Bin dereden su gelse temelinden yıksalar

15.10.2015 - 13:50
Özdeş Özbay
Haberi paylaş

10 Ekim’de barışa, umuda, özgürlüğe saldırdılar. Yaşanan katliamın tüm sorumluluğu AKP ve Erdoğan'dadır ve elbette onları suçlamakta haklıyız. Öte yandan katliamların doğrudan hükümetler tarafından yapılmak zorunda olmadığını da biliyoruz. Seçim sonuçlarını etkilemek için kendi kontrolünde bir savaşa girişti AKP. Savaşı toplumda güvenlik ve düzen arayışı hissini yaymak için kullanıyordu. 7 Haziran öncesinden beri dağılmakta olan tabanını bir arada tutmak için savaşı siyasi bir propaganda aracı olarak kullandı.

Hatırlayalım, AKP liderliği bir birine girmişti. Melih Gökçek, Bülent Arınç, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve daha birçok üst düzey yönetici birbirlerine karşı açıklamalar yapıyordu. Parti içi eleştiriler Erdoğan tarafından baskı ile susturuluyordu. AKP tabanı da dağılma sinyalleri veriyordu. Ekonomide yaşanan tüm sıkıntılara rağmen Erdoğan için bir saray yapılması, yolsuzluk, lüks harcamalar gibi işçi sınıfını rahatsız eden uygulamalarının yanı sıra memurlara hakaret edercesine yapılan düşük zam, asgari ücreti arttıracağını söyleyen partilere karşı “kaynağı nereden bulacaksınız?” söylemi, AKP’ye oy veren işçilerde kaynakların bilinçli olarak başka yerlere harcandığı algısını güçlendirdi. Bu algının da etkisi ile AKP’ye oy veren işçiler Bursa’da, Kayseri’de, Ankara’da fabrikaları yasa dışı yollarla işgal ettiler ve hepsi taleplerini patronlara kabul ettirdi. İşçiler yasadışı grev ve işgaller yaptı çünkü yasal grevlerin yasaklandığını görüyorlardı.

Yıllardır Kürt sorununda devlet çizgisinden farklı bir söylem tutturan ama bunun gereklerini yerine getirmeyen AKP en son “Kürt sorunu yoktur” çizgisine geldi. Rojava’da direnenleri IŞİD ile aynı kefeye koyması Kürdistan’daki tüm tabanını kaybetmesine yol açmıştı. Ergenekoncu katillerin de Cemaat’e karşı sokağa salınması özellikle Kürt halkında AKP’nin artık sıradan bir devlet partisi olduğu algısını güçlendirdi.

7 Haziran’da her beş AKP seçmeninden biri oyunu AKP’ye vermedi. Uzun süredir TÜSİAD ile de kavgalı olan AKP Türkiye burjuvazisinin sınırlandırılmış bir Erdoğan görmek isteğine meydan okudu. Parti liderliğindeki ve tabanındaki dağılmayı kontrollü bir savaş ile önlemeyi umuyordu. Bu sayede teröre karşı “milli birlik” sağlanacak, güvenlik endişesi güçlü bir iktidar lazım algısını yaygınlaştıracaktı. Bir yandan tabanı milliyetçi bir propaganda bir arada tutmaya ve hatta kaybettiği oyların bir kısmını bu şekilde geri almaya çalıştı. Bir yandan da savaş başladığında tüm muhalefetin teröre karşı savaşta hükümete destek vereceğini biliyordu. Bunu bir tek HDP’nin yapmayacağını da biliyordu. HDP’nin itirazı onu “terör” destekçisi konumuna düşürecek ve belki baraj altına itecekti. Ama hesap tutmadı. Tutmadı çünkü savaş kontrol edilebilir bir şey değildir. AKP savaşın kontrol edilemezliği gerçeği ile karşı karşıya şimdi. Ne ABD Irak'ta istediklerini alabildi, ne İsrail Filistin'de. AKP de Kürdistan’da çocukları, yaşlıları katleden, cesetleri sokaklarda sürükleyen bir iktidar konumuna düştü.

AKP’nin savaşı yükselterek kendi tabanını birleştirmek ve HDP'yi terör destekçisi diye mimleyerek baraj altına itmek stratejisinde unutulan bir şey vardı. O da devleti gerçekten kendi kontrolüne alabildiği yanılgısıydı.

Devletin Marksist analizine göre devlet egemen sınıfın yönetim aracıdır. Fazla özet bir tanımlama bu elbette ama bu özet bile bir şeyler açıklayabilir. Hükümet, devlet demek değildir. Devletin küçük bir parçasıdır. O nedenle parlamenter yollarla hükümet olunarak sosyalist bir toplum oluşturmak mümkün değildir. Ayrıca egemen sınıf dediğimiz burjuvazinin bir biri ile rekabet halinde olan bir sınıf olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Bu nedenle bir değil birçok egemen sınıf partisi vardır. AKP, CHP, MHP ve saire bu nedenle varlar. Sınıflar arası ve egemen sınıf içi dengelere dikkat etmediğinizde iktidarda kalmanız mümkün olmaz.  

Bu durumun en bariz örneğini son yıllarda yaşıyoruz. TÜSİAD ülke ekonomisinin %80’inine sahip olan bir güç olarak devleti kendi çıkarına kullanabilen ana güçtür her zaman. Bu güce karşı, onun devlet kurumları ve siyasi partilerle olan tarihsel ve son derece karmaşık ilişkilerini göz ardı eden AKP bir ultra popülizmle TÜSİAD’a saldırıyordu uzun zamandır. Cemaat gibi bir yapı ile ve daha sonra diğer cemaatler aracılığı ile polisi, yargıyı kendi adamlarıyla doldurarak devletin ele geçirilebilir olduğu inancına sahiplerdi. Hatta Ergenekoncuları cemaate karşı serbest bırakınca onların da kendi kontrollerine gireceği yanılgısına sahiplerdi. Oysa devlet hala bütün kurumları ile egemen sınıfın devleti. TÜSİAD üyelerine operasyon yaptığında, egemen sınıfın amiral gemisine sokak serserileri gönderdiğinde, devletin en derin uzantıları olan Ergenekoncuları içeri tıktığında ve sonra özür dileyerek serbest bıraktığında 100 yıllık devlet mekanizmasının buna karşılık vermeyeceğini düşünmek saflık olur.

Kapitalist bir kalkınma projesinin en hararetli savunucusu olacaksın ama o ülkenin en büyük sermaye grupları ile de kavgalı olacaksın. Savaşı yükselterek bu soğukluğu gidermeye çalışsa da burjuvazi tek başına bir iktidar istemediğini 7 Haziran sonrasında CHP ve AKP’yi bizzat ziyaret ederek gösterdi. Eskiden AKP güçlü bir iktidar olarak “istikrar” demekti burjuvazi için. Şimdi ise istikrarsızlık kaynağı.

Bir diğer önemli durum ise AKP’nin Suriye politikası nedeniyle hem ABD hem Rusya ile kavgalı duruma düşmesi oldu. Bunun sürdürülemezliği nedeniyle ABD ile yakınlaşarak IŞİD’e karşı üslerini NATO’ya açtı. Ancak bu sefer de Rusya, Çin, İran gibi güçlerin öfkesini çekti.

Dolayısıyla bu katliamın taşlarını AKP izlediği politikalarla döşedi. Erdoğan’ın başkanlık inadı kendi tabanı ile arasını açtı. Referandumdan sonra devleti ele geçirebileceğini sanması kendi içinde rekabeti başlatmıştı. Gezi direnişinde izlediği kışkırtıcı politika özellikle gençleri ve kadınları tamamen kaybetmesine HDP’nin ise bu kesimle buluşmasına yol açmıştı. Suriye’de izlediği politika Kürtleri kaybetmesine neden oldu. Son birkaç yıldır başta Soma olmak üzere birçok iş cinayetinde sorumluların üzerine gitmedi. “Kader” dedi gözümüzün içine baka baka. Genel grevleri yasakladı, memurlara ve emeklilere komik zamlar yaptı. Asgari ücreti arttırmamakta ısrar etti. Böylece kendi tabanındaki işçileri kaybetmeye başlamıştı. 7 Haziran sonuçlarını kabul etmemesi ve savaşı başlatarak tek başına iktidar olma hırsı bu hoşnutsuzluğu arttırdı. Hesaplar tutmadı. Öte yandan TÜSİAD ile kavgalı olması, Rusya ile arasının açılması egemenler açısından da tek başına bir AKP hükümeti istenmediğini gösteriyor.

Katliamı kimin yaptığını ve amacının tam olarak ne olduğunu bilmek imkansız ama politik sonuçlarını öngörebiliriz. Zaten sosyalistleri ilgilendiren de işin bu kısmı. Katliamdan sonra seçimlerde AKP’nin oy kaybedeceği öngörmek zor değil. 7 Haziran sonrasında olduğu gibi bir AKP-CHP ittifakı burjuvazinin istediği istikrarı sağlayabilecek tek seçenek. Biz ise resmin öteki tarafına bakmalıyız. Katliam akşamı sokağa çıkan onbinlerin değişim, barış, özgürlük arzularındaki kararlılığa bakmalıyız. Üniversitelerden yükselen “hesap soracağız” kararlılığına bakmalıyız. AKP tabanındaki işçilerde yaşanan kopuşu başka bir egemen sınıf partisine değil HDP’ye kanalize etmeye bakmalıyız. Bunun için de sokakları boş bırakmamalı ve seçim çalışmalarına devam etmeliyiz. 1 Kasım’da egemenlerin planları ne olursa olsun sonrasında sokaklarda ve işyerlerinde yeni bir mücadele dalgası başlayacak. 1 Kasım’da alacağımız sonuç bu mücadele öncesi ne kadar güçlü olduğumuzu gösterecek. Mecliste sokağın temsilcileri daha güçlü olacak. Bizler sokakta daha güçlü olacağız.

Oyumuz umuda, oyumuz HDP’ye!

Özdeş Özbay

[email protected]

Bültene kayıt ol