Bizim gibi kuzey yarımkürede yaşayanlar için sonbaharın habercisi sayılan Eylül ayı, siyâsî târihimiz açısından da hayli yüklü bir ay. Yüzyıla ramak kalmış târihi boyunca, bir türlü barış içinde birarada yaşama düzenini inşâ edememiş bir devlet için, bu beceriksizliğin derinlemesine sorgulanmasına vesîle olabilecek 1 Eylül Dünyâ Barış Günü ile başlıyor. Ardından, Cumhuriyet’in neden bir barış düzeni inşâ edemediği sorusunu cevaplamak üzere yeniden değerlendirmemiz gereken sürecin önemli momentlerinden biri olan Sivas Kongresi’nin yıldönümü geliyor. Sırada 6-7 Eylül pogromu var, önde gelen fâillerinden birinin “muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı!” diye utanmazca böbürlendiği bir devlet provokasyonu ve ardından gelen cinâyet, yağma, talan. Sonuna gelmekte olduğumuz 2022, Sivas’ın 102., pogromun 72. yılı. Önümüzdeki hafta içinde, 12 Eylül darbesi de 42. yaşını idrâk edecek, cuntanın bile açıkça kurmaya cesâret edemediği tek adam rejimine dönüşerek yaşamını sürdüren Cumhuriyet’in en uzun ömürlü anayasası ile birlikte.
Eylül’ün bu yükü, kuşbakışı bir muhasebeye vesîle olsun, yüz yıllık Cumhuriyet târihine şöyle bir bakalım. 1923-1950 arası, o zaman örfî idâre denilen sıkıyönetim dönemleri de dâhil, bir tek-parti dönemi; 27 yıllık bir otoriter rejim, bence siyâset teorisinde kullanıldığı anlamıyla bir diktatörlük dönemi. Bu anlamıyla terim, yeni bir anayasal, siyâsî düzen inşâ etmek için hukukun -yeni düzen kuruluncaya kadar- askıya alınmış olmasını ifâde ediyor. Kendi içinde, 1924-1937 arasına yayılan çok sayıda “Kürt isyanı”nı bastıran, muhalefeti baskı altına alan, yeni rejime biat etmeyen sosyalistleri yok eden, “Millî Şef’in önderiğinde” II. Dünyâ Savaşı’nın sonlarına kadar faşist cepheyle iyi ilişkilerini sürdürebilmiş bir dönem. Ardından, 1950-1960 dönemi, Demokrat Parti iktidarı, 1957 sonrasında açıkça muhalefeti yok etmeye yönelmiş bir otoriterleşme manzarası. 1955 pogromu da bu iktidarın eseri, Cumhurbaşkanı Bayar’ın “dozu biraz fazla kaçırdık” sözleri de âdetâ bir itiraf, baş fâillerden birinin yukarıda alıntııladığım “böbürlenme” amaçlı itirafından çok önce dillerden dökülüvermiş. Konu sâdece NATO’ya, NATO içinde oluşan “Özel Harp Dâiresi”ne, nâm-ı diğer Gladyo’ya bağlanmamalı. Bu bağı kolaylaştıran, Cumhuriyet’in öncesine uzanan, DP’nin de sâdakatle bağlı olduğu Türk ve Türkçü bir devlet inşâ etme programını unutmamak gerek. 1960 askerî darbesi, darbe liderinin Cumhurbaşkanı ve darbenin yönlendiriciliğinde oluşan “millî hükûmet” (CHP-AP koalisyonu), ardından 12 Mart 1971 askerî müdahalesi ve ara rejim. 1965’te TBMM’ye giren güçlü sosyalist partinin, yükselen işçi hareketinin ezilmesine yönelik “balyoz” dönemi. 1974-1980 arasında, iki defâ iktidar olan ve açıkça savaş çağrıştıran terimle “Milliyetçi Cephe” diye adlandırılan koalisyonlar, sokak cinâyetleri, üniversite hocalarının, gazetecilerin kurban gittiği “fâili belli” katliâmlar, Alevî kırımları, sıkıyönetim ve nihâyet askerî darbe ve 12 Eylül Cuntası. Cuntanın hazırladığı ve bugün de içinde debelenip durduğumuz Anayasa, o anayasa döneminde kurulan ve 15 yıl kesintisiz süren Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği, işkenceler, gözaltında kayıplar, asit kuyuları, dışkı yedirme eylemleri, saymakla bitmeyecek zulüm örnekleri, insanlık suçları.
Yüzyıllık Cumhuriyet târihinde olmayan tek şey barış, ya da “barış içinde biradara yaşama”. Bu yok ve olmadığı gibi, barışı, farklılıklara eşit yurttaşlık kavramına yaraşır bir saygı içinde birlikte yaşama talebini sürekli olarak kriminalize eden bir kurulu düzen var. 12 Eylül dönemindeki Barış Derneği dâvâsını ve bundan otuz küsur yıl sonra, 2016’da Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinden sonra olup bitenleri hatırlayınız. Aktörleri değişse de, bu değişmiyor. Bu, en az yüzyıllık, belki çok daha uzun bir zamandır sürmekte olan bir kâbus. Tam bir başlangıç tesbit edemesek de, simgesel olarak 1915’i, Ermeni Soykırımı’nı esas alabilir ve 2022 îtibâriyle yüz yedi yıllık bir kâbustan söz edebiliriz. Bir Türk devleti inşâ etme hedefi anlamında Türk milliyetçiliğinin başlangıçlarını II. Abdülhamit dönemine dek uzatabilirsek de, kesin olan husus, bu hedefin İttihat ve Terakki ile devlet yönetimine hâkim olduğu ve en büyük icraatını da 1915’te ortaya koyduğu. (Belirtemeden geçemeyeceğim, 6-7 Eylül 1955 pogromunun da, sonrakilerin de ve bugün yaşadığımız hukuksuzlukların ve katliamların da öncüsü 1915’tir.)
