Bir nezaket distopyası: Parasite, Joker ve Midsommar’daki ortak bir eğilim üzerine

21.02.2020 - 11:35
Haberi paylaş

Son dönemde çok konuşulan üç film üzerine Kutlukhan Kutlu'nun analizi.

“E işte,” diye devam etti Kedi, “bir köpek kızınca hırlar, sevinince kuyruğunu sallar. Bense sevinince hırlar, kızınca kuyruğumu sallarım. Onun için de deliyim.”

– Alis Harikalar Diyarında

Şu son bir yılda alttan yükselen bir tepki dalgasından, en zengin bazı ülkeler de dahil olmak üzere dünya çapında görülen muazzam gelir ve yaşam şartı eşitsizliğine yönelik öfkeli haykırışların artık sinemaya sızışından çok bahsedildi. Joker’in yanı sıra ParasiteUsHustlers ve Knives Out gibi filmler bu tartışmanın cephesini oluşturdular. 2019 popüler sinemasındaki bu ilginç meylin nihayetinde de sınıf ilişkilerinin giderek taşlaşan kaderinden çıkardığı kara komediyle Parasite tarihi nitelikte Oscar ödülleri aldı… Joker’in nostalji ve yıkımla yoğurulmuş kahkahasından Parasite’ın melodramatik kara mizahına varıncaya kadar bu filmlerin neredeyse hepsinde isyanın meramını haykırırcasına anlatan yırtık sesi, sanatlarına halel getiriyor, onu kabalaştırıyor gibi görünebilir. Ancak açıkçası söz konusu filmlerde benim ilgimi haykırışın kendisinden ziyade, öykü içinde onu kontrol altına almada kullanılan mekanizmalara yaklaşım çekiyor. En çok da bir tahakküm aracı olarak ölçülülük ve nezaket… Güce sahip olanların kanun kuvveti misali ellerinde bulundurdukları ve güçsüz olanlarla ilişkilerinde onları da içine zorladıkları bir “makullükler” şeması.

İşte tam da bu yüzden, sosyal ilişkilerinin kilit kelimesi tam da “makul”, “ölçülü” ya da “kararında” (“lagom”) olan İsveç’in beyaz gecelerinde geçen folk korku türündeki Midsommar’ı da bu eğilime katarak, grubu üçleyeceğim… Bu üç filmde de nezaket ve ölçülülük gizliden gizliye, Parasite’taki zengin aile babası Park’ın çektiği türden, aşılmaması gereken “çizgi”leri oluşturuyor aslında. Ve evet; siyasetçilerin, mahkemelerin, kolluk kuvvetlerinin ve “para”nın neyin makul, neyin iyi, neyin incelik, neyin delilik olduğunu, hatta neye kahkaha atılması gerektiğini belirlediği bir dünyada, tam da konu edilen bu kontrol mekanizmasını, nezaketten dokunmuş bu yüzey direncini delmek için haykırmak, işin doğasına tamamen uygun bir yol gibi görünüyor bana. Ancak yüksek sesli bozgunculukları, bu filmlerin incelikten hepten de yoksun oldukları anlamına gelmiyor; neredeyse şairane bir şekilde, asıl incelikli gözlemlerini tam da inceliğin kendisine bakarken yapıyorlar çünkü.

Parasite, Joker ve Midsommar’daki ortak bir eğilim üzerine

O halde inceliğin, nezaketin ve makullüğün bu yıl sinema perdesine vuran karanlık yüzüne bakalım…

Joker’in girişinde palyaço makyajlı Arthur Fleck’in aynanın karşısında ağzını parmaklarıyla tutup yukarı götürerek kendini zoraki “gülümsettiği” sahneyi hatırlıyor musunuz? Ünlü çizgi roman karakterinin gelecekteki suretinden gayet iyi bildiğimiz o ebedi, yüzüne kazınmış ifadenin ilk işaret fişeği bu. Daha sonra bir “topluluk memnun edicisi” olarak işinden kovulduğunda, işyerinden çıkarken duvardaki “Gülümsemeyi unutma!” yazısının bir kısmının üstünü çizerek mesajı “Gülümseme!”ye çevirecek ve böylece toplumun şart koştuğu gülümsemelerin diyarına da veda edecek. Artık kahkahaların diyarına ve toplumca makbul gülümsemenin son derece grotesk bir parodisine doğru yelken açma vakti…

Gülümsemeyle kahkaha zaman zaman akraba sanılabilirler ama bazı açılardan birbirlerinin zıt kutbular – ne de olsa gülümsemeyi sizden toplum talep eder ve gerek işyerinde gerekse diğer sosyal ilişkilerde, söke söke alır. Gülümseme beklenendir ve çalışılmış olandır. Kahkaha ise, içten geldiğinde, ziyadesiyle sarsıcı hatta yıkıcı olabilir. Arthur’un içinden de eskiden beri, hayli zamansız ve uygunsuz görülebilecek durumlarda ortaya saçılan bir kahkaha yükseliyor. Üstelik bu yıkıcı gücün akışını kontrol etmek için tasarlanmışçasına TV aracılığıyla herkesin kahkahasını senkronize ve terbiye eden komedyen Murray’nin güttüğü kahkahalar gibi değil bu kahkaha: Kaba, münasebetsiz, umursamaz, anarşist. Tıpkı daha sonra yüzüne kazınacak olan o devasa sırıtış gibi. Nihayetinde Joker, Alis Harikalar Diyarında’nın “Elden ne gelir? Burada hepimiz deliyiz,” diyen Cheshire Kedisi’yle birlikte, popüler kültürdeki en meşhur sırıtan suratlardan değil mi? En başta usturup gelmek üzere, bir şeylerin yerinden oynayacağı belli.

Midsommar’ın finalinde, korku filmlerindeki “sona kalan kız”ın modern ve bazı açılardan epey sıra dışı bir çeşitlemesi olan Dani’nin sırıtışını hatırlıyor musunuz peki? Midsommar da bir Joker, yani bir Soytarı içeriyor (filmin girişindeki resimde Mark’a uygun görülen kıyafete bir bakın)… Ancak filmin dirsek temasına girdiği şu genç katliamcısı “teen slasher” türünün şemaları gereği, soytarılar tam da münasebetsizliklerinden dolayı son gülen olmayı bırakın, ilk elenenler arasındadır hep. (Unutmamalı ki nihayetinde bu öyküler muhafazakâr sistemle çatışan yenilikçi, özgürlükçü ve statükonun bakış açısından “yıkıcı” gençlerin korkularıyla örülü olduğundan kimin ölüp kimin kaldığı ve bu işlerin ne tür bir sıra izlediği konusunda epey ahlaki bir şemaya sahiptir.) Bu yüzden de o dünya yakan sırıtış Soytarı’nın değil, adının üniseks tınısıyla zaten sona kalan kız geleneğine epey hızlı bir giriş yapan Dani’nin yüzünde beliriyor.

Cinsiyetsiz, bencillikten arınmış ve anaç olmalarıyla meşhur bu karakterlerin hikâyelerinde ilginç bir geçiş anı vardır: Korku duvarının aşılması. Artık peşindeki katilin ya da canavarın her tür mantığa ve olasılığa aykırı görünmesinden dolayı aklını kaçıracak gibi olma hissi tükenmiş, kahramanımız kaçmak yerine saldırıya geçecek kıvama gelmiştir. Bazen akıl imdadına koşar ama bazen de bu aşamada kızın içinden ilkel, öfkeli, adeta akıl-öncesi bir şeyler yüzeye çıkarak, finali yırtıcıların vahşi savaşının arenası haline getirir. Sonunda da kahramanımız savaştan galip çıkmasına çıkar ama aslında kızı kendi alanına çekip bir yırtıcıya dönüştürmesiyle canavarın gerçekliği, sembolik açıdan kazanmıştır. Her türlü nezaketin, ölçünün ve makullüğün yerle yeksan olduğu bir dünyadır bu. (Korku filmlerini çocukluğundan beri çok seven biri olarak bu türün aslında “medeni insan”ın içindeki yırtıcıya yönelik gizli bir övgü – ya da belki bir güvence – olarak işlediğini düşünmeden edemiyorum ne zaman böyle bir sahne izlesem.) İşte Dani’nin bir türlü “yakın” olamadığı sevgilisini kelime anlamıyla ateşe atışı, aslında bu filmde beyaz, ışıltılı, yekpare ve flu bir canavar gibi işleyen pagan Harga komününün sadece alanına değil, tarafına da geçişinin işaretine dönüşüyor. Yükselen alevlere bakarak sırıtışıysa, önceki hayatına hükmeden ölçülülük ve münasebet zorunluluğunun küllerine kaldırılan bir kadehe.

Öyküde bozguncu ana damar, filmin açılışını muazzam bir aile trajedisiyle yapıp finalini yeni bir aile bularak kapatan Dani’nin izleği olabilir – sonuçta bu izleği takip edip finale vardığımızda izlediğimizin ne kadar “korku hikayesi” olarak nitelenebileceği konusunda bile şüpheye düşüyoruz… Ama açıkçası benim gözüme daha da bozguncu görünen, klasik korku filmlerinde tam da “canavar”da temsilini bulan muhafazakâr düzenin makbul özelliklerinden nezaketin ve yumuşak, güleryüzlü davranışın bir kapana, bir silaha döndürülmesiydi. Üstelik sadece İsveç’teki komünde baş gösteren bir durum değil bu; Midsommar’ın bütün dokusu nezaket ve “beklendiği gibi davranmak” ihtiyacıyla dokunmuş gibi adeta. Christian devam etmeye pek istekli görünmediği ilişkisini bitiremezken ve aksi “tuhaf kaçacağı” için gönülsüzce (ve gelmeyeceğini umarak) sevgilisini İsveç’e davet ederken; Dani ise hem sevgilisinin üzerine varıyormuş gibi görünmemeye çalışırken hem de kendini her berbat hissettiğinde içindeki kara bulutu etrafa bulaştırmamak için bir yerlere kapanıp dururken, hep nezaketle hareket ediyor. Kendi isteklerinden ziyade neyin yapılmasının daha doğru duracağından, neyin toplumca makul ve beklenen şey olduğundan yola çıkıyorlar.

Harga komününde ise nezaket daha da baskın bir surete bürünerek yabancı grubu pasifize etmek için kullanılıyor. Komündeki herkes son derece kibar, sakince tüm olayların ekstrem görünse de çok eski bir geleneğe göre gerçekleştiğini, normal olduğunu tekrar ediyor; gençler onların eliyle bir bir ortadan kaybolmaya başlayınca da geriye kalanlara sakince, kibarca yalan söylüyorlar (ilk kaybolan da tabii ki ilk “terbiyesini bozan” ve ayine küfreden oluyor)… Dani hariç hepsi kendi kişisel çıkarının peşine düşen Amerikalı grup ise, komünden istediğini almak için nezaketi elden bırakmıyor – ancak birbirlerine karşı, bırakıyorlar. Böylece nezaket hayatta da çoğu zaman olduğu üzere güçlünün bir lüksü; onunla ilişkideki güçsüzün ise çatışma çıkaramayacağı mesafede tutulması için kapatıldığı bir kafes haline geliyor. Midsommar’da kuzey kültürünün kaba kuvvet ve cesaret timsali ayının kafesteki görüntüsünden hemen sonra ne geliyordu, hatırlıyor musunuz? Beğendiği erkeği ‘sinsice’ bir planla, çatışmasızca, bir aşk iksiriyle kendine âşık eden kızı anlatan resimler.

Hani Parasite’ta fakir Kim ailesinin babası, zengin ailenin annesi hakkında “Zengin ama iyi” dediğinde karısı onun sözünü “hayır, ‘zengin ama iyi değil, zengin olduğu için iyi,” diye düzeltiyor ya… İnsanın aklına Joker’de Arthur’un Gotham zengini Thomas Wayne’le konuşurkenki “neden herkes böyle kaba?!” isyanı geliyor. Çatışma, kuşku, ekonomik güçlükler ve hayatta kalmanın temel mesele olduğu 70’lerin Scorsese filmlerinin (Taxi Driver’ın çekildiği ‘75 yılının sıcak yaz günlerinde New York’ta vuku bulan çöp grevinin yarattığı tablolara kadar) izinden gitmek suretiyle “günün ruhu”na varmaya çalışan Joker’in dünyasında, güçlüler iyi ve nazik davranma lüksüne sahip olduğu gibi, tuvalette suratınızı yumruklama hakkına da sahip çünkü. Parasite’taysa üst sınıfın dünyası, tasasızlığın, sürekli “yeraltı”nda tutulan fokurdamadan bihaber olmanın sonucu, Elysium gibi bilimkurgu filmlerinde elitlerin yaşadığı o semalardaki kentlerin sarsılmaz (ta ki sarsılana kadar!) huzuruna, lekesizliğine, saflığına ve evet, nezaketine sahip. Aynı nezaketi alt sınıfın kendi arasındaki ilişkilerde ise pek göremiyoruz çünkü ekonomik şartlara, sağlık şartlarına, doğa şartlarına karşı sürekli bir hayatta kalma savaşı veriyorlar. Fakir ailenin katlayıp satarak üç beş kuruş para kazanmaya çalıştığı pizza kutularını toplayan kızla arasındaki ilişkideki apaçık nezaket yoksunluğu, ayağını kaydırdıkları hizmetçi ve kocasıyla ilişkilerinde ise nezaket gereğinin anlık güç dengesine göre bir belirip bir kaybolması, işin tabiatının bir fotoğrafı haline geliyor. Keza fakir ailenin kendi içinde gülücüklere, kahkahalara ve bozguncu sırıtışlara yer varken zengin Park’ların dünyasına çıktıklarında (çünkü bu filmde günışığı yoksulu da olan fakirler, zenginlerin ışıl ışıl evlerine epey bir yokuş tırmanarak “çıkabiliyorlar” ancak) o çalışılmış gülümsemeleri takınmaları da bu fotoğrafın bir parçası.

Fakir Kim ailesinin var olma mücadelesinin içinde epey güler yüzlü sahtekarlık bulunması da işin bir parçası tabii. Baba Park’ın nasıl da sürekli “çizgiyi aşma / aşmama” kriterinden dem vurduğunu, bu konuda fakir şoförünün ise bu konuda tüm dikkatine rağmen nihayetinde “kokusuyla çizgiyi aştığını” düşününce, sınıf ayrımlarının katı sınırlarla belirlendiği bu dünyada alt taraftaki herhangi bir hayatta kalma girişiminin ya hepten yıkıcı ya da “etrafından dolaşma”da usta olması gerekiyor. Nitekim Kim’ler bu işte ustalar da. Hani Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nde Lord Henry – epey büyük bir yanılgıyla – suçun alt sınıfların sanatı olduğunu ileri sürer ya… Adeta bu bakış açısının bir parodisi gibi, Parasite’ta Kim’lerin kumpaslarına ve sahtekârlıklarına hakikaten de “sanat” gibi yaklaştıkları mizahi sahneler var. Örneğin Ki-jung’un sahte evrak yapmadaki müthiş becerisinin “sanat okuluna layık” bulunduğu sahne… Ya da baba Kim ile oğul Kim’in evin hizmetçisinin ayağını kaydırma planı üzerinde çalışırken bir tiyatro oyunu performansına hazırlanır gibi hazırlandıkları sahne. Hatta onları söz konusu planı hayata geçirmek için iş başında gösteren montaj sekansı bile yer yer kameranın pürüzsüz hareketine klasik müziğin ve ağır çekimin eşlik ettiği, dansı andıran ritmiyle filmin en cilalı, en “sanatkârane” bölümlerinden biri. Finaldeyse film, kara mizahına yakışır şekilde bizim üzerimizde kendi sanatkârane aldatmacasını uyguluyor: Önce fakir ailenin refah ve günışığıyla buluşmasını gösterip, sonra bütün bu sahnenin hayal olduğunu gözler önüne seren bir kapanış planıyla, bizi karlı bir gecede yarı-bodrum katının penceresinden aşağı çekiyor. Böylece nezaketi önce koklatıp sonra geri çekerek kendi de bir tür silah olarak kullanıyor. Eh, bu konuların etrafında gezinen filmlerin beklentiler, makullük ve nezaketle birazcık da olsa bozguncu oyunlar oynaması gerekmez mi zaten?

Akademi’nin Parasite’a verdiği Oscar da tüm bunlar açısından bakınca, söz konusu yükselen dalgaya film endüstrisi tarafından verilen nezaket dolu, belki ehlileştirme umudu güden bir baş selamı olarak görülebilir aslında… Tıpkı vaktinde Shakespeare’i Hollywood’un temsil ettiklerinin bir selefi gibi gösterme fırsatını kaçırmamak için Aşık Shakespeare’e Oscar vermeleri gibi. Ya da Joker’i 11 dalda aday göstermeleri gibi… Cheshire Kedisi misali, “Burada hepimiz deliyiz,” deyip dalganın ters tarafında görünmemeye mi çalışıyor acaba sistem? Anlaşılan kimi için tıpkı nezaket gibi, delilik de bir lüks.

Kutlukhan Kutlu

(Filmloverss)

Bültene kayıt ol