‘Dilerim ilginç zamanlarda gazetecilik yaparsın...’

18.09.2018 - 08:01
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Hrant Dink Vakfı, Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün 10. yılında, geçmiş ödül sahiplerinin konuşmacı olarak katıldığı bir konferans düzenledi ('Geçmişe Bakmak, Geleceği Tasarlamak', 14 Eylül 2018).

Konferansın ‘Kutuplaşan Dünyada Gazetecilik ve Bilginin Rolü’  başlıklı ikinci oturumu, 2011 Ödülü sahibi Ahmet Altan’ın Silivri Cezaevi’nden gönderdiği mektubun okunmasıyla başladı. Mektubun okunmasının ardından başlayan oturumu Bekir Ağırdır yönetti, konuşmacılar ise 1. Hrant Dink Ödülü’nün (2009) sahipleri, İsrailli gazeteci Amira Hass ve bendim.

Konuşmaya hazırlanırken bazı notlar çıkarmıştım; savunacağım temel fikir, âmet-i fârikası hakikat arayıcılığı olan ‘iyi gazeteciliğin’ kutuplaşmış bir toplumda karşılaştığı güçlüklerin zorba bir iktidar altında karşılaştığı güçlüklerle kıyaslanabilecek kadar ağır olduğuydu.

Bekir Ağırdır, haklı olarak tartıştığımız ana konunun farklı veçheleri üzerinde (de) durdu ve bizi oralara (da) yönlendirdi. Dolayısıyla ben oturumdan, esas meselemi tam olarak anlatamadığım hissiyle ayrıldım.

İşte bu nedenle, bugünkü yazımı notlarımdan derlediğim “esas mesele”ye ayırdım.

Amerikalı gazetecilerle tartışma

Geçmişte toplumsal kutuplaşma üzerine çok yazı yazmıştım, fakat münhasıran toplumsal kutuplaşma koşullarında gazetecilik üzerine yazmış mıydım?

Konferansta yapacağım konuşma için hazırlanırken bu amaçla eski yazılarımı hızla taradım ve 2013 yazında tam olarak buna odaklanmış bir yazı yazdığımı gördüm: “Zor zanaat: Aşırı kutuplaşmış toplumlarda gazetecilik...”

Okuduğumda anladım ki, o yazıyı, ondan iki yıl kadar önce İstanbul’da bazı Amerikalı gazetecilerle birlikte yürüttüğümüz bir atölye çalışmasında onlarla aramızda geçen bir tartışmayı temel alarak yazmışım.

Tartışmamız, Amerikalı gazetecilerin hazırladığı çalışma metinlerinde yer alan şu kritik cümleler üzerinden şekillenmişti:

“Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur... Böyle durumlarda okurlar gazetecilere mutlaka tepki gösterir ve hesap sorar.”

Bazı okurlar bazı ihlallere sinirlenmezler!

Ben onlara, kutuplaşmış bir toplumda bu cümlelerin geçerli olmadığını söyleyerek itiraz ettim ve şöyle dedim: “Mesela bizim ülkemizde bazı okurlar bazı etik ihlallerine, hatta düpedüz gerçek dışı ve yalan haberlere sinirlenmezler. Keza, okudukları gazetelerin kamusal önemi bariz haberlere hiç yer vermeyip gizlemesinden gizli bir memnuniyet duyarlar.”  

Amerikalı meslektaşlar, sözlerimi büyük bir şaşkınlıkla izlediler. Çünkü onlara göre bu, okurların “iyi gazetecilik”i cezalandırmaktan başka bir anlama gelmiyordu ve böyle bir şey olamazdı... Yine: Onlara göre ben, kamuoyunun “iyi gazetecilik” istediğine dair bir varsayımı sorguluyordum ve bu aynı kamuoyunun iyi bir hayatı arzuladığı varsayımını sorgulamak gibi bir şeydi... Eh, bu da onlara “akıl dışı” görünüyordu haliyle...

