Bir kere daha mecburen ‘Andımız’

25.10.2018 - 16:34
Ohannes Kılıçdağı
Haberi paylaş

Bu topraklar, ben diyeyim 150, siz deyin 200 senedir böyledir; çabalarsın çabalarsın, bir arpa boyu yol gidemezsin. Defalarca yaptığın tartışmaları, sanki hiç yapmamış, hiçbir şey söylememiş gibi bir daha ve bir daha yapmaya hazır olmalısın. Lanet gibi bir şey. Danıştay’ın ‘Andımız’ kararından sonra gene böyle bir durumla karşı karşıya kaldık. “ ‘Ne mutlu Türk olana’ demiyor, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ diyor” türünden, milyonlarca kere karşılaştığımız argümanlarla tekrar karşılaşıyoruz. Derin bir nefes alıp bir kere daha anlatmaktan başka çare yok. Haliyle, bizim söylediklerimiz de bir ölçüde tekrar olacak. Gücümüz tükenene, iflahımız kesilene kadar... Aslında Danıştay kararının da masaya yatırılması gerekiyor ama ‘Andımız’ın kaldırılmasını eşitliğe aykırı bulmuşlar diyeyim de, siz durumun vahametini, ortadaki Şark kurnazlığını anlayın. Gerçi, bu Türkiye siyasetinde kuraldır: “İşine öyle geliyorsa, sen yüzünü yırt, olanın tam tersini söyle. Ne kadar çok tekrarlarsan, zamanla o doğru olur.” Erdoğan da son 16 yılda hiçbir vatandaşın özgürlük alanının daralmadığını söyledi mesela. 

‘Andımız’da iki belirgin problem var. Biri, Türk olup olmamak veya deyip dememekle ilgili, öteki metnin vazettiği ve vadettiği siyasi ve toplumsal düzenle ilgili. Birincisinden başlayacak olursak, metin belli bir kimliği herkese dayatıyor ve itiraz etmeden bunu kabul etmelerini bekliyor. Buna gelen klasik itiraz, Türklüğün bir etnik göndermesi olmayıp, bir üst kimlik olduğu ve Anayasa’daki tanımıyla, “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkesin Türk olduğu” oluyor. ‘Türk’, cumhuriyetin kuruluşuyla icat edilmiş bir kimlik ve terim olsaydı bu dedikleri belki olabilirdi ama Türklüğün sadece vatandaşlık tanımı olması ne birilerinin söylemesiyle, ne de Anayasa’da yazmasıyla olur. Anayasa da gökten zembille inmedi, belli bir ideolojinin sahipleri tarafından yazıldı. Tam bir, “Kendi yazar, kendi inanır” durumu... Dolayısıyla, Anayasa bu tanımın delili olarak gösterilemez. Kaldı ki, geçmişte koskoca bir tarih, devasa bir ideolojik bagaj ve siyasi-sosyolojik dinamikler var. Orta Asya’dan gelme hikâyesinin yarısının gerçek, yarısının uydurma olduğunu şimdilik bir kenara bırakarak soralım: Madem Türklük vatandaşlığı tanımlıyor, bundan 900 küsur yıl önce Orta Asya’dan geldiği söylenen gruplar T.C. vatandaşı olunca mı Türk oldular? Osmanlı, yüzyıllarca idaresindeki belli bir grubu Türk olarak tanımladı; onlara müstakbel vatandaşlar oldukları için mi Türk dedi? Haklısınız, saçma. Yani, Türklük, Türkiye Cumhuriyeti’yle başlamadı ki onun vatandaşlık bağını tanımlasın. Evet, kim Türk kim değil, çok tartışmalı, bugün bunu belirlemek çok zor ama ortada bir Türklük hafızası ve bagajı var. Türklük bir boş gösteren, bir nötr kategori veya isim değil. Herkesin kendini onun içinde görmesini ve tanımlamasını bekleyemeyiz. Üst kimlik, toplumda ancak geniş bir mutabakat yaratırsa üst kimlik olur. Herhangi bir tanım birilerinin kafasına vura vura üst kimlik yapılamaz. Üst kimlik, tanımı gereği rıza gerektirir. Bütün bunlar göz önüne alınmadan yapılacak tanımlar, havada kalmaya, birleştirici olmaktan ziyade bölücü ve çatıştırıcı olmaya mahkûmdur.

