(Video/Podcast) Otoriterizm-popülizm-faşizm: Kesişme noktaları ve ayrımlar

31.05.2021 - 11:46
Haberi paylaş

DSİP'in düzenlediği Marksizm 2021 toplantılarında Ahmet İnsel (Akademisyen, gazeteci), Alex Callinicos (SWP, İngiltere) ve Canan Şahin (DSİP) konuştu.

Podcast: Apple - Google - SpotifyDiğer podcast platformları

Alex Callinicos konuşmasında şunları söyledi:

İngiltere’de Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesiyim. Benden bugün Avrupa’da ve genel olarak dünyada aşırı sağ hakkında konuşmam istendi. Bu çok önemli bir konu çünkü günümüzde aşırı sağ küresel düzeyde yıkıcı bir olgu. Bunu anlamak istiyorsanız son birkaç haftada Hindistan’da yaşananlara bakın. 

Hindistan’da Kovid-19 salgını korkunç ölçüde hızlandı. Her gün çok sayıda, muhtemelen on binlerce insan ölüyor. Bu korkunç olayı aşırı sağ bir hükümet, milliyetçi Hindu BJP hükümeti yönetiyor. Bu hükümetin başbakanı Narendra Modi’nin, BJP’nin çekirdeğini oluşturan faşist RSS grubunun üyesi. Aşağılamak için faşist demiyorum. RSS, 1920’lerde kurulan, büyük ölçüde nasyonal sosyalistleri ve Almanya’daki Hitler’i örnek alan bir grup. 

Bu hükümet hem görmezden gelerek hem de süper bulaştırıcı işlevi gören seçim mitingleri düzenleyerek salgını Hindistan’da olabileceğinden çok daha kötü hale getirdi. Burada gördüğümüz şey, salgın ve aşırı sağın yükselişiyle sembolize edilen ve felaket kapitalizmi olarak adlandırılan içinde bulunduğumuz dönemin iki temel özelliğinin birleşimidir. 

Bunu ayrıca, ABD Kongre binasının 6 Ocak’ta, Trump’ın asıl olarak faşist destekçileri tarafından ele geçirilme girişiminde de gördük. Dolayısıyla çok tehlikeli bir küresel olgudan bahsediyoruz. 

İlk olarak, aşırı sağın nereden ortaya çıktığını sormalıyız. Bence, içinde bulunduğumuz durumun aşırı sağın ortaya çıkışına neden olan iki önemli özelliği var. Birincisi, kapitalizmin çoklu bir krizin içinden geçtiğini görüyoruz. 2010’ların sonunda küresel finans krizi ile başlayan ancak hiçbir zaman bitmeyen, özellikle sözde gelişmiş ülkelerde, emperyalist ülkelerde sermayenin kârlılığının temellerini sarsan bir ekonomik kriz yaşıyor. Bu, merkez bankalarının para basıp, bu parayı finansal sisteme akıtmasıyla üzeri örtülen ancak şu ana kadar çözülmemiş bir kriz. Salgın, bu uzun vadeli krizi daha da kötüleştirdi. 

Ayrıca, biyolojik bir kriz var. Bu salgın, kapitalizmin doğayı delip geçmesinin, onu harap etmesinin yol açtığı derin ve olumsuz sonuçların en görünür örneği. Bunu dünya çapında yaşanan kontrol edilemeyen yangınlarda, sellerde görüyoruz. Bunlar, iklim değişikliğinin feci sonuçları ile birlikte nasıl hızlandığının örnekleri. Ancak şimdi salgından kaynaklanan daha fazla felaket görüyoruz ve bunun gibi daha fazla felaket görmeyi bekleyebiliriz. 

Son olarak, politik kriz var ve bu vurgulamak istediğim durumun ikinci unsuru. O da şu; 1980’lerden bu yana egemen ideoloji ve kapitalizmi yönetme biçimi neo-liberalizm oldu. Neo-liberalizm, bir ideoloji ve serbest piyasa fikrine dayalı bir dizi politikadır. Bugünlerde merkez sağ ve merkez sol olarak adlandırılan ana-akım partiler neo-liberalizme uyum sağladılar ve onu kabul ettiler. Bu durum çok uzun zaman tartışmasız şekilde böyle devam etti. Ama şimdi, özellikle 2007-8 küresel finansal krizden bu yana yaşanan krizin boyutu, nüfusun geniş kesimlerinin giderek daha güçlü tepkisine yol açtı. Bu da aşırı merkezin sıkıştığı anlamına geliyor. Oy kaybediyor, ona itiraz ediliyor. Sorun şu ki, şimdi giremeyeceğim nedenlerden dolayı bu itiraz, radikal soldan değil, asıl olarak aşırı sağdan geldi. 

Radikal solun, başta 2015’de Yunanistan’da Syriza hükümeti olmak üzere fırsatları vardı ancak sol bunları kullanamadı. Böylece neo-liberal statükoya muhalefetin boşluğunu veya alanını asıl olarak sağ dolduruyor.

Aşırı sağ içindeki hakim eğilim, popülist ırkçı sağ, diğer bir deyişle, mevcut burjuva demokrasisi sistemini yıkmak istemeyen ancak sistemin içine zorla girmek ve sistem içinde lider partiler olmak isteyen seçim partileridir. Bu partiler ırkçılığı, özellikle Avrupa ve Amerika’da ama ayrıca Hindistan’da da İslamofobiyi ve diğer ırkçılık biçimlerini kullanıyorlar. 

Halkın desteğini kazanmak ve insanların öfkesini neoliberalizmden ve kapitalist sistemden başka bir tarafa yöneltmek için göçmenleri günah keçisi yapıyorlar ve böylece atılım yapmak için yeterli oyu toplamaya çalışıyorlar. 

Trump bunun klasik bir örneği. İnsanlar onun faşist olduğunu söyleseler de aslında faşist değil. Trump bir fırsatçı. ABD'deki iki ana partiden biri olan Cumhuriyetçilerin kontrolünü büyük ölçüde ele geçiren, uzun süredir aşırı sağ bir gündeme sahip bir sözde-milyarder. Artık başkan olmasa da hâlâ Cumhuriyetçi Parti’ye hakim. 2016’da başkanlık seçimini kazanarak herkesi şaşırttı. 

Avrupa’da bunun gibi başka partiler de var. Örneğin İtalya’da Lega, Almanya’da AfD, Almanya İçin Alternatif. Ayrıca, kendilerini büyük ölçüde aşırı sağ partilere dönüştüren ana-akım merkez sağ partiler var.Örneğin, İngiltere’de Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti ya da Avusturya’da Halk Partisi.

Aşırı sağ içindeki egemen eğilim bu olmasına rağmen ayrıca önemli bir faşist unsur, bağımsız olarak faaliyet gösteren faşist partiler var. Örneğin, İtalya’da İtalya’nın (Erkek) Kardeşleri. Ayrıca popülist ırkçı partiler içinde yer alan faşist unsurlar var. Örneğin Almanya’da AfD’nin güçlü bir Nazi kanadı var. Bir de popülist ırkçı partiler gibi davranan faşist partiler var. Bunun en önemli örneği, liderliğini Marine Le Pen’in yaptığı Rassemblement National, yani Ulusal Birlik. Anketlere göre Le Pen’in oy oranı önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimlerinde şu anki Başkan Macron’a çok yakın. 