Bu, asırlık bir kâbus ve bitip bitmeyeceği de belli değil. Her gün, irili ufaklı birçok skandalla uyanıyoruz. Yâni, hukuku göstere göstere çiğnemek, meselâ mahkeme kararını uygulamayıp, uyguladık diye iddiâ etmek; bir arkadaş şakasından suç üretip kişiyi özgürlüğünden mahrum bırakmak, suç örgütleriyle içli dışlı olmuş insanların yapıp ettiği yolsuzlukları ve hattâ adam öldürmeye varan eylemleri neredeyse normalleştirecek tavırlar sergilemek. Hepsi, devlet yönetiminde yetki ve sorumluluk sâhibi olan kişilerden geliyor. Aynı kişiler, iş halkın, örgütlü veyâ değil, olup bitenlere tepki göstermesi, hakkını araması, adâlet talep etmesi gibi eylemlerine geldiğinde, kolluk güçlerini kaba ve orantısız şiddet kullanmaya yöneltmekte sâniye tereddüt göstermiyorlar. Hukuku ayaklar altına alarak, kaba ve orantısız şiddetle bastırılmak istenen barışçıl eylemlerin tümünde, kamu gücünü kullananların hukuku esas alan îtirazlarına karşı gösterilen alaycı kayıtsızlık da cabası. Oysa gün gibi ortada her şey. Katlanılması mümkün olmayan bir ekonomik bozulma, katlanılması mümkün olmayan bir gelir adâletsizliği üstüne eklenen hukuk tanımaz işten çıkarmalar, bir türlü bitmeyen OHAL uygulamaları, “terörle mücâdele” diyerek, kolluk gücünün kânun dâiresi içinde kalma mecbûriyetinin unutturulması ve hepsinin üstünü örtmek için de, arada sırada, düpedüz “savaş çağrıları” yapılarak yapay bir “istisnâ hâli” yaratmaya çalışmak.
Hepsi çok kötü. Arkasında en az yüz yedi yıllık bir târihî müktesebât olan bir kötülük hâli. Bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, bu “barış içinde biradara yaşamayı neden kuramadığımız” sorusuyla yüzleşip hesaplaşmayı bir türlü beceremediğimiz için düştüğümüz bir kötülük hâli! Türkiye’ye özgü sebebleri olan bu “kötülük hâli”, şimdi küresel bir başka kötülük hâli ile eklemlenmiş olarak hükmünü sürdürmekte. En az yarım yüzyıldır içinde bulunduğumuz, Türkiye’deki etkilerini ise 24 Ocak 1980’den îtibâren daha net olarak tecrübe edegeldiğimiz dünya kapitalizminin neoliberal evresinin bugün geldiği noktayı özetleyen şu satırlara dikkatinizi çekmek isterim: “Ne kadar kötü giderse o kadar sürmeli. … Neoliberalizmin amacı, soluklanmasına izin vermeden düşmanı vurmaktı: ‘Numara, hiç durmadan şoke edici şeyler yapmaktır. Skandal bir yasayı geçirdikten sonra insanların öfkelenmesi için vakit bırakmanın mânâsı yoktur. Acele etmek ve kamuoyu kendini vuran şeyi anlamadan üstüne daha sert bir darbe vurmak gerekir.” Ferda Keskin’in leziz bir Türkçe ile dilimize kazandırmış olduğu, Pierre Dardot ve Christian Laval’ın Bitmeyen Kâbus adlı kitaplarından yaptığım bu alıntı, her gün çarpıcı bir skandala uyanmamızın salt Türkiye’ye özgü olmadığını, küresel neoliberalizmin kriz üstüne kriz üretme yoluyla sürekli olarak kendi gücünü tahkim ettiğini anlatan bölümden.
Filmi biraz geri saralım. 24 Ocak 1980 kararlarıyla neoliberalizmle eklemlenme kararını vermiş bulunan Türkiye’de, o târihlerde takdîm edilenin aksine, ekonomik liberalizm siyasî liberalizmle sonuçlanmadı. Aksine, ekonomik liberalizm giderek siyasî liberalizmi, yâni Dardot ve Laval’in terimiyle “liberal demokrasiyi” yok etti. Türkiye de bu süreci yukarıda anahatlarına değindiğim olayların sağladığı “milliyetçi devlet” temelinde tecrübe etmeye devam ediyor. Bu tecrübenin bugün geldiği nokta ve geleceğe dâir verdiği işâretler, “kâbus”un bitmesinin çok zor olacağı yönünde. Türk-İslâm sentezciliğinin ikide bir savaş çığırtkanlığına müracaat etme ihtiyâcı hissetmesi ne kadar kötüyse, bu çığırtkanlığa her muhatap olduğunda milliyetçilik yarışının en önünde yer kapma telâşına düşen “resmî muhalefet”in durumu da umut kırıcı.
Levent Köker
(Artı Gerçek)