Kıyaslamalı insan kaybetme vakaları: 28 Şubat’ta ve günümüzde...

21.05.2019 - 09:41
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Ahmet Taşgetiren, Türkiye’nin bu günlerinde kendisini 28 Şubat döneminden bile daha kısıtlanmış hissettiğini söyledi diye başına gelmeyen kalmadı.

İktidar ve destekçisi basın 28 Şubat’la bugünlerin kıyaslanmasından nefret ediyor ama, galiba bu nefret, şimdinin birçok açıdan 28 Şubat’tan gerçekten de daha kötü olduğunu bilmelerinden ve fakat bildiklerinin tersini savunmak zorunda olmalarından kaynaklanıyor.

Kişisel dünyalarımızdaki tartışmalarda da öyle değil midir? Haksız olduğumuzu bilip de bunu itiraf edemediğimiz durumlarda, açığı kapatmak için, haklı olduğumuza inandığımız durumlardan bile ateşli bir tarzda savunmaz mıyız “haklılığımızı?”

İnsan hakları ve hukuk alanı mesela... Birileri çıkıp 28 Şubat’la günümüz arasında bu alanda kıyaslamalı bir tartışma dizisi başlatsa, herhalde iktidarın ve iktidar basınının sesi en gür bu alanlarda ortaya çıkar, kıyaslamayı başlatanları Ahmet Taşgetiren’den beter ederlerdi.

Fakat ne yazık ki gerçek böyle: İnsan hakları ve hukuk alanındaki cari durum, 28 Şubat’la kıyaslanamayacak kadar kötüdür.

Bugün bu karşılaştırmayı hukuksuzluğun en korkunç biçimlerinden biri olan “adam kaçırıp kaybetmeler” üzerinden yapmaya çalışacağım.

“Ne adam kaçırması, ne kaybetmesi?”

Şimdi aranızdan birçoğunun “ne adam kaçırması, ne kaybetmesi” dediğinizden eminim. Tıpkı 2017’de Ankara’da güpegündüz sokaktan polis olduklarını söyleyen kişilerce kaçırılan 11 kişiyle ilgili olarak yazdığımda dediğinizi düşündüğüm gibi (“Medya, ‘kaybedilen insanlar’da haber değeri bulamıyor!”, Serbestiyet, 26 Temmuz 2017):

“Ülkede olup bitenleri öğrenmek için Türk basınını izlemekle kifayet edenler, bu yazının başlığından bir şey anlamayacaklar. Haklılar, çünkü izledikleri gazeteler, televizyonlar ve internet siteleri, ‘FETÖ’cü’ oldukları öne sürülen bazı insanların son aylarda sokak ortasında, evlerinin önünde polis olduklarını söyleyen kişilerce kaçırıldığı yönündeki iddiaların hiçbirinin peşine düşmek ihtiyacı hissetmediler.”

Orada öykülerini anlattığım insanlar, bazısı haftalar bazısı aylar sonra işkence görmüş perişan halleriyle ya serbest bırakıldılar ya da yargılanıp cezaevine konuldular.

Peki, ben şimdi neden yeniden “kaybedilen insanlar” mevzuuna dönüyorum? Çünkü birkaç aydır, üstelik bu defa Ankara’yla sınırlı olmamak kaydıyla yeni kaçırılma vakaları gerçekleşti (sayıları şimdilik altı, hiçbiri dönmedi) ve sizin onlardan da haberiniz yok; bilmem yanılıyor muyum?

Adam kaçırma, cezaevlerinde kötü muamele, işkence ve benzeri “cız” konuları artık ne yazık ki gazetecilerden değil, gazeteci gibi çalışan ve zaman zaman kamuoyuna yayın yapan milletvekillerinden öğreniyoruz. Bu milletvekillerinden ikisi özellikle öne çıkıyor: Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Ömer Faruk gergerlioğlu ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) Sezgin Tanrıkulu.

Son altı kaçırmanın öyküsü

Ömer Faruk Gergerlioğlu, son altı kaçırılma vakası ile ilgili olarak Ahval internet sitesine şunları anlattı:

“Yaklaşık 2.5 ay önce kaçırılan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan altı kişi var. Bu kişiler İstanbul, Ankara, Antalya ve Edirne’de kaçırıldılar. Yasin Ugan, Özgür Kaya ve Mustafa Yılmaz Ankara’da; Gökhan Türkmen Antalya’da; Erkan Irmak İstanbul’da; Salim Zeybek Edirne’de kaçırıldı.

Biz OHAL dönemi içinde toplam 20 kaçırılma olayı görmüştük, yakından takip etmiştim, birçok vakayı bire bir hikâyeleriyle iyi biliyorum. Çoğu, işte şehrin ana caddelerinde yürürken siyah bir transporter’a bindiriliyor, kendilerinden bir daha haber alınamıyor, aylar sonra bir kenara atılmış olarak bulunuyordu. Son derece bitkin, perişan bir şekilde ortaya çıkıyordu bu insanlar ve gizli mekânlarda işkence gördüklerini söylüyorlardı.

