Beton, muhafazakârlık ve seçimler

01.06.2018 - 16:27
Ümit Aktaş
Haberi paylaş

Beton, bir ruhtan yoksun olan ve hatta modernliğin bir ürünü olduğu halde bundan bile bihaber taşralı saldırganlığa vücut vermek için şehre sirayet eden o iğreti “ideolojiler”[1]in malzemesidir.

Aslına bakarsanız o da bir ruha ait olmaya özenir. Kimlikler ve şehirler kurar. Plastik gibi her biçime akar ve her şeye yapışır. İlgisiz nesnelerin arasında dolaşarak onları birbirine bağlar ve buradan bir inşa becerisi üretir. Ama her ne yapsa da, ahşabın ve taşın asaleti kadar kullanımındaki estetikten yoksundur. Korumaya çalışır üzerinde tutunduğu nesneyi/değeri ama bu konuda çok da dayanıklı olmadığı gibi, ısrarcı da değildir. Bir dolgu malzemesidir sadece. Kesin bir karakteristiği olmadığı gibi, özsel anlamda estetik bir yanı da yoktur. Sözgelimi taş gibi dayanıklı ve biçimli, ahşap gibi sıcak ve estetik değildir. Ama uyumludur, plastiktir, ucuzdur, kolaya gelir ve her biçime uyarlılaşacak bir seyyaliyete sahiptir. Aslî karakterlere sahip olan bu tip malzemeleri (taş, ahşap) ikame edecek biçimi haiz olsa da, niteliklerden yoksundur. Belki de bu yüzdendir tercihe şayan olması da. Tıpkı taşralı bir burjuvanın asalet edinme çabası gibi, arkasında derinlikli düşünsel ıstırap kadar incelikli bir teknik çaba da olmayan bir seyyaliyet, büründüğü her biçimde sahte bir üslup olarak donakalır. Gökdelenlerin görkeminden ve köprülerin kıtaları birbirine bağlayan birleştiriciliğinden, kendisine bir başarı öyküsü ve bir onay belgesi çıkarır.

Betonun kalıcılığa özenli ama buna dair aslî niteliklerden yoksun kıvamını andırır muhafazakârlık[2] da. Yine de bu “çarıklı erkânıharp” atamaz üzerinden soyutun korkusunu ve bu bir somut övgüsü olarak belirir; okumuşluğa (entelektüellik, felsefe, bilim, sanat…) karşı bir küçümsemeyle bir kitle kültüründe, pragmatizmin başarısında kendisini savunmaya alır. Bir ayağı hâlâ köyde ve kırda olan taşralı bir “muhafazakâr” olarak, derinlemesine tanıyamadığı ahşabın ve taşın yerine betonu kendi ruhuna daha yakın bulur: Ürkek, aceleci, sıvaşık, her biçimi aldığı halde belli bir kıvamdan yoksun, her işe yaradığı halde hiçbir kalıcılığı olmayan bir dünyevilik. Kapsayıcı umursuzluğu, cesametli ve akışkan gövdesiyle her boşluğa nüfuz eden ve kurnazca fütursuzluğuyla en olmadık yerlerde boy gösteren bu ihtiras, iktidarını bilgeliğine olmasa da, performatif (becerikli)’liğine dayandırır.

Bu yüzdendir belki, sağcılık kadar liberallerin de, yoksun oldukları sosyopolitik taban ihtiyaçlarını muhafazakârlıktan devşirmeleri. İslamcılık da siyasal mücadelesinde sosyolojik yakınlık nedeniyle bu kesimle ittifak etmiş ama sonuçta bu elastikiyetin yapışkanlığında karakteristik niteliklerini büyük ölçüde kaybetmiştir. Çünkü bu sıvaşkan elastikiyet, bir süre sonra nüfuz ettiği yapı üzerinde donarak, onu da kendisi gibi katılaştırır. Ama taşın ya da ahşabın katılığı gibi dönüşüme, yenilenmeye müsait bir katılık değildir bu; sadece bir kullanımlıktır. Ondan kurtulabilmek içinse, ancak tümüyle imhası ve ortadan kaldırılması gerekir. Özsel niteliklerden yoksunluğu ve dayanıksızlığı nedeniyle, katı olan her şeyi yumuşatan kapitalizm tarafından, kolayca buharlaştırılabilmektedir.[3]

Babil Kulesi veya labirent

“Labirent”[4]in içe doğru kıvrılan karmaşası ve nüfuz edilemeyen özündeki canavarı yaşatabilmek için insanları sürekli olarak kendisine kurban kılan gizemiyle modern kentler, aslında bu gizemli derinlikten çok, Babil Kulesi (şehri)’nin sürekli olarak gökyüzüne doğru yükseldiği halde bir türlü yabanıllıktan ve yabancılıktan kendisini kurtaramayan sathiliğine daha yakındır. Hatta kent, içerisinde çalışanların ellerinde yükseldikçe artar bu yabanıllık ve yabancılaşma da. “Yüce” olanı fiziksel bir yükselişte arayan bu sathilik, değeri de marka (marka değeri)’da bulmaya çalışır. Bir marka haline gelmenin gerçekte göksel değerleri küçültme anlamına geleceğinin farkında olmayan muhafazakârlık da, tuhaf bir biçimde İstanbul’u bile bir “marka değer”iyle taçlandıracağını düşünür. Ya da “tekbir”, “mavera”, “zemzem” gibi birçok “yüce” kavram, bu sanki bir “iyilik”miş gibi, kapitalizme uyarlı bir marka haline getirilir. Evliyalar şehrinden markalar şehrine doğru bir gidiş, aslında üzerinde çok da düşünülmemiş olan bir muhafazakârlıktan neo-kapitalizme veya Fırat Mollaer’in deyimiyle tekno-muhafazakârlığa doğru bir savruluştur.

Belki de bu muhafazakâr engel[5], her iki sembolik biçimi, yani özündeki canavarlığı ehlileştiremeyen bir derinleşme çabasıyla, yüzündeki sathiliği saklayamayan bir yücelme çabasını bir araya getiren bir sınır oluşturmaktadır. Aşılamayan bu sınırlılık, kendisine en uygun gereçlerle, İbn Haldun’un bedevileri gibi önce şehrin çeperlerinde boy gösterir. Çeperlerden doğru yola koyulan bir saldırganlık, şehrin ruhuna nüfuz edemese de, onu ele geçirmesini engellemeyen bir vahşetle malûldür. Saldırganlığın araçları basittir aslında: Şiddet (terör)[6], rant (faiz)[7], beton (akışkanlık) ve sinsilik (mürailik). Bu avadanlıklarını bilimle (güce teşne bilim insanlarının katkılarıyla) teçhiz ederek ve benzeri türdeki aydınların ideoloji üretimleriyle taçlandırarak toplum ve doğa üzerinde karşı konulamaz bir egemenlik oluşturur. Uygarlaşmadır bu (civilization), bir başka açıdan. Tipik Anglo-Sakson muhafazakârlığın bir ürünü.

Cıvık taşralı ruhunu her tarafa yayarak ve kirliliğin bulaşkanlığını asla temizlenemeyecek bir kertede her şeye nüfuz ettirerek, geri dönüşümü varlığına katlanmaktan daha pahalıya mal olacak bir habitus (yerleşke, mekân) yaratır. Tek savunma biçimi de budur belki. Öyle ki onu ortadan kaldırma çabası, neredeyse bir peygamber sabrını gerektirir. Kirliliğin benzeştirdiği şehir ahalisi ise, başları önlerine eğik, yüzlerindeki o çarpık gülümseyişi ve aynılaşmanın kıvancını (ya da utancını) birbirlerinden gizleyerek koşuştururlar kule’[8]nin cidarlarında. Yakalayamadıkları bir zaman ve yakalanmak istemedikleri bir şiddetin açmazında, kendilerine biçilmiş olan kaderin ağıtını yakarlar o buruk seslenişleriyle. Uzaktan onlara bakan Odysseus ise bu buruk ezgileri duymanın hazzını yaşa(r gibi yap)maktadır sadece.

