Ergenekon’dan Cemaat’e fark nerede?

26.07.2016 - 09:04
Özdeş Özbay
Haberi paylaş

2007 yılından beri Türkiye gündemini meşgul eden ana gündem, Ergenekon ve Fethullah Gülen Cemaati’nin devlet içerisindeki yapılanması oldu.

Türkiye solu bu güncel tartışma etrafında bölünürken, bu bölünmenin arkasında yatan teorik tartışma yeterince iyi yapılamadı. Dolayısıyla da bugün solun her kesimi kendilerinin haklı çıktığını iddia ediyor. Oysa bu tartışmasının merkezinde kapitalist devletin ne olduğu, Türkiye’de kurulan kapitalist devletin sınıfsal içeriğinin ve sınıflar mücadelesi tarihinin ne olduğu, son olarak da son 10 yıldır bu devletin nasıl bir değişim içerisinde olduğu yatıyor. Bu yazıda bu meseleyi derinlemesine analiz etmek mümkün olmamakla birlikte önemli yönlerine parmak basmaya çalışacağım.

Kapitalist devlet sorunu

Başlamamız gereken nokta kapitalist devletin ne olduğu sorusudur. Hemen her Marksist devlete en kaba tabiriyle bir üstyapı kurumu ve egemen sınıfın baskı aracı olarak bakar. Bu genel soyutlama düzeyinde Marksist devlet teorisine giriş olarak algılanmalı. Ancak Marksizmin tarihi mekanik bir şekilde değil sürekli olarak değişen bir ilişkiler ağı olarak okuduğunu düşündüğümüzde bu giriş analizlerinin yeterli olmadığını zaten Marks ve sonraki Marksistlerin de bu konuda daha fazla şey yazmış olmasından anlamamız gerekiyor. 

Poulantzas’ın “devletin göreceli özerkliği” teorisi bunlar arasında en önemlilerinden. Devlet basitçe egemen sınıfın baskı organı olmasının ötesinde egemen sınıf arasındaki farklı gruplar arasındaki ilişkileri de düzenleyen bir yapı. Her kapitalist teker teker diğeri ile rekabet halinde, her bir sektör devlet olanaklarından daha fazla yararlanmanın derdinde. Örneğin turizm sektörü, finans sektörü ve üretici sanayi sektörü devlet içerisinde farklı ekonomi politikalarını savunan çıkar grupları. Farklı bakanlıklarda farklı düzeylerde etki gücüne sahipler. Bir birleri ile çıkar çatışması halindeler. Devlet egemen sınıfın bu farklı grupları arasındaki dar ekonomik çıkarları da düzenleyerek kapitalist büyümeyi sağlamaya çalışan, tek bir grubun mutlak bir aracı olmanın ötesinde göreceli özerkliğe sahip bir yapı. Egemen sınıf ancak karşısında kitlesel bir işçi sınıfı bulduğunda birleşebiliyor ve devletin baskıcı yönü o zaman daha net bir şekilde görülüyor.

Eğer devlet sınıflararası ilişkileri kapitalizmin sürekliliğini temel alarak düzenleyen bir yapı ise böyle bir yapı devlet içerisinde örgütlenen bir grup tarafından ele geçirilebilir mi? Bir kapitalist devlet o devletin egemen sınıfından ayrı çıkarlara sahip bir grup tarafından ele geçirilecek olursa ne olur? Bu soruya verilecek cevap sosyalistler için önemli çünkü “devlet bu şekilde ele geçirilebilir” diyorsanız devrim olmadan da sosyalistler devlet aygıtını ele geçirebilir demiş oluyorsunuz. Burada elbette Stalinist sol ile tartışıyorum çünkü devrimin basitçe devleti ele geçirme hedefi olduğunu iddia etmiyorum. Ancak sosyalizmin bir gerilla grubu veya devrimci askerler eliyle devlet aygıtının ele geçirilmesi olarak gören genişçe bir sosyalist kesim var Türkiye’de. Dolayısıyla işçi sınıfını mobilize etmeden de sosyalist bir devlet kurulabileceğini iddia edenler devlet içerisinde gizli bir sosyalist örgütlenme ile devletin ele geçirebileceğine inanıyorlar mı? Devrimsiz bir devrim demektir bu ve eğer bu mümkünse Cemaat sanırım bu nedenle bu kesimler için ciddi bir tehlike olarak algılanıyordu yıllardır. Yok, bu mümkün değilse Cemaat’in de bunu başarma ihtimali olmamalı. O zaman solun Cemaat korkusunda bir abartı olmalı. Bu soruyu tekrar şöyle formülize etmek iyi olabilir: ülkede üretimin ve dış ticaretin yaklaşık %80’ini yapan TÜSİAD’ın çıkarlarına aykırı bir şekilde Cemaat devlet aygıtını ele geçirip kendi çıkarları doğrultusunda devletin sürekliliğini sağlayabilir mi? Bunun cevabı bizim açımızdan hayırdır. Ya bu oluşum egemen sınıfın tamamının desteğini almak için bir hamle yapmak zorundadır (ki sanırım Cemaat tehlikesi anlatan solun argümanı bu olacaktır) ve egemen sınıf arası ilişkileri sürekli olarak ustaca dengelemek zorundadır, ya da diğer grubu ezmek zorundadır. Örneğin Türk burjuvazisi devlet aygıtını kendi çıkarına işletebildiği 1913-1919 ve 1923 sonrası dönemde kendisinden güçlü olan Müslüman olmayan burjuvaziyi yok etti ve mal varlığına el koydu. Cemaat’in bu iki seçeneği de gerçekleştirmediğini düşünürsek geriye son bir seçenek kalıyor o da bu grubun devlet içerisinden tasfiyesi. Son birkaç yıldır bu operasyon zaten yürürlükte idi. Şimdi ise misli ile devam edecek.

Türk devleti ve Ergenekon

Şimdi girişte bahsettiğim ikinci konudan devam edelim: Türk devletinin oluşumu ve burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişki.

Türkiye kapitalist devletinin nasıl oluştuğu sol içerisindeki en büyük ayrımın başlangıç noktasıdır. Bu süreçte Ermeni soykırımının Müslüman-Türk burjuvazinin ilkel sermaye birikimini sağladığını ve Kürdistan’da bir iç sömürge yaratıldığını reddeden sol gelenek (ulusalcı diye kısaltacağım bundan sonrasında) için monarşiden cumhuriyete “ilerici” bir sıçrama yaşanmıştır. Kapitalist olmayan monarşi rejiminden kapitalist cumhuriyet rejimine geçiş aynı zamanda işçi sınıfını da yaratacağı için “ilerici” sayılıyor bu anlayışa göre. Oysa 1908 devrimi, İttihat-Terakki (İT) içerisinde tartışmalar ve 1913 İT darbesi ulusalcı analizlerin sınıf tahlilinde yer almıyor.

Osmanlı devlet yapısının kapitalist birikim modeline uygun olmayan ve dolayısıyla burjuvazinin gelişebileceği bir yapı olmadığı analizi sanki İmparatorluk döneminde bunu aşmaya çalışan hareketlerin hiç olmadığı varsayımına dayanıyor. Oysa İT’de yer alan asker-sivil bürokrasi ve Müslüman olan ve olmayan burjuvazi özellikle 1908 devriminden sonra bu tartışmayı yapar. İT’nin 1913’te darbe yapacak olan kanadı ulus devlet modeline daha yakın bir imparatorluk ile kapitalistleşmeden yanadır. 1908-1913 arası dönem son derce zengin bir dönemdir toplumsal mücadeleler açısından. İlk 1 Mayıs kutlamaları, genel grevler, Osmanlı Amele Fırkası, Ermeni sosyalist Partileri, Rum sosyalist yayın organları, 4-5 dilde yapılan devrimci yayınlar, birinci dalga feministler, liberaller gibi birçok grup örgütlenir ve rejim tartışması yaparlar. Bu tartışmalar içerisinde cumhuriyet rejimi tartışmaları da vardır. Zaten Meşrutiyet dönemi Mutlak Monarşi’nin sorgulandığı bir dönemken “nasıl bir rejim?” tartışması toplumun aydınları ve örgütleri içerisinde tartışılmaktadır. Yani Cumhuriyet öyle bir anda M. Kemal’in “yarın Cumhuriyet ilan ediyoruz” demesi ile gelmediği gibi bu zengin dönem İT darbesi, savaş yılları, Ermeni soykırımı ve adına “kurtuluş” denen bir başka savaş dönemi ile şiddetle ezilmiştir. Kısaca “Cumhuriyet kazanımları” anlatan sol açıkça öncesindeki mücadeleleri ve bu mücadelelerin Cumhuriyet ilan eden İttihatçı-Kemalist bürokrasi tarafından ezildiği gerçeğini görmeden bir devlet analizi yapmaktadır. Ezilen sınıfların kendi mücadelesi ile elde edilen kazanımlar ancak sosyalistler için kazanım olabilecekken sınıf içeriğinden yoksun bir rejim tartışması beraberinde Marksist olmayan bir ilericilik analizine yol açıyor.