Tüm bunlarda İslamofobinin altını çizmeme izin verin çünkü, bu partiler kendilerini bu popüler ırkçılık türü üzerine inşa ediyor. Bu partilerde, özellikle faşistler arasında hâlâ güçlü antisemitizm unsurları da var. Fakat Avrupa ya da Amerika’da başat bir grup olmayan ve asıl olarak yoksul göçmen işçi sınıfı nüfusunu temsil eden Müslümanları hedef almak aşırı sağın siyasete müdahalesinde önemli bir yer tutuyor ve bu partilerin ideolojilerinde çok önemli bir rol oynuyor. Bunun üzerinde detaylı bir şekilde duracak zamanım yok ancak İslamofobi sadece önemli bir harekete geçirici ve yapıştırıcı ideoloji değil.  İslamofobi, aşırı sağı emperyalizm ile bağlayan şey. 

Çünkü sistemin merkezindeki bu İslamofobinin kökeni, 70’lerin sonundaki İran Devrimi’ne, ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin bu önemli bölgede egemenliklerini yeniden kurmak için tasarladıkları bir dizi müdahaleye dayanıyor. Dolayısıyla İslamofobi, aşırı sağın sistem dışı bir olgu olduğu fikrinin yanlışlığını gösteriyor. 

Bu partiler, egemen sınıfın merkezinden başlatılan şey üzerine kendilerini geliştiriyorlar. Bunu, çok ilginç bir şekilde, Biden, Franklin Roosevelt ile karşılaştırılıyor olsa bile, Trump’ın dış politikası ile Joe Biden’ın dış politikası arasındaki süreklilikte görebiliriz. Örneğin Çin konusunda iki başkan arasında fark göremezsiniz. 

Şimdi, aşırı sağ ve faşizm arasındaki farklara dair bir şeyler söylemek istiyorum. Çünkü solda genellikle beğenmediğimiz her tür sağcı güce faşist demek gibi bir sorun var. Ancak bu bir hata çünkü faşizm çok özgün bir olgu. Bunu anlamak önemli çünkü iki dünya savaşı arasında Mussolini’nin İtalya’da ve Hitler’in Almanya’da zafere ulaşmasının nedeni, solun, özellikle komünist partilerinin faşizmi hafife alması ve onun özgün doğasını kavrayamamalarıydı. 

Leon Troçki’nin bir Marksist olarak en büyük başarılarından biri, bu ikisi arasındaki farkı tespit etmesi ve faşizmin özgün doğası hakkında uyarmasıydı. Ancak ne yazık ki kimse tarafından dinlenmedi. 

Peki faşizmin temel özellikleri nedir? Birincisi, faşizm esas itibarıyla, ağırlıklı olarak orta sınıflardan, Troçki’nin söylediği gibi, ekonomik krizden darbe alan, büyük sermayenin sahip olduğu kaynaklara, işçilerin sahip olduğu kolektif örgütlere sahip olmayan ümitsiz orta sınıflardan devşirilen bir kitle hareketi oluşturan parlamento dışı bir güçtür. İkincisi, faşist partilerin her zaman paramiliter bir kanadı olmuştur. Ancak bugün bu, böyle partilerde daha az egemen olan bir özelliktir, çünkü günümüzde faşistler kendilerini seçim partileri olarak sunmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü, faşistler sözde-devrimci bir ideoloji tarafından birleştirilir. Diğer bir deyişle, faşistler kendilerini sistem dışı ve sisteme karşı olarak sunarlar. 

Genellikle farklı türlerde anti-kapitalist retorik kullanırlar. 1930’larda Naziler üzerine yazan Alman Marksist Ernst Bloch, faşistlerin kendisinin romantik anti-kapitalizm olarak adlandırdığı şeye başvurduklarını söylemişti. 

Diğer bir deyişle, faşistler çağdaş kapitalizmi romantize edilmiş geçmiş adına kınadılar ve geçmişi yeniden canlandırmayı vaat ettiler. Günümüzde bunun yankılarını Trump’ın “Amerika’yi Yeniden Büyük Yapmak” sloganında görebilirsiniz. Yani Amerika eskiden büyüktü ve şimdi o büyüklüğü yeniden canlandıracağız. Trump, faşist değil ancak kullandığı retorik araçlar faşistlerinkine çok benziyor. 

Anti-semitizmin önemli olmasının bir nedeni bu. Çünkü bu Nazilerin, iyi kapitalistler – tarihi Naziler için bunlar Alman ulusal topluluğunun (Volksgemeinschaft) parçası olan iyi Alman kapitalistleriydiler – ile asıl olarak Yahudi kosmopolitan sermayesi olarak tanımlanan kötü kapitalistleri birbirinden ayırmalarını sağlıyor. 

Dolayısıyla ideolojilerindeki bu unsur faşistlerin, öyle olmadıkları halde anti-kapitalistmiş gibi davranmalarını sağlıyor. Sermaye için kullanışlı olmalarının nedeni ise bir kitle hareketine sahip olmaları ve burjuva demokrasisine bir bağlılıklarının olmaması. Faşistler, örgütlü işçi sınıfını ezmek için koçbaşı olarak kullanılabilirler. Hitler ve Mussolini’nin iki dünya savaşı arasında yaptığı buydu. 

Son olarak, faşistler, egemen sınıftan özerktir. Faşistleri, basitçe egemen sınıfın bir aracı olarak görmek yanlıştır. Hayır, onların özerklikleri vardır. Bunu, özellikle faşizmin en uç biçimi olan Hitler’de çok net görebiliriz. Ancak faşistler, örneğin örgütlü işçi sınıfını ezerek egemen sınıf için faydalı olabilirler. Dolayısıyla, faşistler ile egemen sınıfın çıkarları birbirine yakınlaşır. 

Peki kısaca, Türkiye bunun neresinde? 

İnsanlar genellikle AK Parti’nin faşist bir parti olduğunu söylüyorlar. Bence bu yanlış. AK Parti, burjuva İslamcı bir parti. Sınıf tabanı, son 30-40 yılda Anadolu’da ortaya çıkan ve Türkiye’nin ihracat sanayileri üzerine kurulan yeni kapitalistlerden oluşuyor. AK Parti kendisini halkın desteğini kazanmış radikal bir parti olarak sunmayı başardı. 

İnançlı Müslümanlar siyasetten dışlandıkları ve zaman zaman modern Türkiye devleti altında ezildikleri için ve Erdoğan’ın müesses nizam ile girdiği çatışma sayesinde kitlelerin desteğini kazandı. 2016’da gerçekleşen darbeden bu yana Erdoğan daha baskıcı bir hale geldi. Ancak bunu, daha önce ordu ile zıtlaşırken, onu tasfiye ederken şimdi ordu ile barışarak yaptı. 