Bazıları da var ki, “Ben Kürd’üm/Laz’ım/Çerkes’im vs. ama Andımız’dan rahatsız olmuyorum” diyor. Pek güzel, kimse ‘zorla’ rahatsız olacak değil, ‘ne mutlu’ onlara. Fakat, asıl sorun ve kabul edilemez olan, kendini öyle tanımlamayanlara bunu zorla dayatmak, ne Türk olmak ne “Türk’üm” demek isteyenlere ‘mutsuzluk’ vadetmek, onları ülkeden kovmakla tehdit etmek, birtakım etiketlerle yaftalamaktır. Böyle yapanlar, ‘Andımız’ın bir tahakküm aracı olduğunu açıkça itiraf ediyorlar aslında. Türk olmayanın o andı söyleyerek Türk olmayacağının da belki farkındalar ama bu, onların diğerleri üzerindeki hâkimiyetinin bir işareti, sembolü olduğu için de korumak istiyorlar. Böylece, hâkimiyetlerini her gün göstere göstere pekiştirmiş oluyorlar. “Burada ya bizim istediğimiz gibi var olursun, ya da hiç olamazsın” diyorlar. Eh, buna doğal bir tepki olarak da, herkes kendi istediği gibi var olmaya çalışır, çalışıyor ve çalışacaktır.

Birileri de öyle bir hava yaratıyor ki, zannedersin Türkiye’de Türk kimliğini ifade etmekte bir engel var. “Türk’üm” diyeni, sokakta, okulda, Türkçe konuşanı, Türkçe gazete basanı, Türkçeyle satış yapan seyyar satıcıyı cezalandırıyorlar (Bunların hepsi Türkiye tarihinde diğer kesimlere ve dillere yapıldı.) ‘Andımız’ herkese zorla okutulmazsa, Türk kimliği baskı altında kalacak sanki. Bunun doğru olmadığını söylemek bile abes ama dediğim gibi, dert, “Türk var olsun” değil, “Türk’ten başkası var olmasın.” “Türkiye Türklerin olduğu için, başka bir kimlik yanımıza çıkmaya kalkmasın”; bakış bu.  

Gelelim metnin daha geniş siyasi vizyonuna. Burada kişiden körü körüne bir itaat ve son kertede de varlığını bir kolektiviteye “armağan” etmesi bekleniyor. Çok iyi bilinir ki, kendinizi armağan ettiğiniz, aslında iktidar sahipleridir. Vatan, millet, bayrak, bunların kılıfıdır. Tarihteki birçok belalı, kanlı dönemin kapılarını, kişilerin iradelerini belli bir projeye, kişiye veya hayale körü körüne teslim etmeleri açmıştır. Bu anlamda, tabii ki bazı farklara rağmen, Hitler Almanyası kıyaslaması istikamet olarak isabetlidir. Kişilerin, varlıklarını neye armağan edecekleri kendi bilecekleri iş gibi sunulabilir ama sonuçta bu ‘armağan ediş’ herkes için kötü sonuçlar doğuracaksa, buna karşı fikir mücadelesi de verilmelidir. Dolayısıyla, içindeki kimlik dayatması bir tarafa, bu metin ve taşıdığı siyasi anlayış, okuyanlar özbeöz Türk olsa bile, kanımca yanlıştır. Başka bir deyişle, çocukların akıllarını, iradelerini, vicdanlarını esir alan, kendinden başkasına karşı aklını ve vicdanını kör eden, böyle bir metnin varlığı zaten yanlıştır. Bu siyasi anlayış “aklı hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller” yetiştiremez, nitekim yetiştirmemiştir. Buna karşılık bazıları da diyor ki, “Biz çocukluğumuz boyunca okuduk, kötü mü olduk?” Bu metni okuyan herkes büyünce Hitler, hadi en azından bir Reşit Galip olmayacak tabii. Ama işte, bu gibi ideolojik ritüeller, Barış Ünlü’nin deyimiyle ‘Türklük Sözleşme’sinin zihinsel altyapısını çocuk beyinlerde kuruyor. O ‘sözleşme’ ki bugün yaşadığımız birçok sorunun kaynağıdır. Dolayısıyla, “Biz okuduk ne oldu?” sorusunun cevabı, “İşte şu içinde yaşadığımız ülke oldu”dur. “Türklük, bizi bir arada tutan payandadır” sözü doğru olsaydı, toplumsal barışını çoktan kurmuş bir ülke olurduk. Bizi neyin bir arada tutacağına bir grup karar verip diğerlerine dayatıyorsa, o şey bizi bir arada tutamıyor işte.