Batının tekniği ve Şuara

Türkiye, 141 binayla Avrupa’da en çok gökdelene sahip ülke. Şehirler açısından bakınca ilk sırada Moskova (98) yer alsa da, tamamlanmakta olanlarla birlikte “marka şehir” İstanbul (127) yakında zirveye çıkacak. Bu “betonarme” zirvelere çıkmanın kıvancı ise Ak Parti iktidarına ait. Muhafazakârlıktan sağcılığa doğru yol alan bir evriliş, aslında geleneksel iktidar örüntülerine teslimiyeti bir başarı öyküsü haline getirmenin düşüşüdür. (“Ne gülüyorsun? Anlatılan senin hikâyen!” demenin tam da yeri.)[9] Dolayısıyla başlangıcın o iyi niyetten yoksun fütursuzluğu ve yapmacık idealizmi, şimdilerde kendisine kendisini savunacağı bir başarı öyküsünden bir savunu edebiyatı üretmektedir. Köprüler, yollar, gökdelenler, avm’ler, silahlar, ölüler… Kısacası sayılar ve yapılar. Elbette ki bu yapıları vücuda getiren ise şu mahut “beton”un kullanışlılığı. Öyle ki tarihi yarımada bile betonun baskısı altında tüm özgünlüğünü yitirmiş durumda. Hatta bu yozlaşma cami mimarilerine bile sirayet etmekte. Taşın yerini alan beton, geride biçimsel tekrarlardan bir tarihsel kıvanç üretmeyi yegâne estetik maharete dönüştürmeye çalışan bir arsızlık bırakmakta. Öyle ki muhalif aday bile kendi projesini, CHP’nin her türlü inşaya karşı duran tepkiselliğini telafi etmek için, dördüncü köprü vaadinin densizliğiyle ifade edebilmekte. O da tıpkı muarızı gibi betondan, köprüden, yoldan başka bir vaatte bulunamamakta. Çünkü o da sonuçta benzeri bir biçimde olmasa da, bir tür muhafazakârlıkla malûl.

Ak Parti’nin geçmiş Çevre ve Şehircilik Bakanlarından birisi ise, kentsel dönüşüm konut “proje”[10]lerinin birindeki temel atma töreninde şunları söylemekte: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinasının sesinden böyle pat pat pat vurdukça çok keyif alırım. Türkiye kalkınıyor, kalkınacak gelişecek. 2023 ve 2071 hedeflerine gidiyor. O beton pompa vurmaya başlayacak. Türkiye birilerine rağmen kalkınacak. Bu beton pompaları hiç durmasın. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim bunu hep nasip etsin…”

Aslında geçen yüzyılın başında Akif, yani Türkiye İslamcılığının (elbette muhafazakârlığın da) bu sembol ismi de batının tekniği (fen)’ni almaktan söz etmişti. O teknik alınmalı ve ülke sefaletinden kurtarılmalıydı:

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,

Veriniz mesainize hem de son süratini

Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız

Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.”

Bir başka şair, sosyalist ideolojinin sembol ismi olan Nazım Hikmet de, kendi üslubunca benzeri temennilerde bulunmuştu:

“…mutlak buna bir çare bulacağım

ve ben ancak bahtiyar olacağım

karnıma bir türbin oturtup

kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

trrrrum

trrrrum

trak tiki tak!

makinalaşmak istiyorum!”

Doğrusu bu ülkenin siyasilerini bir yana koyun, şairlerinde bile bir garabet var. Makineleşmek isteyen, tekniğe methiyeler düzen başka bir ülkenin şairleri var mıdır? Bilmem! Fütürist telakkileri -Marinetti’yi- hatırlatan[11] bu barbar “yıkıcılık”, behemehâl “uygarlaşma”ya azmetmiş düşünsel bir savruklukla, -yerine her ne konulursa konulsun- sadece içerisinde bulunduğu yeniklik ve eziklikten kurtulmaya çalışmakta. O yüzden de beton mikserlerini şehrin en mahrem yerlerine, modernist mimar Corbusier’in bile “sakın elinizi sürmeyin!” dediği tarihi yarımadaya bile sokmakta hiçbir beis görmemekte.

Şehir ve ahlak

İnsanın kişiliğini en doğrudan yansıtan aynası, yaşamsal mekânı olan yer (topoloji), yani şehirdir. Hatta mimarinin bireysel kişiliği yansıtmasına karşı, şehir toplumsal kişiliği yansıtır. Mimaride kullanılan malzemeler, bunların seçimi ve kullanımı, tabiatla ilişki, hareket ve oturma alanları, eğlence ve ibadet mekânları, ulaşım ve toplanma biçimleri, dikeylik ve yataylık gibi temel seçimler, doğrudan insanın ve toplumun şahsiyetini belirginleştiren unsurlardır. O nedenle, eskil ören yerlerinde yapılan araştırmalar ve bu araştırmalarda ele geçen bulgular, orada yaşayan insanların yaşama biçimleri kadar, karakterleri (ethos, örf) hakkında da bize doğrudan bilgi veren işaretlerdir. Hacı Bayram Velî’nin de işaret ettiği gibi, insan da, şehirle birlikte yapılır; şehri inşa ederken gerçekte kendisini inşa eder, bu halkoluşla (yaratılışla) halk olur (ahlaklanır). Ama bu yapılış “taşla toprak arasında”mıdır, yoksa betonla asfalt arasında mı? İşte buna karar verecek olan onun seçimleri, daha doğrusu medeniyet tahayyülleridir.