Ayrıca, Erdoğan’ın son yıllarda gerçek bir faşist parti olan MHP ile ittifak içinde olduğunu da belirtmek gerekir. Bunlar gerçek faşistler. Hükümette olmaları gerçekten çok kötü. Bu onların etkili olmalarını sağlıyor ve onlara meşruiyet veriyor. Ancak bu, Türk devletini faşist yapmaz. 

Türkiye, ordunun kendilerine vermiş olduğu ve anayasal olarak Kemalist devletin koruyucuları olarak onayladığı özel rolden gelen, on yıllardır var olan sınırlamalara tabi bir burjuva demokrasisi olmaya devam ediyor. Bu yüzden, farklı oluşumları nasıl tanımladığımız konusunda çok net olmalıyız. 

Her durumda, aşırı sağın küresel olarak yükselişi, mücadele edilmesi gereken son derece tehlikeli bir olgudur. Bunun iki boyutu var. 1920'lerden ve 30'lardan itibaren gelen faşizmle mücadele deneyimi, faşistlere karşı birleşik bir cephe inşa etmeniz gerektiğini gösteriyor. Yani, faşistleri durdurmak, onların örgütlenmelerine engel olmak, onları sokaklardan uzaklaştırmak, meşruiyetten mahrum bırakmak, tecrit etmek ve mümkünse tamamen yok etmek için birleşik cephe, diğer bir deyişle, işçi sınıfı içindeki devrimci ve reformist unsurların birliğini inşa etmelisiniz. Dolayısıyla, özellikle faşistleri hedef alan, kendisini sokaklarda harekete geçiren bir kitle hareketi inşa etmelisiniz. Bu hareketin temeli budur. Bu hareket ister sosyalist ister devrimci olun –bunlar birleşik cephe açısından önemli değildir-, diğer siyasi taahhütlerinizle ilgili herhangi bir gereklilik olmadan faşistlerden kurtulmak isteyen ırkçılık karşıtlarını bir araya getirir. 

İkincisi, giderek büyüyen bir kriz içinde olan sistemden etkilenen insanlara umutsuzluktan ziyade umut sunabilecek bir sosyalist alternatif inşa etmelisiniz. Çünkü aşırı sağdaki faşizm, genel olarak umutsuzluğun, hedef almanın, günah keçisi yapmanın, ırkçılığın, yıkımın ve nihai olarak Hitler’de gördüğümüz gibi toplu katliamın siyasetidir. Sosyalistler, insanların toplumun kaynaklarını demokratik ve kolektif olarak yönettiği ve doğa ile artık, kapitalizmin doğa ile ilişkisinde olduğu gibi yıkıcı olmayan bir ilişki kuran bir topluma doğru ilerlediğimiz farklı bir gelecek sunabilirler. 

Ve çok daha güçlü bir anti-kapitalist alternatif geliştirmeye başlamak için elverişli bir durumda olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü salgın sırasında, şaşırtıcı bir şekilde, kısıtlamalara rağmen kitlesel protesto hareketlerinin geliştiğini gördük. Bunların en önemlisi, Amerika Birleşik Devletleri'nde başlayan ve uluslararası alanda yayılan “Siyahların Hayatları Önemlidir” hareketi. Noam Chomsky, bu hareketin Amerikan tarihindeki en büyük protesto hareketi olduğunu söylüyor. Bu ve şu an vaktim olmadığı için bahsedemediğim diğer hareketler – örneğin, Filistin halkı ile dayanışma- aşırı sağın meydan okumasını yenmek için elverişli bir bağlam sunuyor. 

Ahmet İnsel konuşmasında şunları söyledi:

Üç konuyu ele alacağım. Faşizm popülizm midir, popülizm faşizme dönüşebilir mi, otoriterlik, faşizm, post faşizm nedir. 

İlk soru, faşizm popülizm midir?

Faşizm 102 yıl önce 1919’da Mussolinin önderliğinde kurulan parti ile ortaya çıktı. Fassi tabiri antik romada birliği ifade eden demet figürünün adıdır. Ulusal faşist parti de 1921 yılında kuruldu. Sosyal talepler ile aşırı milliyetçiliği birleştiriyordu, Kilisenin mallarına el konulması programında vardı. Mussolini daha önce Sosyalist Partide çalışmıştı, bazı talepleri bu parti ile aynıydı. Milliyetçi yönü ise Versay anlaşmasına olan tepkilerle ilgiliydi. Dalmaçyayı geri almak isteyen İtalya galip ülkeler safında olduğu halde bu bölgeyi alamamıştı.

Faşizmin belli başlı özellikleri, milliyetçilik, muhafazakarlık, eşitlik aleyhtarlığı, güçlü, askeri polis anlamında devletin güçlü olması, siyasal sendikal hakların sınırlandırılması talepleriydi. Total devlet talebi Mussolinin kavramıdır, totalitarizm buradan gelir. Bunlara bir de romantik siyasi akımın temaları ekleniyordu. Toprak teması, halk teması, ırk kan aile anlamında halk teması, enerji anlamında hayat teması. Mitoslar, gelenek, güçlü lider, hayali tarih anlayışı.

Bütün bu özellikler, faşizmin kuruluşunun özellikleri tarihçi Emililo Gentilenin “Kim Faşisttir” kitabında var, yeni yayınlandı. Mussolini aynı zamanda popülistti. Muhaliflikten ulusalcı popülizme evrildi, sonra Faşist devlet ve partinin şefi olunca mutlak diktatör oldu.

20.yy’da faşizmin en otantik temsilcisi Arjantin Diktatörü Peron’dur, yönetime geçtiği dönem 2.savaş sonrasıdır. 2.savaş öncesi Peron Roma’da ataşe idi, faşizmden etkilendi. Şöyle der: Arjantin’de Faşizmi kuracağız, ama Mussolinin düştüğü hatalardan sakınacağız.

Popülizmin ulusal kapitalizmi güçlendirme hedefi vardı, ama Peron total devlet projesini benimsemedi. Faşizmden farklı olarak 20.yy Latin Amerika popülizmleri emekçi sınıflara çok önemli sosyal haklar, güçlü bir sendikal yapı, ücret artışları getirdiler. Faşizm ise sonuçta, yayılmacı, savaşçı ve son derece baskıcı bir yola girdi. Ama ikisi arasında, 1.savaş ile 2.savaş sonrası dönemlerin farklı olması yatar.

Faşizmin kökeninde popülizm vardır, ama faşizm popülizmden çok farklı mecrayı total devleti, mutlak yönetimi, mutlak şefliği ifade eder. Faşizmin ve Nazizmin 1.savaş travması ve 1929 iktisadi kriz ortamında boy verdiğini dikkate almak gerekir.

İkinci soru: Popülizm faşizme dönüşebilir mi?

Orban, Erdoğan, Trump ele alınabilir.

Trump’ı ele alalım. Her şeyi bilen, kendisini devletin sahibi olarak gören bir lider, faşist propaganda tekniklerini kullanıyor. Yani önce gerçeği inkâr ediyor, sonra ona alternatif bir gerçek ikame ediyor. Nepotizm son derece önemli. ABD’de Cumhuriyetçi partinin programı, ilk defa, liderin halkın istemlerinin cismanileşmiş hali olduğu inancına dönüştü. Ve bir Cumhuriyetçi Parti somut programı yapılmak yerine, Trump’ın kendisinin parti programına ikame olması yaşandı. Bir kutsal teslis ortaya çıktı. Bir adam, bir halk, bir ulus. Popülizm bunu elbette faşizmden almıştı.

Ama günümüz otoriter popülizmleri 20.yy otoriterizmlerinden farklı olarak bunun demokratik görünümlü yorumunu iptal ettiler.

Arjantin’de Peron, Brezilya’da Vargas “bir adam bir halk, bir ulus” teslisini tam diktatörlüğe dönüştürmediler. Ona seçim ve kısmi çoğulculuk katarak demokrasi ayağını bütünüyle ortadan kaldırmadılar. Ama Trump, Kasım seçimlerinden sonra bu eşiği, demokrasinin seçim meşruiyeti ayağı eşiğini geçmeye teşebbüs edebilecek noktada olduğunu gösterdi, ama başaramadı. Demokrasinin daha zayıf olduğu yerlerde başaranlar var. Filipinlerde Duterte, Hindistan’da Modi, bir ölçüde Tayyip Erdoğan bunu başaranlar arasında.

Siyasal partiler sivil demokratik yaşamı koruma yükümlülüklerini bir tarafa bırakıp, sadece liderin iradesinin taşıyıcısı olmaya dönüştüklerinde, demokrasi artık yakın ve büyük bir tehlike karşısındadır. Popülizmden faşizme geçişte, nihai adımlardan biri de, muhafazakâr çevrelerin, silahlı kuvvetlerin ve kolluğun, polisin, jandarmanın bu eğilim karşısında aldıkları tavırdır. Bu üç grubun liderin her dediğini yapmaya teslim olmaları halinde, anayasaya yasalara uymamayı kabul etmiş olmaları halinde faşizme gidişin önü tamamen açılır, toplumsal direnişin gücü yegane engel olarak kalır, faşizm engellenebilse bile çok büyük bedel ödenir.

Son soru, post faşizm, otoriter nasyonal kapitalizm ve bunların 20.yy’daki otoriter popülizmlerle benzerlikleri ayrılıkları nelerdir.

Popülizmler demokrasi alanının sınırlarına yaklaşsalar da bu sınırı geçmezler. Ama iktidardaki popülizmlerin lider kültü oluştuktan sonra bir lider tahakkümüne dönüşmesi çok yaygındır. Latin Amerika’da bunu Chavez, Morales, Ekvador’da Correa gibi sol popülizm örneklerinde de gördük. Sol popülizmler de, halkı homojen kitle olarak tanımlayarak, lidere muhalefeti şeytanlaştırmaktan, bunu kriminalize etmekten geri kalmadılar. Ama bunu yapmayan popülist liderlikler de vardır.

Rejimin dayandığı toplumsal ve tarihsel temel bu durumu belirliyor. Türkiye gibi kuruluşu güçlü otoriter ilke, kural ve kurumlara dayanan bir ülkeler, yönetimde uzun süre kalan bir popülist liderin demokrasi düşmanı bir rejime yönelmesini mümkün kılıyor. Yine de bugün post faşizm, neofaşizm ve otoriter nasyonal kapitalizm yönetimleri arasında ayrım yapma ihtiyacımız var.

Neofaşizm, 20.yy’da faşizm matrisinden ana kaynağını alan hareketleri tanımlıyor. Otantik faşizmin kötü kopyalarıdır. İtalya’da, Romanya’da, Macaristan’da otantik faşist partiler vardı. Güçleri sınırlı kaldı, marjinal kaldılar. Esas olan bu faşist kaynaktan gelen, ama 21yy’da radikal sağ kulvara doğru hareket eden hareketler, bugün iktidarı zorlayan hareketler, özellikle batı ülkelerinde.

Enzo Traverso bunları post faşizm olarak tanımlıyor.  Örneğin Avusturya Özgürlük Partisi, İtalya Lega, Almanya’da AFD, Fransa’da Ulusal Cephe, Türkiye’de MHP. MHP yerli otantik faşizmin merkeze doğru yürüyüşünü temsil etti. MHP’ye dikkat etmek lazım. Otoriter faşizan sağ ile merkez sağın birleşmesindeki önemli noktalardan biridir, MHP.

MHP Türkiye’de hiçbir zaman fazla oy almadı, iktidar gücü olmadı. Ama hep ikinci tercih oldu. Birkaç ay önce yayınlanan bir ankete göre deneklerin en az oy vereceği parti MHP, ama hiçbir zaman oy vermeyecekleri parti ise MHP değil, diğer partiler. Yani MHP’ye oy vermiyorlar ama hep bir yerde durmasını, denge partisi olarak bulunmasını istiyorlar, faşizan yapının denge partisi, bugün de gördüğümüz gibi.

Faşist kaynaktan gelmeyen otoriter nasyonal kapitalist siyasal hareketler, partiler de var dünyada. Hepsini popülizm olarak ele almak aşırı düzleyici bir yaklaşım olacaktır. Faşist matristen gelerek post faşizme evrilmek, geçmişin reflekslerini, simgelerini, siyasal tahayyülünü geri gelmesi mümkün olmayan biçimde terk etmek anlamına gelmiyor. Yeniden neofaşist kulvara bu hareketlerin dönmesi mümkün. Ya da aşırı baskıcı bir tek adam rejimini ayakta tutmak için ülkeyi yangın yerine çevirmeleri de mümkün. 

Post faşizm bugün seçmenlerin muhafazakâr ve içe kapanmacı reflekslerine hitap ediyor. Liberal demokrasilerin yorgunluğunu, yarattıkları eşitsizlikleri, demokratik kurumların meşruiyetlerinin neoliberal politikalar tarafından yıpratılmasını siyasal alanda kullanıyorlar. Ama radikal bir demokrasi eleştirisi de getirmiyorlar, hatta demokrasiyi en iyi kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyorlar. Halbuki 20.yy’da faşizmler demokrasiye açıkça karşıydılar. 

Türkiye’de AKP-MHP ittifakına dayalı iktidar ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi, post faşist siyasal hareket ve rejimin birçok özelliğini gösteriyor. Ama post faşizmden farklı olarak, Cumhur İttifakı Türkiye otantik faşizminin ideolojik hegemonyasına giderek daha fazla giriyor. Tayyip Erdoğan’ın içinde büyüdüğü siyasal toplumsal tahayyül dünyası ile Türkiye’deki otantik faşizm arasında büyük geçişler her zaman olmuştur. Necip Fazıl Kısakürek bu örtüşme alanını temsil eden önemli bir kişidir. Buna irredantist hevesleri kabaran laik ve ulusalcı çevrelerin sessiz ama derinden desteğini ilave edebiliriz. Buna Kürt sorunu karşısında ırkçı tepkiler veren ama Cumhuriyetçi olduğunu da iddia eden çevreleri de ilave edebiliriz.

MHP genel Başkanı, HDP için ya terörizm ya itlaf çağrısı yaptı. İtlaf çağrısı, faşizmin en açık çağrılarından birisidir. Buna sosyalist çevreler dışında, CHP dahil açık bir tepki dile getirilmedi. Durum sıradan bir otoriterizmi, popülizmi giderek aşmaya başlıyor. Erdoğanizm, bir keyfi otokrasi rejimi olarak, kamusal alanı, kültür ve eğitim dünyasını muhafazakâr Sünni İslam’ın tahakkümü altına alma amacı güderken, kendi seküler ideolojik boşluğunu da yerli faşizmin temaları ile doldurmaya çalışıyor. Aşırı otoriterlik ile açık despotluk arasında salınıyor. 21.yy’a özgü faşizmlerin, belki ilerde başka bir isimle anılacak olan bu siyasal oluşumların önde gelen bir örneği olma yolunda ilerliyor. 

Ama gelecek önceden yazılmaz. Otoriter, nasyonal kapitalizmin 21.yy’ın ilk çeyreğindeki bu yükselişi bir kader değildir. Bugün bu hareketlere zemin hazırlayan neoliberalizmin demokratik alandaki yıkımlarına alternatif üretme zamanıdır, aynı zamanda. Bu otoriter popülizmler, otoriter nasyonal kapitalizmler, demokrasilerin çöküşünün nedeni değildirler. Bunlar liberal demokrasinin eksikliklerinin, hatalarının bir sonucudurlar. Ona göre mücadelenin hattının oluşturulması gerekir. 

Liberal demokrasiyi kenara atmadan, ama liberal demokrasinin eksiklerini, zaaflarını, hatalarını dikkatle ele alarak, bir çoğulcu yeni demokrasiyi, eşitlikçiliği, özgürlüğü merkezine alan bir demokrasiyi oluşturmanın, Türkiye’nin ve dünyanın bu post faşist hareketleri karşısında ezilen toplumları için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu düşünüyorum.

Canan Şahin konuşmasında şunları söyledi:

Bu konuşmayı hazırlarken Türkiye siyasetinin çürümüşlüğünün bir kanıtı sayılabilecek Sedat Peker videolarının bir kısmı yayınlanmıştı. Susurluk kazasının ortaya döktüğü siyaset-sermaye-kolluk güçleri-mafya ilişkisinin bir başka versiyonunu bugün ırkçı-Turancı-Türkçü bir mafyanın ifşalarıyla yeniden dinliyoruz. 2015 barış sürecinin bitiminden beri Kürt hareketine ve onunla dayanışan herkese Türkiye’yi kelimenin gerçek anlamıyla dar edenlerin nasıl kirli bir çıkar birliği kurduğunu görüyoruz. Gittikçe kötüye giden ekonomi, artık borç çevirmenin mümkün olmadığı bir finansal yapı, artan işsizlik, normlara uymamanın her zaman olağanüstü bir tehdide karşı gerekenin yapılması olarak tarif edildiği bir hesap vermeme siyasi kültürü ve altı boşaldıkça üstü kapışan siyasi düzlem ve bir bürokratik yozlaşma dönemindeyiz. 

Barış süreci sonlandırılana kadar Kürt meselesine zıt yaklaşımları nedeniyle karşı kutuplarda yer alan AKP ve MHP beka kaygısının oluşturduğu güvenlikçi iklimde yerli ve millilik eksenini esas alın bir kutuplaştırma siyasetinin hâkim olması ve cumhurbaşkanlığı rejiminin mümkün kıldığı otoriterleşme ile birlikte uzun süredir ortaklar. Türkiye aşırı sağının biri faşist diğeri popülist iki önemli aktörü bir arada olunca baskı rejimi sert ve kırılmaz görünüyor. Lakin kamuoyu yoklamaları gösteriyor ki bu sert kabuğun içinde sağlam bir halk desteğinden ziyade kokuşmuş bir çıkar birliği var. 

Otoriter rejim şimdilerde yakıtı bitmek üzere olan buharlı bir trenin kuyruğuna taktığı vagonlardan yaptığı yakıt nakliyle yürüyor. Bunu gizlemek için makinist habire ıslığa asılıyor.  MHP’den devşirilen yakıtla artan otoriterlik hem AKP’nin altını oyan ama oyarken de iki parti arasındaki ilişkiden kaynaklı aşırı sağ – faşist unsurlar arasında geçişkenlik yaratan bir siyasi iklim yaratıyor. Dolayısıyla önümüzde demokrasinin minimal düzeyde dahi işlemediği, seçimlerin eşitler arası bir yarış olmaktan çoktan çıktığı, kanunların bağlayıcılığının olmadığı, siyasi rant-otorite-mafya üçgeninin baskıyla ayakta duran bir düzen var. 

Bunun yan sıra AKP’nin 2002-2013 arası politikalarına benzemeyen hatta adeta AKP’nin kendi geçmişine muhalefet ederek ortaya çıkmış yeni bir parti olduğu izlenimini veren bir de siyasi karinemiz var. Türkiye solunun ciddi bir bölümünde AKP’nin ilk iki dönemi devleti ele geçirmek için gerekli ittifakları kurmak için stratejik olarak benimsenmiş ve dolayısıyla da AKP’nin aslını gizlemek ve bir iktidar bloğu kurmak için vitrine çalıştığı bir dönem olarak görülmekte. Buna tabii 2013 sonrası barış sürecini de ekleyebiliriz. Dolayısıyla aslını gizleyen partinin Gezi ile beraber demokratik kaftanının düştüğü Sultan’ın çıplak otoritesinin ifşa olduğu açık bir diktatörlük dönemine girdiğimiz yaygın kanı. 

Böyle düşünenlerin büyük çoğunluğu solun bir kısmına AKP otoriterizmini zamanında görememiş oldukları ve bu yüzden devleti AKP’nin nüfuzundan korumak yerine AKP’nin devlete sızıntısını meşrulaştırdıkları iddialarıyla içerlemekte. Bu perspektif dünyada neo-muhafazakârların Afganistan ve Irak işgallerini meşrulaştırmak için kullandıkları İslamofaşizm kavramını da AKP’yi tarif ederken kullanıyor. Yani MHP ile AKP’nin Türk sağının faşizan iki ekolü olduğu ve aralarındaki farkın İslamcılık ve ırkçılık ikilisinden hangisinin faşizmin taşıyıcısı olduğuna dair olduğu bir anlayış hâkim. Bugünkü tehdit İslami faşizm tehdidi ve MHP eleştirisinin de daha çok AKP’ye kuyrukçuluk yapmak ya da destek vermek üzerinden yapıldığını söylemek yanlış olmaz. 

Sol içinde artan otoriterlik tartışmasına bir diğer yanıt da Türkiye’nin AKP ile birlikte izlediği neoliberal finansallaşma politikaların nasıl 2013 sonrası sürdürülemez hale geldiği ve bunun devlet krizi ile birleştiği noktada iktidar blokunun bölünüp ekonomi yönetiminin siyasileşmek zorunda kaldığı yönünde. 2001 sonrası partiler üstü bir konuma sahipmiş gibi görünen IMF müdahalesi, AKP döneminin özelleştirme hamleleri ve 2003 emek rejiminde esnekleştirmeye mümkün veren yasal dönüşüm ve hane halkı borcunu düşük faizli kredilerle rekor düzeyde arttırıp tüketimi pompalamaya dayanan kalkınma büyüme modelinin içine girdiği kriz siyasi iklimin değişimindeki ana etmen olarak görülüyor. 

2013’de ABD’nin faizleri arttırması ile birlikte para hareketlerindeki yön değişimi Türkiye finans çevrimi açısından bir kaynak sorunu yarattı. Gelir düzeyinin durağan olduğu, hatta reel ücretlerin küçüldüğü bir ekonomide hem hane halkı borcunun hem de son dönemki ekonomik krizlerle daha da açığa çıkan özel sektör borçluluğunun ve bunu bypass etmek için yapılan müdahalelerle birlikte de kamu borçlarının arttığını görüyoruz. Kamu bankalarını devreye sokmak, borçları yeniden yapılandırmak ve Merkez Bankası rezervlerini TL’nin değer kaybı için seferber etmek krizden çıkmaya yetmiyor. Üstüne üstlük ÖTV, Akaryakıt zamları ile bu kaynak krizinin bedeli yine emekçilerin sırtına yüklenmiş durumda. AKP’nin ekonomik tarihi neoliberal politikalar ve bunun belkemiğini oluşturan finansallaşma, yandaş şirketlere ihale dağıtma, bir tür rant ekonomisi yaratması açısından bir süreklilik arz ediyor. 

Ama bu tarihin tek başına otoriterleşme eğilimini açıklaması mümkün değil. Dünyanın birçok yerinde aslında neoliberalizm ve finansallaşma benzer şekilde işledi ama bu siyasi aktörleri de yerinden oynattı. AKP’nin artan otoriterleşmesi sadece ekonomi yönetimindeki zorlukların değil aynı zamanda Kürt sorunundan, Arap devrimlerinin yenilgisiyle gelişen yeni Ortadoğu jeopolitiğine ve bunun getirdiği ideolojik yön değişimine de bağlı. Yani AKP’nin ekonomi politiğinin eleştirisinde politik kısmın daha iyi analizinin yapılması gerekiyor. Zaten kapitalizmin krizinin derinleştiği noktada bu eğilim daha da güç kazanıyor ve liberal merkezin muhafazakâr ve liberal/sosyal demokrat döngüsü içinden yönetilmesini artık mümkün görünmüyor. Ama ekonomik krizin siyasi krizlerle nasıl birleştiğini analiz ederken indirgemeci bir perspektife sıkışmamak gerekiyor.  

Şimdi Türkiye siyasi panoramasını bir kenara koyup elimizdeki kavramlar setinin kökenine ve nasıl tedavüle girdiğine bakacak olursak şunları görürüz. 

Otoriteryanlik tanımı esasen Latin Amerika’da rejimleri analiz etmek için kullanıma girdi ve iktidarın tek kişinin elinde merkezileştiği otokrasi ya da küçük bir azınlığın elinde merkezileştiği oligarşi kategoriyle liberal demokrasisinin adil seçim, denge ve denetleme mekanizmaları, bağımsız yargı ve basın özgürlüğü gibi ideal özelliklerinin dışındaki rejimleri nitelemek için kullanılageldi. Bu yazın daha sonra çeşitlendi ve otoriter rejim tipolojisi yeni kategoriler eklenerek üretildi – bunun yüzyıl biterkenki hali askeri diktatörlük, tek parti diktatörlüğü ve tek adam diktatörlüğü şeklindeydi. 

Şimdi çeper ülkelerle sınırlanan bu analizler demokrasinin güya yüzyılı aşkın bir süredir konsolide olduğu iddia edilen ülkelerde bile tamamen otoriterizmin bir tehdit olduğunun farkında, o yüzden de eski kavramlar olanı açıklamaya yetmiyor. Şimdilerde demokratik gerilemeyi anlatmak için kullanılan yeni terimlerin var: rekabetçi otoriteryanizm, çoğunlukçu otoriteryanizm bu kavramlarından sadece ikisi. Yani seçimle iktidara gelen ama kurumlar üzerindeki kontrolünü rakipleri aleyhine kullanıp kendini iktidara taşıyan kuralları iktidardan gitmemek uğruna esnetip çiğneyen adaletsiz bir yarışın hâkim olduğu ama çok partili sistemin kabuğunun hala işler olduğu sistemlerden söz ediyoruz. Türkiye’nin biçimsel olarak rekabetçi ve çoğunlukçu otoriter bir rejim olduğu ve Cumhurbaşkanlığı rejimiyle de otokratikleştiğini söylemek yanlış olmaz. 

Bu noktada konuşmanın diğer başlığını teşkil eden popülizm kavramı önem arz ediyor. Yani kitlelerdeki hoşnutsuzluğu yerleşik düzenin yetersizliklerine karşı mobilize ederken halkın temsilcisi olduğunu iddia eden güçlü bir lider kültü yaratıp dikey öfkenin – yani kurulu düzene ve elitlere karşı öfkenin – verili düzenin halkın parçası olmadığı düşünülen göçmenlere, LGBTİ bireylere, kadınlara, ve azınlık etnik-dinsel-ırksal topluluklara toplumun çoğunluğu aleyhine ayrıcalık tanıdığı fikriyle yatay bir düşmanlık ekseni de yaratarak siyaseti hem merkezin yetersizliği üzerinden hem de siyasal alının hakketmeyenler tarafından işgal edildiğini savunup o alanı sterilize etme iddiası taşıyan bir hareketten bahsediyoruz. Popülizm dolayısıyla otoriter rejimleri iktidara taşıyan hareketlerin mobilizasyon tarzına tekabül ediyor. 

Türkiye’ye dönecek olursak bugün otoriterleşmiş AKP yönetiminin ilk dönem siyasi tarzının popülist olduğunu söyleyebiliriz ama bunun aşırı sağ popülizminden ayıran özellikler var: Kemalist elitlere karşıtlık, askeri ve bürokratik vesayete karşıtlık üzerinden siyasetin dışına itilmiş halkın meşru, yeni, otantik temsilcisi olarak siyasete girdiğine dair düzen karşıtı bir iddia vardı. Ama bunun birleştirici ögesi birçok aşırı sağ popülist harekette olduğu gibi ırkçılık değildi. Bilakis seküler elitizm ve ırkçılık eski rejimin fikirleriydi. 

AKP’nin otoriterleşmesi, ırkçılaşmasıyla el ele gitti – bu da zaten MHP ile koalisyonun hem sebebi hem de gittikçe yoğunlaşan sonucu. Bunda iki faktörün etkili olduğunu düşünüyorum: birincisi AKP Kürt meselesini maliyeti düşük ve kazancı büyük bir barış projesiyle çözmek isterken Suriye’de işler hiç istendiği gibi gitmediği gibi kuzeyinde bir Kürt devleti kuruldu. Bununla birlikte devletin yüzyıllık anksiyetesi beş yıllık cesaretini yıktı geçti ve yıkarken de Batı’da Kürt hareketiyle dayanışanlara da büyük bedeller ödetti. Bu zaten MHP’nin karın ağrısıydı ve siyasetin dümenini daha fazla Kürt hareketini ve demokratik muhalefeti ezmek yönünde kırmak için açık desteğini ortaya koydu. İkinci faktör tabii ki yenilen Gülenci darbe girişiminin arkasından gelen devlet krizinin kendisi oldu. 