Peki, bizi ne ‘bir arada tutacak’? Herkesin benimseyeceği bir kimliği, adı, kategoriyi nasıl bulacağız? Doğrusu, alternatif olarak sunulan ‘Türkiyelilik’ iş görebilir, çünkü herkesi kapsayacak kadar esnek gibi duruyor. Fakat, bana öyle geliyor ki, hepimizi tanımlayacak bir kimlik arayışından ziyade, nasıl yaşayacağımız üzerinde kuracağımız mutabakat bizi bir arada tutar. Beraber huzurlu bir toplumsal yaşamın ilkeleri, anlaşmazlıkları çözme yöntemleri, kendi kendimize çizeceğimiz sınırlar, neye hakkımız olduğu, neye olmadığı konusunda varacağımız mutabakat, kendimiz için istediğimizi herkes için de isteme bilinci bizi bir arada tutabilir. Bunlarda anlaşabilirsek, ondan sonra herkes kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın. Türkiye’nin mevcut halinde şu söylediklerimin ‘Kaf Dağı’nın ardındaki ülkenin masalı’ gibi çınladığının da farkındayım ama ne çare...

Tabii sorun yalnız ‘Andımız’ı isteyen cenahta değil. Karşı olanlar arasında da, özü itibariyle aslında isteyenler kadar sorunlu olanlar var. Eğitim Bir-Sen Genel Başkanvekili Latif Selvi, Danıştay kararını eleştirmiş ve böyle bir metnin “dinî karşılığı” olması gerektiğini söylemiş. Hani, dinî yani İslami bir karşılığı olsa, varlık Türklüğe değil de, İslam’a ya da Allah’a armağan edilse, bu zat da böyle bir andın millete okutturulmasında bir sakınca görmeyecek. Yok, öyle değilse, neden dinî karşılığı vurgulama ihtiyacı hissediyor? Bu cenahlar arasında sıkışmış olmak da bizim trajedimiz.

Bazı ‘akıllılar’ın aklından geçeni tahmin ederek, şunu da ekleyeyim. Böyle bir metin, ‘Türk’ kelimesi yerine ‘Ermeni’ kelimesi konarak okutulsaydı, aynı gerekçelerle ona da karşı çıkar, oğlumu o okulun kapısından sokmazdım. Bir yetişkin olunca kendini bir şeylere armağan edip etmeyeceğine kendi karar verir ama ben oğlumun, hayatta kendisinin olan zamanın değerini bilen, kendi varlığının bilincinde ama insan acılarına duyarlı, herkes için hak adalet bildiğini talep edecek kadar cesur, soran sorgulayan (beş yaşında ardı arkası gelmeyen ve bir mantık içermeyen ‘niye, niye?’ soruları hariç), öğrenen, itiraz eden, kafası mümkün olduğunca her fikre ve kişiye açık biri olmasını tercih ederim. Hadi, illa kendini bir siyasi ilkeye armağan edecekse de, bunun özgürlük olmasını yeğlerim.

Ohannes Kılıçdağı

[email protected]

(Agos)

Bültene kayıt ol