Türk kapitalizmi Ermeni soykırımı, varlık vergisi, mübadele, 6-7 Eylül gibi bir dizi şiddet dalgası sonucu ilkel sermaye birikimini sağlar. Yani asker-sivil bürokrasinin zor yoluyla azınlık sermayesine el koyup Müslüman-Türk sermayeye vermesi (bu kadar basitçe işlemiyor elbette bu süreç) ile semirdiği tespiti bu noktada çok önemli çünkü daha sonra Ergenekon olarak karşımıza çıkacak yapının bir kısmının bu özel ilişki içerisinde tuttuğu yer tartışmanın ana noktası. Bu fark Cemaat ile Ergenekon örgütlenmesi arasındaki en kilit fark.

Tek parti diktatörlüğü döneminde bir yandan kapitalist kampın tüm uluslar arası örgütlerinde net bir şekilde yer alınırken ekonomi uygulamalardaki zorunlu devletçi uygulamaların Stalinist diktatörlük ile benzerliği ulusalcı solda Kemalizmin bir tür sol olduğu algısında önemli yer tuttu. Oysa devletçi uygulamalarla gerçekleştirilen kapitalist kalkınmanın bir diğer örneğidir Stalin sonrası Sovyetler (yani devlet kapitalizmi). Türkiye bu konuda elbette özel girişimcilerin de olması ve devletin girişimcileri desteklemesi ile Sovyetlerden ayrılır. Fakat bürokrasinin Türk burjuvazisinin oluşumunda oynadığı bu kilit rol hem bürokratların doğrudan girişimci olduğu hem de özel şirketlerde yöneticilik konumuna gelebildikleri örneklerle devam ediyor. Askerler ise Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile aynı zamanda bir sermaye grubu rolü oynuyor Türk kapitalizminde. Örneğin 2003 yılında TÜSİAD’ın 469 üyesinin yedisi OYAK Grubu’ndandı.

Tek parti diktatörlüğü sonrası Türkiye Batı bloğunu tercih ederek NATO'ya üye olur. Bu dönemde hemen her NATO ülkesinde "derin" örgütlenmeler oluşturduğu bir dönem. Marksist devlet anlayışına göre aslında sığ veya derin devlet diye kavramlar yoktur. Her devlet sonuçta bir azınlık grubunun çıkarlarını çoğunluğa karşı savunduğu için hem ideolojik hem de baskı araçlarına ihtiyaç duyar. Bu araçlar arasında kendi koyduğu yasal kuralları ihlal edebilen "derin" yapılanmalar da vardır. Türkiye'de bir devrim veya Sovyet yanlısı darbe olmasını engellemek amacıyla bu derin yapılanmaların kurulduğunu biliyoruz. Özellikle 12 Eylül darbesine giden süreçte darbe sürecini meşrulaştırmak için bu yapılanmaların bilinçli provokasyonları olduğunu da artık açıkça biliyoruz. Türk burjuvazisi bir hegemonya krizine girdiği her dönemde darbe çağrısı yaparak kendi yönetim krizini aşmaya çalıştı. Bunların en önemlisi 12 Eylül idi çünkü büyük sermaye gruplarının dünya ekonomisine açılma hedefi olan neoliberal 24 Ocak kararlarının fiilen radikal solun ve güçlü sendikaların olduğu bir ülkede uygulanması mümkün değildi. 

Ergenekon örgütü özellikle TSK'nın Türk burjuvazisinin gelişiminde oynadığı bu özel rol içerisinde bir anlam ifade eder. Soykırım, ilkel sermaye birikimi, Kürdistan'da sömürge politikaları, yönetim krizlerinde gerçekleşen darbeler asker ile burjuvazi arasındaki özel ilişkinin özeti. Ancak devletin bekaasını sağlama görevini üstlenen bürokrasinin derin kanadı olan yasa dışı gruplar veya kendisi yasa içi ama uygulamaları yasa dışına çıkabilen gruplar elbette tamamen kontrol altında tutulamıyor. Ergenekon örgütlenmesinin tam olarak ne zaman bu adı aldığını bilmiyoruz hatta tek gizli örgütlenmenin Ergenekon olup olmadığını da bilmiyoruz ancak Soğuk Savaşı'nın sona ermesinin bu yapılanmanın özerkleşmesinde önemli bir dönemeç olduğunu biliyoruz.

Soğuk Savaş'ın ardından birçok ülkede bu tarz örgütlenmeler tasfiye edilirken Türkiye'de Kürdistan'da yükselen savaş nedeniyle bu tasfiye gerçekleşmedi. Ayrıca aynı dönemde yükselen Siyasal İslam hem burjuvazinin hem ABD'nin tehdit algısını güçlendirdi. dolayısıyla bu yapılanma bir yanda savaş bir yanda "demokrasi ve laikliği" savunma adı altında politik gücünü arttırdı. Ergenekon'un 1990'larda aktif bir şekilde faal olduğunu dava sürecinden öğrendik. Bu bize anlatıldığı gibi devlet içerisinde bağımsız bir yapılanma değil aksine devletin bildiği ve ihtiyaç duyduğu bir yapılanma idi. Ancak 2001 krizi ve sonrası artık burjuvazinin bu yapılanmayı bir ölçüde tasfiye etmek istediği dönem oldu. Burjuvazinin tamamının desteği alan güçlü bir tek parti yönetimi, AB üyeliği süreci ve "normalleşme" denen parlamentonun asker-sivil bürokrasi üzerinde gücünü arttıran bir reform süreci yaşadık. Ergenekon yapılanmasının bu süreçten rahatsızlığı Balyoz darbe girişimi, 27 Nisan muhturası, çeşitli suikastlere ve provokasyonların yaşanmasına yol açtı. Bu grup ayrıca Türkiye'de bir eksen değişikliği öneriyordu. Yani NATO'dan çıkılmasını Avrasya ülkeleri ile yakınlaşılmasını istiyorlardı. Ancak burjuvazinin geniş bir kesiminin AB ve ABD ile ilişkilerin geliştirilmesini savunuyor olması karşımıza Ergenekon davası olarak çıktı. Fakat bu dava en başından beri sorunlu idi çünkü darbeci, yasadışı bir yapılanma ile gerçekçi bir hesaplaşmayı değil sadece bu grubun sınırlı bir tasfiyesini öngörüyolardı. Bu nedenle dava Fırat'ın ötesine geçmedi, Dink cinayeti ile birleştirilmedi, 28 Şubat'taki rolü üzerine gidilmedi. Bunun gerçekleşmesi ancak sosyalistlerin bu davanın üzerine gitmesi ile mümkün olabilirdi. Ancak ya bu davaya kayıtsız kalan ya da yukarıda bahsettiğim nedenlerle asker-sivil bürokrasinin Türk burjuvazisi için oynadığı rolü bu şekilde analiz etmeyen "sol" partiler Ergenekon davasını önemsizleştirdiler. Dava sürecinde yaşanan bir dizi sulandırma girişimi (en başta da Ahmet Şık'ın tutuklanması) ve Ergenekon aklayıcı bir "sol" muhalefet süreçten devletin teşhir edilebileceği bir sonucun değil Ergenekon'un aklandığı bir sonuç ile çıkılmasına yol açtı.  

Daha dava sürecinde "bu dalgalar bizi boğar" diyen Erdoğan "referandumda hata yaptık" dedi. "Askerimize kumpas kurmuşlar" diyerek devam eden süreç en son Veli Küçük'lerin VIP salonlarında resmi gösterilerde ağırlanması, Sedat Peker'lerin Erdoğan'ın askeri olması, Ergenekoncuların "yerli ve milli" eksen içerisinde bir ittifak grubu haline gelmesi ve Kürdistan'daki kirli savaşta aktif rol almaları ile sonuçlandı. Sol açısından önemli bir tarihi fırsat böylece harcanmış oldu.

Ergenekon, Cemaat ve darbe girişimi

Türk devletinin kuruluşundan beri asker-sivil bürokrasinin sahip olduğu özel yer ve bu sınıfın ideolojisi olan Kemalizm, devlet içerisinde her zaman güçlü bir Kemalist damarın olmasını sağladı. Ancak devlet içerisinde ülkücü faşist örgütlenmenin de özellikle kolluk kuvvetleri arasında var olduğu biliniyor. Cemaat’in de böyle bir örgütlenme ağına giderek uzun yıllardır özellikle Kemalistleri tasfiye ederek yerine geçmeye çalıştığı ortada.

Ergenekon ile Cemaat’in en önemli farkı Ergenekon’un bir devlet içi örgütlenme iken Cemaat’in dışarıdan devlete sızmaya çalışan bir ağ olmasıdır. Üstelik bu ağ geniş bir sermaye grubudur aynı zamanda. Dünyanın dört bir yanında okulları olan bu okullardan mezun olanların birbirleri ile ticaret yaptıkları bir ağ. İslamcı bir motivasyondan çok daha fazla bir çıkar grubu olarak örgütlenen Cemaat’in okullarında ve işyerlerinde onbinlerce emekçi de çalışmakta. Bunların bir kısmının Cemaatçi bile olmadığı ortada. Örneğin Cemaatçi bir patronun fabrikasında Cemaatle hiç ilgisi olmayan işçilerin de olduğu sanırım bir tartışma konusu olmasa gerek.

Böyle bir ağın devlet içerisinde örgütlenmesi sosyalistler açısından savunulabilir değil ama Ergenekon gibi çok daha büyük bir burjuvazi-devlet ilişkisini görmezden gelinmesine asla gerekçe olamaz. Ayrıca Cemaat üyeleri yasa dışı yollarla bulundukları yere gelmişlerse ve bulundukları görevi kötüye kullanmak gibi bir suç işlemişlerse devlet organlarının çeşitli disiplin uygulamaları zaten mevcuttur ve uygulanabilir. Ancak büyük tehlikeyi Türkiye egemen sınıfının tarihsel ilişkilerinden değil de son birkaç on yıldaki gelişmelerinden algılamak solun girişte bahsettiğim 3 temeldeki teorik ayrışmasının sonucudur. AKP'nin gerici ve şeriatçı (bu daha sonra nedense faşist oldu) olduğu algısı ulusalcı ve bazı ulusalcı olmayan Stalinist solu Ergenekon'dan (yani bir devlet yapılanmasından) çok AKP'den (seçilmiş bir hükümetten) tehdit algılamasına yol açtı. Cemaat ise bu algıda devletin gerici güçler tarafından ele geçirilmesi olarak anlatıldı. Oysa ilk bölümde bahsettiğim gibi kapitalist devletin bu şekilde ele geçirilebileceği inancı daha derin bir teorik tartışmasının güncel politikaya yansıması.

Peki, Cemaat örgütlenmesi solda abartılı bir şekilde tartışılıyorsa darbe girişimini nasıl yorumlamalı? Burada üç kilit nokta var. Birincisi Kürdistan'da başlayan savaş ve her savaş döneminde olduğu gibi askerin artan politik gücü. İkincisi, ordu içerisindeki hükümet karşıtı geniş kesimler (belli ki bu kesimler Cemaatçi generaller etrafında bir koalisyon kurmuş). Üçüncüsü, hükümetin ABD karşıtı Ergenekoncularla yakınlaşması ve Mısır, Suriye gibi konularda hem ABD hem de Rusya gibi iki emperyalist ülke ile aynı anda sorun yaşıyor olması.

İlki için kısaca belirtmekte fayda var ki darbenin merkezinde Kürdistan'da savaşan askerler var. Kara Kuvvetleri'ndeki 4 ordudan bir tek 2. Ordu Komutanı darbe girişiminde yer aldı. Merkezi Malatya olan 2. Ordu'nun temel görevi "terörle mücadele"dir. Diyarbakır hava üssünden kalkan 6 uçak (ki Kandil'i bombalayan uçaklar bunlar) saatlerce İstanbul ve Ankara'nın tepesinde uçuyor ve Meclis'i bombalıyordu. İmralı'ya operasyon yapılmaya çalışıldığı da hükümet temsilcileri tarafından açıklanmıştı.

İkinci konuda hem T24'te çıkan Metin Gürcan'ın yazısında (TSK'nın yapısal dönüşümü üzerine yıllardır askeri kurumlar içerisinde çalışır) hem de Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin'in (internet andıçı davasında tutuklanmıştı, şimdi de Vatan Partisi'nde Başkan yardımcısı) Hürriyet'te söyledikleri çok önemli. İkisi de merkezinde Cemaat planlamasının olduğu ancak birinin "sert Atatürkçüler" diğerinin "Vatan elden gidiyor" diye düşünen askerler dediği Kemalist bir grup var. Pekin, 2. Ordu komutanının bu Kemalist gruptan olduğunu söylüyor: "Ben Adem Huduti'yi epeydir tanıyorum. Fethullah'la ilgisi olduğunu hiç görmedim." Bir de Gürcan'ın "kariyerist" dediği Pekin'in ise "ikbalci" dediği üçün bir grup var. Pekin darbe lideri Hava Kuvvetleri eski Komutanı Akın Öztürk'ün de büyük ihtimalle bu gruptan olduğunu söylüyor: "Genelkurmay Başkanı olmak isteyen birisiydi. Kumpas davalarıyla önü açılmasaydı ne Hava Kuvvetleri Komutanı olurdu ne de orgeneral. İkbal ve istikbal için bir yerlere yanaşacak bir adamdır ama damadı cemaatçi." Kısaca darbe girişimin en yüksek rütbeli iki komutanının doğrudan Cemaat üyesi olmadığı söyleniyor ve onlar gibi birçok asker daha var darbe girişimi içerisinde.

Son olarak, ABD'nin de Cemaat yapılanmasını kendi çıkarına desteklediği gerçekçi duruyor. Avrasyacı Ergenekon'un tasfiye edilmesi ve Cemaat üzerinden NATO'cu bir grubun orduya yerleştirilmesi son dönemde ise Ergenekon'un serbest kalması ve Cemaat'in tasfiyesine girişilmesi Ortadoğu'daki gelişmelerle birleşince darbe girişiminde başarısız bir ABD parmağı olduğuna da işaret ediyor.

Sonuç olarak sosyalist solun Cemaat örgütlenmesini esas tehlike olarak algılanmasında temel bir teorik hata var. O da kapitalist devlet teorisi. Devlet içerisindeki faşist örgütlenme, Cemaatçi veya farklı başka grupların örgütlenmesi Ergenekon'un önemsizleştirilmesi sonucunu doğuruyor. Ergenekon'un meşrulaştırılması ise hem kirli bir savaşın yükselmesi hem de yeni bir darbe sürecinin yaşanabileceği koşulları yükseltiyor.

Solu bekleyen yeni mücadele dönemi

Darbe girişimi sonrası Cemaat’e yönelik devlet operasyonu sosyalistler açısından Ergenekon sürecinden farklı bir tehdit barındırıyor. O da kamuda “devlete zararlı” örgütlenme faaliyeti içerisinde olanların tasfiyesi. Biliyoruz ki kamu emekçileri arasında sosyalist partilerde örgütlü olan binlerce insan var. Devrimci olduğunu açıkça söyleyen bu partilerin de üyeleri “devleti ele geçirmek ve yıkmak amaçlı kurulmuş ağlarda örgütlü olmak” gerekçesi ile tasfiye edilebilir. Cemaat üyesi patronların ve bürokratların tutuklanması bir sorun değil ama bunun yanı sıra devlet içerisindeki faşist ve Ergenekoncu bürokratlar ile daha önce 12 Eylül gibi darbelere açıkça destek vermiş olan TÜSİAD üyesi patronlara dokunmamak da gerçek bir darbe karşıtı süreç olamaz. Bir cadı avına dönüşebilecek bu süreçte sapla samanın bir birine karışması çok yüksek. Darbe girişiminden haberi bile olmayan (ki MİT'in bile olmadığını düşünürsek biliyor olma ihtimalleri pek yok) onbinlerce öğretmenin meslekten atılması savunulamaz.

Sosyalistlerin bu dönemde savunması gereken hat bence şu şekilde sıralanabilir:

- İçerisinde yer alan her kesimi darbeci hale getiren TSK'da reform yapılmalı ve ordunun gücü zayıflatılmalı. Vicdani Red hakkı tanınmalı.

- Darbe dinamiğini tetikleyen savaşa son verilmeli ve çözüm müzakerelerine başlanmalı.

- Cemaatçi olsun olmasın Cemaate bağlı okul ve diğer işyerlerinde çalışan işçilerin işini ve haklarını kaybetmesine engel olunmalı. Darbe girişimi içerisinde yer alan veya bu ağ içerisinde yer alan tüm sermaye kesimlerinin mal varlığına ise en konulmalı.

- OHAL gibi seçilmemişlere aşırı yetkiler veren uygulamalara son verilmeli. Özgürlükler alanı genişletilmeli.

- Yeni bir anaya yapılmalı. Bu anayasa mutlaka Kürt halkının taleplerini içeren gerçek bir barış anayasası olmalı ve yerel yönetimlere demokratik katılım güçlendirilmeli.

Özdeş Özbay

[email protected]

 

Bültene kayıt ol