Hem güvenlik kaygısını tüm yetkiyi merkezileştirerek çözmek istediler hem de devletin kolluk, güçleri, bürokrasisi içindeki krizi MHP’nin, devletin derin partisinin desteğiyle atlatmak istediler. Başkanlık rejimi yürütmeyi tek elde toplayıp yargıyı işlevsizleştirdikçe AKP’nin dikey popülist tarafı aşınıp, yatay popülist tarafı yani yerli-milliye karşı yabancı işbirlikçi kutuplaşması arttıkça büyüdü. 

MHP bu söylemin bugün ortağı hatta fikirlerimiz iktidarda, olmazsa da görürsünüz edasında. Toplam oy oranları düşen bu ittifak ne yazık ki bir yanıyla otoriter rejimin arka bacaklarının faşist iktidar tarafından sağlandığı çürük bir sandalyeye benziyor. Başkanlık rejiminin verdiği yetkilerle o sandalyenin arka bacakları TTB’ye, HDP’ye, Kadın hareketine ve İstanbul Sözleşmesine, LGBTİ’lere, İşçilere karşı kullanılıyor. 

Şimdi AKP’nin otokratik bir rejim etrafında örgütlediği otoriterliği faşist bir hareketle işbirliği üzerinden mümkün oluyor dedik. Bu noktada faşizmin ne olduğunu daha net ortaya koymak gerekir. Birincisi faşizm her türlü baskıcı yönetimin ortak ismi değil. Üçüncü enternasyonalin yedinci kongresinde benimsenen ve Stalinist partilerce benimsenen tanıma göre faşizm “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür”. Bu tanım askeri diktatörlükleri, tek parti diktatörlükleri faşizm diye nitelemeye iter. Bu yüzden Türkiye’de faşizm süreklilik arz eden ama niteleyeni değişen bir rejim gibi görülür. 

Troçki 1930’ların başında Almanya’da yükselen Nazizm tehdidine dikkat çekmek için yazdığı makalelerden birinde faşizmi yumuşak, orta, sert diye ayıran bir yazarla “maazallah Türk tütünü gibi” diye dalga geçiyor. Bizde durum biraz böyle. 

Şimdi Birikim dergisindeki kimi yazılarda da zaman ve mekâna sığmayan, bir bilişsel bulanıklık ve rasyonalite kaybı şeklinde kendini gösteren ve 21. Yüzyıl faşizminin akışkanlık için seyreden bir olgu olduğuna dair vurgular var. Bunlar da bize faşizmin ne olduğunu anlama konusunda yardımcı olmuyor. 

Faşizm her şeyden önce bir kitle hareketi – bu kitle hareketinin bel kemiğini ise işçi sınıfı değil küçük burjuvazi /ara sınıflar oluşturuyor. Bu kitle hareketi paramiliter örgütlerin şiddetini seferber ederek toplumdaki muhalefete, azınlıklara, kadınlara, LGBTİ’lere, göçmenlere, Kürtlere, gazetecilere saldırıyor. Bunu yaparken de en çok ırkçılık ve lider kültüyle temsil edilen güçlü bir ırksal diriliş / ulusal uyanış mitosu geliştiriyor. 

İki dünya savaşı arasında faşizm aşağıdan bir karşı devrim hareketi olarak işçi sınıfını ve onun örgütlerini ezmek üzere iktidara yürüdü ve burjuvazinin ilk tercihi olarak değil son tercihi olarak onlar adına krizi çözmeyi vadetti. Sadece siyasi liderlikleri yok etmedi, işçi sınıfını bütün olarak atomize etmeyi hedefledi. 

Bugün faşist hareketler yükselen bir işçi hareketine ve onun siyasi örgütlerine karşı örgütleniyor değiller. Bu noktada ortaya çıkan yeni otoriterleşme dalgasını hem benzer tarihsel dönemlere kıyasla hem de özgünlüklerini yakalayarak anlamak önemli. Callinicos konuşmasında küresel bir dalga gözlemlediğimizi, emperyalist güçler arası rekabetin, büyük uzun depresyonun, siyasi merkezin ikna gücünü yitirmesinin yükselen otoriterzimin bağlamını oluşturduğunu anlattı. Buna benzer bir dönem olan iki dünya savaşı arasındaki dönem de aslında otoriterizmin arttığı bir dönemdi; sadece faşist hareketlerin yükselmesi ve iktidara gelmesi açısından değil, iktidardaki muhafazakâr partilerin otoriterliğinin artması bakımından da. Yani o dönemde de bir yelpaze mevcuttu bu dönemde de aşırı sağda bir yelpaze mevcut. Bu dalga hem yeni partilerle temsil edilen aşırı-sağ popülizmi, hem yerleşik partilerin içinde süren bir otoriteryan popülizm savaşını, hem de faşist partilerin büyümesini kapsayan bir dalga. 

Benzer bir kıyaslamayı İtalyan tarihçi Enzo Traverso da yapıyor. Ahmet İnsel’in bu çerçeveden faydalandığını söylemek mümkün. Günümüz aşırı sağının, 1920 – 40 arasındaki klasik temsilcilerinden hem farklılık arz ederek hem de kimi özelliklerini koruyarak yeni bir form ve içeriğe sahip olduğunu söylüyor Traverso. Otoriterleşme tehdidini hafife almadan ortaya çıkan yeni forma post-faşizm diyor. 

Post-faşizmi faşizmden aşıran temel özellik ise bu hareketlerin merkeze yöneliyor oluşu ve söyleminde bir törpüleme yaşaması. Otantik faşist matris içinden çıkıp merkeze doğru yürümeyen neo-faşist hareketler bu bakış açısına göre marjinde duruyor. Yani aslında büyümüyor. Onların siyasete etkisi daha kısıtlı ve otoriterleşme tartışmalarının merkezinde değiller. Tartışılması gereken argümanlardan biri bu. Merkez üzerinde iddia sahibi olmayı reddeden faşist hareketler her yerde kenarda kalmıyor ve merkeze kayış diye gözlemlediğimiz şey faşist hareketler açısından gerçek bir dönüşümü içermiyor/ ya da yontulmayı diyelim. 

Benzer örgütlenme modelleri korunarak, anti-semitizmi hala önemli bir ideolojik öğe olarak tutup bundan daha yüksek sesle İslamofobi ve göçmen düşmanlığı yaparak, genelde Judeo-Hristiyan medeniyetini özelde ise içinde yeşerdikleri ulus devletin milli çıkarlarını savunduklarını iddia ederek büyümeye çalışan faşist hareketler mevcut. Fransa’da bugünkü adıyla Ulusal Birleşme, Yunanistan’da yıllar süren anti-faşist mücadele sonucu kapatılan Altın Şafak, İtalya’da Kardeşler partisi bunlardan bazıları. Kardeşlerin bugün oy arttıran bir parti olduğu söyleniyor – yüzde 17 civarında. 2023 seçimlerinde göreceğiz. Ulusal Birleşme’nin lideri Le Pen’in ise sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde favorilerden olduğu söyleniyor. Bu hareketler faşist hareketler.

Diğer yandan popülist aşırı sağ hareketler de var. Bunlar kitleleri militer düzeyde örgütlemiyor; liberal demokrasinin sandık/seçmen partizanlığının derece olarak daha üstünde bir seçmen desteği devşirip, kutuplaştırıcı bir popülist dil kullanıp oyunun kurallarına uyarak iktidara gelip oyun bozarak iktidarda kalmaya çalışıyorlar. Polonya, Macaristan, Bolsonaro ve yakın zamanda yenilen Trump bunun örneklerinden. Bu siyasi figürlerin faşist örgütlere alan açtığı çok açık, hatta faşizmle flört eden bir dil kullandığı da; ama hala aşırı sağ otoriter/otokratik popülist bir düzlemde hareket ediyorlar. 

Şimdi neo-faşist hareketlere marjinal, otoriter popülist hareketlere post-faşist dediğimizde ilkinin tehdidini azaltırken ikincisinin karakterini yanlış analiz etmiş oluyoruz. Tehlike burada bence. 

Türkiye’de AKP kendi özel güzergahı içinden geçerken yaşadığı kırılmalarla, vites ve rota değiştirerek Cumhurbaşkanlığı rejimiyle otoriterliği konsolide etti. Ama bunu MHP’nin hegemonyasını arttırmasını mümkün kılarak ve milliyetçi dilde ortaklaşarak yaptı. Otoriterliğinin dozuyla faşizmin bir tehdit olarak büyüyüşü doğru orantıda oldu. Ama bu popülist siyasetinin belkemiği olan halkın gittikçe ihaleler, yolsuzluklar, mafya ilişkileri, kayırmaca ile partinin ve iktidarın bir azınlığa hizmet ettiğini görmesiyle sonuçlandı. 

Şimdi ne yapmalı sorusuna sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde solun bir kesiminden gelen yanıtla sokaktan gelen yanıt aynı değil. Bir kesim liberal demokrasinin parlamenter ideal versiyonu yeniden restore edecek merkez partilerle solun bir halk cephesi kurması gerektiğini söylüyor. Siyasi krizin esas müsebbibi olan merkezin otoriterlik karşıtı mücadeleyi güçlendireceğini düşünmek tamamıyla yanlış. ABD’de yaşanan yenilgi böylesi bir ittifaktan çok BLM hareketinin 26 milyon kişiyi sokağa dökerek toplumdaki aşırı sağ/ırkçı/faşizan fikirleri zayıflatmış olmasıyla mümkün oldu. 

Türkiye’de de ihtiyacımız olan aşağından faşizm karşıtı bir hareket. İki milliyetçi cepheden birini seçmek değil. Hem MHP’nin nasıl bir tehdit olduğuna dikkat çekecek hem de AKP’nin MHP destekli otoriter her politikasını sokakta teşhir edecek bir harekete ihtiyacımız var. Sokağın gerilediği yerde çatı ittifakları daha mümkün seçenekmiş gibi görünse de patlayan hareketler aslında sokağın nefesinin tamamen tükenmediğinin kanıtı. Bu minvalde dinleyicileri Anti-Kapitalist bloka destek vermeye davet ediyorum. 

Soru cevap bölümü

Alex Callinicos

Aşırı sağa karşı birleşik cephe nasıl kurulacak, AFD oyları niçin düştü?

Almanya’da olanlar aşırı merkezin krizi dediğim konuya iyi bir örnek. Almanya’da ikinci dünya savaşı sonrası dönemin iki ana partisi, muhafazakârlar ve sosyal demokratlar son seçimlerde çok sıkıştılar, oyları azaldı. Özellikle Merkel’in muhafazakâr partisi seçimlerde zor durumda, oy oranı yüzde 30’un altında. Ama kârlı çıkan parti AFD olmadı, Yeşiller oldu. Tarihsel olarak yeşiller bir ekoloji partisi, ama şu anda neoliberal parti durumundalar.

AFD; aşı konusunda büyük gösteriler örgütledi, ama bunlar aldıkları oylara yansımadı. Bence bunun nedeni AFD’nin kendi içinde bölünmesi. Bir yanda hakiki faşistler, bir yanda faşist olmayan sağcı milliyetçiler arasında farklılık var. Bir yanda da AFD karşıtı büyük sokak gösterileri partiyi geri itti, oylarını azalttı. Bu da aşırı sağa karşı örgütlenmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Aşırı sağa karşı seferber olursak engellememiz mümkün.

Aşırı sağa, faşistlere karşı tetikte olmalıyız. Sürekli örgütlenmeliyiz, birleşik cepheyi inşa etmeliyiz. Örneğin İngiltere’de radikal sola karşı “antisemitik” iddiası ile yoğun bir saldırı var. Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi üyeliği antisemitik iddiası ile askıya alındı. Buna karşın Macaristan Başbakanı Victor Orban Londrada Boris Johnson ile görüştü. Orban gerçek bir antisemit, Yahudi düşmanı, seçim kampanyası bu şekildeydi. Ama aynı Orban Netanyahu’nun arkadaşı, İsrail destekçisi. Bu günümüz aşırı sağının tipik durumu. Antisemitizm aşırı sağ için önemli, ama İslam’a karşı oldukları için İsrail’i de destekliyorlar.

Dün Orban’a karşı İngiltere’deki Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk kampanyası, Birleşik Cephe kampanyası bir gösteri örgütledi. İngiltere’de biz aşırı sağa karşı her zaman seferber oluyoruz, yaptıkları hiçbir şeyi görmezden gelmiyoruz. Uluslararası ölçekte yürüttüğümüz kampanyanın İngiltere’deki ayağı dünkü gösteriyi örgütledi. Yunanistan’da Keerfa benzer bir örgütlenme birleşik cephe, Almanya’da benzer örgütlenmelerimiz var. Aşırı sağ küresel bir olgu, buna karşı küresel düzeyde mücadele etmeliyiz.

Canan Şahin

Türkiye’de siyasal alan, modern Kemalist devlet kurulduğundan beri ilericilik gericilik yarılması ile belirlendi. Bu da sağ ve sola özel bir karakter kattı. MHP gibi klasik faşist örgütlenmeler çoğunlukla İslamcı olmakla eleştirildi. Maraş, Sivas vb. katliamlarda Alevilere yönelik tavrı öne çıktı. AKP ortaya çıktığında MHP’nin bir benzeri görüldü. Oysa faşizmin ana özelliği ırkçılıktır, islamofobi, Avrupa’daki ırkçılığın adıdır. 

Antisemitizm de faşist hareketlerin özelliğidir, ama bugün Avrupa’da asıl konu islamofobidir. İslamofaşizm kavramı, islamofobik bir kavram. Bu dünya çapındaki antifaşist harekete de karşı bir argüman.

İki milliyetçi bloktan birini seçmeyeceğiz. Aşağıdan bir antifaşist hareketin inşa edilmesini istiyoruz. Herkesi DSİP’e ve Antikapitalist Bloka katılmaya davet ediyorum.

Bültene kayıt ol