Derdimi anlatamayınca, bu defa kutuplaşma duygusunun nasıl bir şey olduğunu onlara gösterebilmek için Vietnam Savaşı sırasındaki Amerikan kamuoyunun bir bölümünün Vietnam’a ve Vietnamlılara karşı duygularını hatırlattım. Bu öyle bir duyguydu ki, onları hakikatin bilgisinden gönüllü olarak uzaklaştırıyordu. Vietnam örneğini onlara şöyle anlatmışım (2013’teki yazımdan aktarıyorum):

“Vietnam Savaşı henüz sarpa sarmamışken ABD’de yapılan bir araştırmada okurlara şu soru sorulmuş: Bazı ABD’li askerler düşman safına geçse, gazetecilerin bunu haberleştirmesini mi yoksa gizlemesini mi istersiniz? Çoğunluk, 'gizlemesini' cevabını vermiş bu soruya.

“Neredeyse savaş koşullarındaymışçasına cepheleşmiş, aşırı ölçüde kutuplaşmış ülkelerde de benzer bir sonuç çıkar ortaya... Bu ülkelerde kamuoyu, artık kendini hangi kutba yakın hissediyorsa, hakikati değil yüreğini soğutan haberleri görmek ister. 'Karşı tarafın işine gelen' haberleri görmek istemez.”

Amerikalı meslektaşlarım, Vietnam Savaşı örneğini verene kadar söylediklerimden pek bir şey anlamamışlardı... Fakat o örnekten sonra durum değişti, anlatmak istediğim şeyi anlamaya başladılar... Sadece, Türkiye'deki kutuplaşmanın, savaş sırasında Amerikalıların ve Vietnamlıların karşılıklı duygularına yakın bir duygu üretmiş olabileceğini kavrayamıyorlardı...

‘Dilerim ilginç zamanlarda gazetecilik yaparsın’

Hangisi daha zordur: Zorba bir iktidar altında gazetecilik yapmak mı, kutuplaşmış bir toplumda gazetecilik yapmak mı?

Kutuplaşmış bir toplumda gazetecilik, işte bu karşılaştırmaya cevaz verecek kadar zor bir iştir.

Çinlilerin ünlü bedduasını bilirsiniz, son yıllarda çok popüler oldu. Çinliler, hayatlarının sıkıntı içinde geçmesini istedikleri sevmedikleri insanlar için “Dilerim ilginç zamanlarda yaşarsın” derlermiş.

Ben Çinli olsaydım, sevmediğim, iyi şeyler dileyemeyeceğim bir gazeteci için bu sözdeki, ‘ilginç zamanlar’ı açarak şöyle derdim: “Dilerim ilginç zamanlarda, kutuplaşmış bir toplumda gazetecilik yaparsın.”

Sorabilirsiniz: Zorba bir iktidar altında gazetecilik yapmayı dilemek daha sağlam bir beddua olmaz mıydı?

Doğru, bu daha sağlam bir beddua, fakat Çinlilerin bedduasındaki ince nüansı karşılamıyor.

Çinlilerin bedduasında, sevilmeyen kişinin yaşaması dilenen kötü hayat, ne kadar sert olursa olsun benzerleri daha önce yaşanmış hayatlar değil. Çinlilerin bedduasında, daha önce yaşanmamış, yeni ve zorluğunu bunlardan alan bir hayat dileniyor sevilmeyen kişiler için...

Zorba bir iktidar altında gazetecilik meşakkatli ve zor bir iş fakat bilinmeyen bir tarafı yok; ortada bilgiye ve hakikate ulaşmak isteyen bir toplum, toplumun bunlara ulaşmasını engellemeye çalışan bir iktidar ve bilgiyi yönetenlerden ‘çalıp’ topluma ulaştırmak isteyen gazeteciler vardır. Bu koşullarda gazetecilik yapmak için cesaret yeter.

Kutuplaşmış bir toplumda ise gazeteciler hiç bilmedikleri bir gerçeklikle karşı karşıyadırlar: Toplumun bizatihi kendisi, bazen yarısı bazen daha fazlası hakikatin bilgisine ulaşmak istememektedir. Çünkü o bilgiler, o gerçekler onları rahatsız etmektedir. Onlar, gazetecilerden kendi kutbunun mutlak iyi, öbür kutbun mutlak kötü olduğuna dair şeyler duymak isterler, gerçeğin bilgisini değil, yüreklerini soğutacak bilgiyi talep ederler.

Kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece yekdiğerini zayıflatacak 'hakikat'lerle ilgilidir. 'Bizim taraf'ın canını sıkma istidadı taşıyan hakikatler yaygınlaşmamalıdır! Kol kırılsa bile 'yen'in içinde kalmalıdır!

Cesaret sahibi gazeteciler bilgiyi yasaklamak isteyen zorba iktidarlara karşı ne yapacaklarını bilirler, fakat toplumun yarısının hakikatin bir bölümünü, öbür yarısının da hakikatin başka bölümlerini duymak istemediği koşullarda gazeteciler ne yapacaklarını bilemezler. Bu, yeni bir durumdur! Bu, ilginç zamanların gazeteciliğidir.

Birinde bedel fizikî, öbüründe manevî

Yıllar önce gördüğüm bir Çin filminde,  diktatörlüğe karşı korkusuz ve tavizsiz bir mücadele veren iki komünist genç arkadaş, partileri tarafından köylüleri örgütlemek üzere ülkenin uzak kırsal alanlarına gönderiliyorlardı.

Her türlü işkenceden, maneviyatlarında en küçük bir eksilme  olmaksızın çıkan iki arkadaşı, filmin sonunda manevi olarak çökmüş bir şekilde görüyorduk. Bunun nedeni, uğruna mücadele ettiklerine inandıkları köylülerin onları hiç hoş karşılamamaları, onlara inanmamalarıydı...

Birilerinin yararına olacak şekilde doğru bir şey yaptığına inanıyorsanız, sizi en çok, bizatihi o birilerinin size karşı çıkması yaralar. Filmdeki iki gencin başına gelen şey işte buydu.

Kutuplaşmış bir toplumda gazetecilerin başına gelen şeyin de bundan farklı olmadığını düşünüyorum.

İki büyük zorluğa rağmen...

Yarısı hakikatin bir bölümünü, yarısı da hakikatin öbür bölümünü duymak istemeyen bir toplumda çıkışı nerede aramalı?

Amira Hass, Bekir Ağırdır’ın mealen bu yöndeki sorusuna cevap verirken, “Bilgiye ulaşmak isteyen insanlar olduğu sürece” gazetecilerin hakikat arayıcı rollerini sürdürmelerinin bir ahlak borcu olduğunu söyledi.

Yukarıdan beri zikrettiğim 2010’daki tartışmada Türkiye’deki kutuplaşmanın boyutlarını nihayet anlayan Amerikalı gazeteciler de toplum ne kadar kutuplaşmış olursa olsun, bunun, gazetecilerin hakikat arayıcısı rollerini terk etmelerini meşrulaştırmayacağını savunmuşlar, Amerikalı gazetecilerin Vietnam Savaşı'nda hiç de fena olmayan bir sınav verdiklerini hatırlatmışlardı.

İşte orada haklıydılar. Amerikan kamuoyu Vietnam Savaşı'nda ağırlıklı olarak, tıpkı şimdi Türkiye'de olduğu gibi, gerçeği yansıtmasa da ‘yürekleri soğutan’ bir gazetecilik istiyorlardı...

Amerikalı gazeteciler, ‘vatan hainliği’ suçlamasını da içeren bu kamuoyu baskısına rağmen, sadece gerçeğe karşı sorumlu olduklarını söyleyen meslek etiklerine uygun bir biçimde davrandılar.

Bu gazetecilik tavrına, kamuoyunun savaş cepheleri biçiminde kutuplaştığı ve kutupların “başlarım meslek etiğine, başlarım hakikatine, sen bana duymak istediğimi ver” dediği bizim gibi ülkelerde çok daha fazla ihtiyaç duyarız.

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol