilmesi, silah yardımlarını bırakması, Esad ailesinin ülkeyi terk etmesi ve ateşkesin sağlanmasıdır. Her grubun politik mücadeleye girebilmesi için gereken düzenlemeler yapılarak Suriye halkının (tabi isteyenlerin) ülkelerine dönerek siyasete dâhil olmalarının önü açılabilir. Tabi bunu imkânsız kılan şey en başta Rusya destekli Esad ailesinin iktidarı bırakmamaktaki ısrarı.

Sosyalistler açısından Marksist teorinin böylesi tarihi dönemeçlerde önemi büyük. Sosyalistler arasında birçok tartışma yapmak mümkün. Suriye bir devrim mi? Siyasal İslam’ın kökeni ne? Cihatçılarla nasıl mücadele etmeli? Ve benzeri. Ancak devletleri savunmak bunlardan bir tanesi değil. Sosyalizmi işçi sınıfının kendi eylemliliği, devrimi işçi sınıfının kendi eylemliliği içerisinde özgürleşme pratiği ve devleti ise her daim egemen sınıfın aygıtı olarak birinci düşman olarak görmeyen bir Marksist teori kaçınılmaz olarak Suriye’nin resmi bayrağını ve ordusunu savunur hale geliyor. Eğer işçi sınıfı kapitalist devleti yıkabilecek tek güç ise Ortadoğu’nun genelinde geçerli olan bir sorun karşımıza çıkıyor; işçi sınıfının Siyasal İslam ile ilişkisi. Aslında 1970’lerde tüm Ortadoğu’da ve Türkiye’de işçi sınıfı hareketi içerisinde İslamcıların esamesi okunmazken ve sosyalistlerin ise o dönem çok önemli bir güç olduğunu hatırlayacak olursak “siyasal İslam’a karşı nasıl bir mücadele?” sorusuna daha akılcı bir cevap aramaya başlarız. Siyasal İslam’ın neoliberal dönemde yükseldiğini Batı’da ise yine aynı dönemde muhafazakâr partilerin yükseldiğini unutmamak lazım. Eğer sosyalistler arzu ettikleri koşullar içerisinde değil de içerisinde bulundukları koşullarda mücadele edecekse Siyasal İslam’ın hegemonyası altında bulunan işçi sınıfını kazanmak için stratejiler geliştirmek zorundalar. Bu hareketlerin devletler tarafından ezilmesini savunmak tam tersi sosyalist hareketi işçi sınıfından uzaklaştıracaktır. Nasıl ki Kürt illerindeki hendeklerin şiddetle kaldırılması Türkiye’de barışı sağlamak yerine şiddetinin boyutunu değiştirdi ise Halep’in de devlet şiddeti ile geri alınması şiddetin biçimini değiştirecek. Feuerbach üzerine tezlerde Marks “koşulları insanlar kendileri değiştirir, eğiticinin kendisinin eğitilmesi gerekir”  diyordu. Sosyalistlerin Suriye devriminde yaşananlardan öğrenecek çok şeyi var. Stalinistlerin ise Ortadoğu’da rezil devletlerin yandaşı olmaktan başka hiçbir gelecekleri yok.

Özdeş Özbay

[email protected]


1 A Comparative Study of Neoliberalism in Syria and Egypt- Angela Joya

 

Bültene kayıt ol