(“Kendisinden özür dilenmesi, yalvarılması gereken kişi ben olduğum hâlde, nasıl oluyor da, kendisine karşı en ufak bir nedamet, en ufak bir suç ikrarı arz edilmeyen kişi yine ben oluyorum?” Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske)
Hakkari Yüksekova’da özel harekât timlerinin 5 Ağustos günü bir şantiyeye yaptıkları baskının görüntüleri ortaya çıktı. Çok kısa bir kayıt olan bu görüntüler, kısalığıyla ters orantılı bir tesir gücüne sahip. Zira baskını yapan timin başındaki amir (yani temsil olarak devlet!) yüz üstü yere yatırdığı, ellerini arkadan bağlattığı Kürtlere bağırıp çağırıyor, kendince nasihat edip ders veriyor! Düpedüz toplu olarak işkence ettiği, insanlık onuruna doğrudan saldırdığı Kürtlere, bir yandan “Türk’ün gücünü göreceksiniz” diyerek sopasını/silahı gösteriyor (“yasal” olarak tabii!), diğer yandan da utanıp sıkılmadan “Devlet size ne yaptı?” diye bağırarak, izansızlık konusunda tarifi güç bir yetenek sergiliyor ('Suç’un ne olduğunu hâlâ kimse bilmiyor, ki zaten illa belli başlı bir şey olması da gerekmez, ‘suç’ bir şekilde bulunur! Velev ki ortada en fenasından bir ‘suç’ varsa dahi, suçun karşılığı işkence midir?). Devletin Kürtlere bitmek bilmeksizin uyguladığı ‘olağan’ muamelelerin tarihinin hızlı bir özetini sergileyen polis amiri, o an orada kendisinin ve timinin silahında cisimleşen devletin, Kürtlere hiçbir şey yapmadığını, bütün doğal/meşru haklarını tanıdığını, Kürtlerin sanki keyfi bir biçimde, macera olsun diye mücadele ettiğini üst perdeden ima ediyor, 'Devlet size bir şey yapmadı, bir tek sorun var, hain ve de nankörsünüz' diyor!
Bunlar, bugüne değin hiç duyulmamış özgün bir saldırı biçimi mi peki? Değil. Aksine, devletin Kürtlerin kolektif hakları gündeme geldiği her an, hazır olarak çekmecesinde duran, paket kalıp vasat ezberlerden tek bir harf fazlası olmayan hamasi boş laflar. Diyarbakır cezaevinin müdürü, 12 Eylül darbesinden sonra (devletin) ‘terbiye’ etmek istediği Kürtlere nasıl bir tiksinti ile hoyratça bakıyorduysa, 5 Ağustos toplu işkencesinin başındaki adam ve ekibi de benzer bir belirlenmişlikle hareket ediyor. ‘Bölge’deki her memur (bilhassa eli silahlı olanlar!), hiç bilmediği, Türk milliyetçi ezberlerinin donattığı ön yargılarıyla, adeta bölgeyi de her seferinde ‘fethetme’ iştahı güderek, aslında basbayağı ‘başka’ bir yere geldiğinin de farkında olarak gidiyor oraya. Asker (‘gönüllü’ olanı elbette) ya da polis olarak gidenlerin durumu ise daha farklı. Çatışmaların yaşandığı zaman diliminde işgal kuvveti, ‘normal’ zamanlarda ise sömürge memuru edasında, hep bir tekinsizlik ve şüphe hâli içerisindeler. “Her yer bizim” diye gezinseler de ortada, ‘oraların’ başka bir yer olduğunu her an yeniden ve yeniden öğreniyorlar, kinleniyorlar. Görüp bilmesine rağmen, kabullenmeyenler ise “Devlet ne yaptı size?” diye nankörlük ithamıyla ihanet yönünü gösterip kiniyle öfke kusuyor, toplu işkence etmek konusunda bir an bile tereddüt etmiyor.
Kürtlere ve muhalif gruplara, devlet ağzıyla konuşan birinin “Ne yaptık?” sorusu saçma ve utanmazca. Doğrusu, soru “Devlet ne yapmadı?” olmalıydı ki, yanıtı oldukça kısa olsun. Soykırımdan pogromlara, inkâr ve asimilasyon politikalarından katliamlara, sistematik işkencelerden faili meçhul cinayetlere değin, saymakla bir çırpıda bitmeyecek ‘günahlar’ listesinin tamamını inkâr eden bir anlayış karşısında, hayret duygusu oldukça yoğunlaşıyor. Fransa’nın ya da Birleşik Krallık'ın, deniz aşırı sömürgelerinde “iyi niyetli” bir akşam gezintisi yaptığını söylemekle, bir özel harekât timinin, yere yatırıp işkence ettiği bir grup Kürt karşısında “Ne yaptık size?” demesi arasında kategorik olarak neredeyse hiçbir fark yok. ‘Beyaz adam’ın bitmek bilmeyen ağır yükü işte!
5 Ağustos tarihi de, Kürt halkının siyasal hafızasında oldukça merkezi bir yer edinecek gibi görünüyor. Zira ortada olan saldırı, her işkence türünün olduğu üzere, en çok da, hem bireysel hem kolektif haysiyete yönelik bir saldırı. Kürdün haysiyeti, Türk devletinin temsilcisi durumunda olan eli silahlı bir grup tarafından paramparça edildi (kaçıncı kez, bilmek güç). Hiçbir zaman unutulmayacak bir derin yara açıp, insanın çoğu zaman varlık nedeni durumundaki onurunu da ayaklar altına aldı.
Zor, gerçekten çok zor, orada o işkenceye maruz kalan kişi ne yapacak, bundan sonra nasıl devam edecek hayatına? Mesela hiçbir şey olmamış gibi mi yapacak, mümkün mü bu? Aynı zamanda, o saldırının birinci maruz kalanı kendisi olduğu gibi, belki de daha çok, bütün bir ‘bölge’ olduğunu da biliyor olmanın öfkesini ne yatıştırabilir ki?
Devletin son savaş hamlesiyle yine kışkırttığı ve yarattığı ortam, ‘eski alışkanlıklar’ın hiç uzakta olmadığını, geri çağrılmasının birkaç dakika sürdüğünü de gösterdi. İnsanlık onuru, haysiyeti paramparça edilenler, hakları üzerinde tartışmalı bir yan varmış gibi bir muameleye maruz kalanların biriktirdiği öfke karşısında muktedir olanın gafletinde diretse de, dayanması pek mümkün değil. İnkâr edip ortadan kaldırmaya çalışsa da, yok etmeye çalıştığı şey her seferinde daha güçlü ve mücadeleci olarak döndü/dönecektir. Kibir dolu ‘beyaz adam’ın yaptıklarının tamamı elbette ortaya bir bir çıkacak, gizli saklı kalamayacak hiçbir konu.
“Yüzüme bakma” diye bağıran adam, bugüne kadar verilen ve bundan sonra da verilecek mücadelenin dinamiği ile, gözünün içine ve ısrarla bakan yeni kuşakların oluşmasına hiç istemeyeceği bir biçimde katkı sunduğunu da anlayacaktır bir gün. Haysiyetin kolektif hafızada tuttuğu yer, başka herhangi bir şeyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür, hele bir de bu haysiyet, yalnızca kişisel değil, toplumsal ise…
Ziya Dinçsoy