Aslında bu, “nasıl bir insan olmak istiyoruz?”un da cevabıdır. Farkına varmaksızın içimizde büyüttüğümüz bu soruya bir cevap veririz. “Nasıl bir insan olmak istiyoruz?” Bu cevap da bizi bilge mimar Turgut Cansever ile işbitirici müteahhit Ali Ağaoğlu arasında bir seçime götürür. Bu seçim nasıl bir şehir istediğimizin de cevabını verir. Ağaçların boylarını aşmayan, taş ve ahşap ağırlıklı bir mimari ile kendisini dış dünyaya kapatmış, camla kaplı gökdelenlerden oluşan bir mimari arasındaki bu seçim, nasıl bir kişilik aradığımızın da cevabıdır. O zaman ise bu gökdelenlerin arasına sıkışmış olan beton camilerdeki cemaatlerin ve bu gökdelenlerde oturanların çocuklarının okuduğu imam hatiplerdeki öğrencilerin “neliği”ne de karar vermiş oluruz. Bunların yegâne sosyalleşme imkânı ise siteler arasındaki avm’ler, yani ileri kapitalizmin pazarlarıdır. Oralarda satılan ise kapitalizmin ürettiği değerlerdir. Hem de salt marka değeri değil, kültürel değerlerdir ve iktisadi piyasa kadar sosyal piyasa da bu değerlerce biçimlendirilecektir. Artık bu saatten sonra bağırıp çağırmalarla, kuru söylemlerle hiçbir olgu değişmeyecektir. İsterse aranızda “Medeniyetler ve Şehirler” adlı bir kitap yazmış, başbakanlık yapmış olan bir zat olsun ya da her mitinginizde “medeniyet” şairi Sezai Karakoç’tan şiirler okuyan bir “Reis”; söylem olguyu değiştirmeyecektir. Sakın ola ki bana modernlikten, nüfustan, yer darlığından, mühendislikten falan söz etmeyin. Zira tüm bunların hiçbir öneminin olmadığını görmek için nüfusu bizden fazla, toprağı az, teknik imkânları geniş olan Almanya’yı (hatta Avrupa’yı) şöyle bir dolaşmanız bile yetecektir. Tarihin nasıl korunduğunu, insana ve tabiata nasıl değer verildiğini, ikamet alanlarının ağaç boyunu geçmeyen ve geleneksel yapılarla nasıl mekânlaştırıldığının cevabını oralarda oldukça somut bir biçimde görecek ve bu cevap yüzünüze bir tokat gibi çarpacaktır. Ama akıllarını kullanamayan bir kavim için bir değil bin tokat bile kifayetsizdir.

Zira sahici medeniyetler ayrıntıları bile önemser ve seçimlerini her konuda titizlikle yapar. Mesela kullanılan malzeme ahşap, taş veya kil ağırlıklı mı? Veya çelik, plastik, asfalt ya da cam mı? Öyle ki bu bir mecburiyete de dayanabilir. Mesela Sümer şehirleri yapı malzemesi olarak, zorunlu bir biçimde kili kullanmışlardır. Çünkü taş ve ahşap kaynaklarına oldukça uzaktadırlar. Ama onların kili pişirerek sertleştirmeleri de malzeme kullanımındaki bir inkişaftır. Oysa birçok toplum, şehirlerini sırf bu yüzden taş veya ahşap kaynaklarına yakın yerlerde kurmuşlar; diğer avantajlardan sarfı nazar etmişlerdir. Elbette ki bu, ticari avantajları gözden çıkaran (mesela suyollarına yakınlığı, dolayısıyla da denizciliği), bu yüzden karasal bir uygarlıkta direten bir tercih de olabilir. Ve bu, aynı zamanda şehirleri orta iklimlerde kuran, dağ ile deniz arasında ve muhtemelen yamaçlarda yerleşen, dolayısıyla ahşaba ve taşa yakınlık kadar, mutedil bir iklimi de gözeten bir tercihtir. Hem bu yolla, günümüz Türkiye’sinde olmadığı gibi, şehirleşme adına ısrarla tarımsal ovaları (alüvyon oluşumlu deprem alanlarını) işgal etme akılsızlığına da duçar kalmamışlardır.

Taş ve ahşabı tercih, tabiata yakın duran, beri yandan muhkem şahsiyetler yetiştirmeyi amaçlayan bir tercihtir. Çelik ve cam ise modernist olan ama bunun için de asfalt ve beton gibi plastik malzemeleri tercihe uzak duran, yani az çok bir uygarlık anlayışına sahip toplumların tercihidir. Asfalt ve beton ise meşakkatli yolları yürümektense, ufkuna yerleştirdiği “muasır medeniyet seviyesi”ne bir an önce ulaşmaya azmetmiş, kolaycı, sathî, yaşadığı kadar yaşatmak istediği değerlerin de farkında olmayan ve buna da önem vermeyenlere özgü malzemelerdir. Öyle olmasaydı Bergama antik şehri Berlin’deki bir müzeye taşınamaz ve tarihi yarımadaya beton ve asfalt giremezdi. Ve öyle olmasaydı şayet, kalbimizin mekânı Kâbe, betonarme kulelerin gölgeleri altında gecekondulaşmazdı. Hem de Peygamber (as) Mekke ve Medine’nin koruma sınırlarını çizerek bu iki mekânı dokunulmaz alanlar olarak tespit ve ilan ettiği halde.

Bu şartlar altında bizim (“biz” diyebileceğimiz birileri kaldıysa şayet) Müslümanlığımızın, ısrarla adını andığımız ama ruhundan da fersah fersah uzakta olduğumuz “medeniyet”imizin anlamı, malzemesi ve ufku ne olmalı? Tarih işte bu sorunun cevabını beklemekte. Aksi ise insanlık adına gerçek bir kıyametten başka bir şey olmayacaktır.

Ümit Aktaş

(AdaletZemini.org)


[1] Doğal olarak mimari, bu ideolojinin asli çerçevesidir; çünkü hem modernlik, hem de postmodernlik, daha çok mimari üzerinden hayat bulmuştur.

[2] Her fırsatta ideolojilere karşı olduğunu beyan eden ama liberalizm ve sosyalizmle birlikte, Fransız Devriminin ürünü üç ideolojiden birisi olan muhafazakârlık.

[3] Marx’a atfen.

[4] İlk kez Girit kralı Minos tarafından bir mimara (Daedalus) yaptırılan bu antik yapı, aslında barındırdığı insanları tüketerek varlığını sürdüren “modern” kentlerin simgesinden başka bir şey değildir.

[5] Engel, çünkü bir yandan korumaya çalıştığı değerlerin korumacılık adına gelişmesini önlemekte, öte yandan ise bunları yeri geldiğinde oldukça hoyrat bir biçimde değersizleştirerek tüketmektedir. O yüzdendir ki Hz. İsa, “Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler”, demiştir.

[6] Şehir ahalisini yıldıran tahripkârlık; şehri sadece bir inşaat alanı olarak gören ve bu hale getiren, yaşama mekânlarını (yeşil alanları) yok eden bir ısrarcılık; dediğim dedikçi bir üsttencilik…

[7] Şehrin toprağının kâra matuf ticarileştirilmesi ve bundan elde edilen aşırı (spekülatif) kazanımlar, özünde bir tür faizdir (emlak rantı). Tabi ki bu, bankacılık veya tekeller üzerinden de sağlanabilir. Genel olarak herhangi bir emeğe dayanmayan, hak edilmemiş, daha doğrusu imtiyaz, tahsisat, bağış gibi iktidar merkezli haksız kazanımlar.

[8] Kafka “şato” demişti buna.

[9] Latin ozan Horatius’un sözü.

[10] Sözümona korumacılığın şiarı olması gereken muhafazakârlığın en gözde kavramlarından birisi de “proje”cilik.

[11] Hangisi hangisini taklit etmiştir bilemem ama faşist Marinetti de şunları söylüyor bir şiir(!)inde:

“gürültüler arasından / dan… dan… / gelir bir ses uzaktan / makinenin gürültüsü / pistonun gümbürtüsü / piston… ton… ton… ton… / piston… pis… ton…”

Bültene kayıt ol