Son iki buçuk ayda kaçırılan altı kişiden hâlâ bir haber alınabilmiş değil. Erkan Irmak, evinin önünde bekleyenlerin üzerine çullanmasıyla kaçırıldı. Salim Zeybek Edirne civarında ailesiyle birlikte araba sürerken kendisini polis olarak tanıtan kişiler tarafından kaçırıldı. Salim Zeybek ayrı bir arabaya bindirildi, eşi Fatma Betül Zeybek ve çocukları ayrı bir arabaya bindirildi. Siz kimsiniz, diye soran Fatma Betül Zeybek’e, ‘Biz devletiz, karıştırma bu işi’ gibi ibareler kullandılar. Bu kişiler Edirne’den Ankara’ya kadar aileyi getirip evine bıraktılar ve Salim Zeybek’i alarak meçhule karıştılar. Gökhan Türkmen Antalya’da gündüz yol ortasında, Mustafa Yılmaz Ankara’da bir şekilde birden yok oldu. Yine Yasin Ugan ve Özgür Kaya da evlerine gelen 15-20 kişilik bir ekipçe kaçırıldı. Gelenler, komşulara, Ugan ve Kaya’nın mahkemede yargılandığını söyleyip dosya numarasını gösterdiler ve ikisinin de başlarına poşet geçirerek kayıplara karıştılar.

Altı kişi için de soru önergesi verdim, her hafta TBMM’de basın toplantısı yapıyorum, Cumhurbaşkanlığı’na, İçişleri Bakanlığı’na çağrıda bulunuyorum, hiçbirinden cevap gelmiyor. Yakınları feryat ediyor, babalarımız, eşlerimiz nerede diye, fakat hiçbir yerden cevap yok.

Özgür Kaya ve Erkan Irmak’ın avukatları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) acil başvuru yaptı ve AİHM başvuruyu kabul etti ve Türkiye Cumhuriyet hükümetine, ‘incelediğimiz evraklardan, bu kişiler hakkında hiçbir ciddi araştırma yapılmadığını görüyoruz’ şeklinde Türkiye’nin yüzünü kızartacak sorular sordu.”

28 Şubat dönemiyle kıyaslama

1990’lar karanlığı binlerce faili meçhul ve gözaltında insan kaybetmelerle hatırlanır. Doğru, fakat devlet içindeki birtakım çeteleşmiş grupların adam kaçırma eylemleri 1990’ların sonuna doğru azalmaya başlamış, 2000’lerin başında ise sönümlenmişti. O nedenle, 2001’de gerçekleşen bir “karakolda kaybolma” olayı, eski karanlık günleri yeniden hatırlatarak bölgede büyük bir gerilime yol açtı.

Tek bir vakadan söz ediyoruz, fakat bu tek olay, kamuoyunda günümüzdeki onlarca kaçırılmadan daha geniş bir ilgi uyandırmıştı. Çünkü o günlerin basınının iktidarın hoşlanmayacağı haberlerin üzerine gidebilme iradesi her şeye rağmen bugünkünden daha güçlüydü. Olayı ve yansımalarını kısaca hatırlayalım:

Dönemin legal Kürt partisi Halkın Demokrasi Partisi (HADEP)  Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ile İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz 25 Ocak 2001 günü davet edildikleri jandarma karakoluna gittiler ve o tarihten sonra bir daha kendilerinden haber alınamadı.

Güneydoğu’da halkı büyük bir tedirginliğe sevk eden bu olay ne yazık ki küçük bir haberle dahi olsa büyük basının ilgi alanına giremedi. Ulusal gazetelerin ve televizyonların bölgede çalışan muhabirleri, günler boyunca oraların bir numaralı haberi olarak kalan “Silopi kayıpları” ile ilgili bir haberi gazetelerinde ve televizyonlarında yayımlatabilmek için çırpındılar, fakat onların bütün çabaları yazı işleri salonlarında eridi... Ta ki iki hafta sonrasına kadar...

Silopi olayı ve Hürriyet

13 Şubat 2001’de, başyazar sıfatıyla yazıları Hürriyet’i de bağlayan Oktay Ekşi beklenmedik bir yazı kaleme aldı ve olayı köşesine taşıdı.

Hürriyet, nihayet iki Kürt siyasetçinin kaybedilmelerinin birinci ayında ayıbını telafi etmek istercesine Silopi’deki olayı bir sayfalık ayrıntılı bir haberle sayfalarına taşıdı.

Onu öbür gazeteler izledi ve Silopi olayı üzerindeki medya otosansürü bitti.

Bugünkü kaçırılma iddiaları ve medya

2001’de tek bir “kaybedilen insanlar” haberinin sayfalarına girmesine birkaç hafta direnebilen medya, bugünkü 30’a yakın benzer olaya rağmen direnişini sürdürüyor.

Bu direnişi herhalde iktidarın genel tutumundan ayrı düşünemeyiz.

Hukuksuzluğun en zelil uygulamalarından biri olan insan kaybetme ölçütüyle durumumuz işte böyle... Şimdi bu tabloya bakıp da bugünün 28 Şubat’tan daha beter olduğunu söyleyeceklere karşı iktidarın ve iktidar destekçisi basının söyleyecek sözü olabilir mi?

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol