7 Haziran’da, Kürt halkının blok oylarıyla 12 Eylül kalıntısı barajı parçalayıp meclise 80 vekil gönderen HDP ve 40 yıllık mücadelesi ile inkâr ve imha politikalarını boşa çıkararak Kürt halkının büyük çoğunluğunun desteğini kazanan PKK, yeniden Türk devlet aygıtının ve onun şaşmaz savunucusu düzen partilerinin hedef tahtasına konuldu.
Özellikle HDP, cumhurbaşkanından enerji bakanına iktidar partisinin bütün mensuplarının tehditlerine maruz kalıyor. Çok değil daha altı ay önce, iktidar partisi, Dolmabahçe mutabakatı ile Kürt Siyasi hareketini resmi olarak muhatap kabul etmek zorunda kalmış, ancak iş somut adım atma noktasına geldiğinde Büyük Türk Şovenizminin kibri ile görüşme masasını devirmişti.
Masanın devrildiği günden itibaren iktidar partisinin ve faşistlerin saldırılarına maruz kalan HDP, bir taraftan da kendisini destekleyen veya destekler görünen “sol” partiler ile uğraşıyor. Bu partiler, öncelleri ile birlikte, siyaset sahnesine çıktıkları günden itibaren Kürt Siyasi Hareketine “akıl veriyorlar”. Öyle ki, bu ülke, PKK’nin silahlı mücadeleyi derinleştirdiği dönemlerde silah bırak çağrısı yapan, ateşkes ilan ettiği dönemlerde ise “teslimiyet” yaygarası kopartan partiler gördü! Geçmişlerinde, her seferinde Kürt Siyasi Hareketinin yaptığının tersini öneren bu partiler günümüzde de aynı tavrı sürdürüyor. HDP’nin Kandil ile ilişkisinden seçim hükümetine dair görüşlerine kadar her şey “tepeden bakan” bir gözle eleştiriliyor. Bütün bu olgular, Büyük Türk Şovenizminin sadece sağcı düzen partilerini değil, kendisini devrimci olarak addeden partilerin bazılarını da etkilediğini kanıtlıyor. Bu “sol” şovenizmin kökleri 1920’li yıllara, “Büyük Rus Şovenizmine” dayanıyor.
Stalin ve “Büyük Rus Şovenizmi”
1917 Ekim ayında iktidarı ele geçiren Rus işçi sınıfı çok kısa bir süre sonra kendisini bir iç savaşın içinde buldu. İç savaş, öncü işçilerin büyük çoğunluğunun cephede hayatını kaybetmesi pahasına kazanıldı, devrimci işçi sınıfı adeta felç olmuştu. Yaraların sarılması için devreye sokulan NEP (yeni ekonomim politikası), işçi sınıfının gücünü yeniden toparlaması şöyle dursun, iyiye bürokrasinin gücünü arttırmaya yaradı. Bürokrasi, Ekim Devriminin iktidar organları ve öncü partisi içinde büyük bir güç haline gelmişti. Ve bürokrasi bu gücünü, nüfusunun % 56’sı azınlık halklardan oluşan Rusya’da, Rus temsilcileri aracılığı ile gerçekleştirmeyi bir ilke haline getirmişti. Benzer hastalık sadece Rusya ile sınırlı kalmamış, SSCB’nin bileşenlerinin oluşturan Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’a da sirayet etmişti. Bu ülkelerde de parti ve devlet organlarında çoğunluk ya Ruslardan ya da Rusya tarafından atanan yerel unsurlardan oluşmaktaydı. İlerleyen hastalığı ve bu hastalık bahane edilerek Politbüro tarafından kendisine uygulanan tecrit nedeni ile, devrimin lideri Lenin’in politik müdahalede bulunmasını neredeyse imkansız hale gelmişti. Buna rağmen Lenin, elinde bulunan sınırlı imkanlarla bürokrasiye karşı ölümüne bir savaş açtı. Daha 1920 Mart ayında Dokuzuncu Parti kongresinde Lenin şunları söylüyordu:
“Bazı komünistlerin yüzünü kazıyın, atından Büyük Rus şovenistlerinin çıktığını göreceksiniz.”
Bu yüzü cilalı komünistlerin en tepesinde, iç savaşın ardından partide bürokrasinin temsilcisi olarak hızla yükselen ve elinde pek çok yetkiyi toplayan Stalin vardı. Stalin’in bu yüzü 1922 yılında açığa çıktı. SSCB’nin kuruluşu üzerine yazdığı sonuç metninde Stalin, Rusya Federal Sosyalist Hükümetini, bağımsız sosyalist ülkelerin hükümeti olarak gösterdi. Bu ülkelerin yasal bağımsızlığını kağıt üzerinde bile tanımadı. Ardından Gürcistan sorunu patlak verdi, Gürcistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Stalin’in yazdığı bu karar metnini reddetti. Ancak Stalin, Rusya Komünist Partisi Sekreterliğindeki gücü ile Gürcistan KP MK’nin istifa etmesini ve yerine kendi denetimi altında bir MK seçilmesini sağladı. Lenin’in kısmi tecrit koşullarında, her fırsatta kendisini Lenin’in sadık devamcısı olarak göstermeyi başaran Stalin, Lenin’in en önem verdiği ilkelerden birini, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini ayaklar altına almıştı.
Lenin’in son mücadelesi
Stalin’in yazdığı karar metni eline geçince Lenin, 6 Ekim 1922 tarihinde Politbüro’ya “Egemen Ulusal Şovenizmle Mücadele Üzerine” başlıklı bir memorandum gönderdi. Memorandumda, Stalin’in bağımsız cumhuriyetlerin hükümetlerini Rusya’ya bağlı kılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülüne karşı şu ifadeleri kullandı:
“Egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne kadar savaş ilan ediyorum… Birlik Merkez Yürütme Komitesi’ne şu sırayla başkanlık edilmesinde mutlak surette ısrar edilmesi gerekir:
Rusya, Ukrayna, Gürcistan,.., ama mutlak surette!”
Ne yazık ki nesnel koşullar Lenin’in bu ölümüne mücadeleyi kazanmasına olanak tanımadı. Lenin, sağlık koşullarının iyice ağırlaşmasının ardından 1924 yılında hayatını kaybetmesi ile iktidarı kaybettiklerini göremedi, ama ölmeden önce bürokrasinin, etkisiz hale getirilme noktasını çoktan geride bırakmış ve işçi devrimini bir ahtapot gibi kuşatmış olduğunun farkındaydı. Bir süre daha yaşasaydı ve 1930’ları görebilseydi, belki de diğer Bolşevik liderler gibi idam edilecekti.
Lenin’in ölümünün ardından bütün fikirleri ile birlikte ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi de stalinist deformasyona uğratıldı. Devrimciliği stalinizm olarak görenlerin, UKKTH ilkesini de Stalin’den öğrendiklerine, Stalin’in Gürcistan’a baktığı gibi Kürdistan’a baktıklarına artık hiçbir şüphe yok!
Lenin’in devrimci geleneğine yaslanan Türkiye’li sosyalistler, yarım kalan “egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne kadar savaş”ı kazanmak zorundalar.
Kemal Başak