Marksizm 2022 toplantılarının Cuma günü yapılan ikincisinde “AKP-MHP Koalisyonu, Otoriter İktidarın Mimarisi” konusu tartışıldı. Toplantıda akademisyen Sinan Özbek, gazeteci Ümit Kıvanç ve DSİP’ten Yıldız Önen sunumlar gerçekleştirdi.
Yıldız Önen’in konuşmasından notlar şöyle:
Bugün Rusya’nın Ukrayna işgalinin 51. günü. 51 gündür milyonlarca insan bomba, füze, tank ve çatışma sesleri ile güne uyanıyorlar. 11 milyondan fazla insan Ukrayna içinde veya dışına göç etmek zorunda kaldı. Emperyalistler arası jeopolitik rekabetin, dünyayı getirdiği nokta bu: Rusya’nın Ukrayna işgali ve Amerika, NATO, AB’nin ekonomik yaptırımları Rusya ve Ukrayna halkını zora soktu. Avrupa tam bir cephaneliğe dönüştü. 2008 ekonomik krizinden bu yana sayısı artan krizleri çözemeyen kapitalizmin geldiği nokta burası.
Hem dünyada hem Türkiye’de kapitalist sisteme bağlı olarak tüm yönetimler az veya çok otoriterdir. Ama 2008’ler ile başlatabileceğimiz bir dönemde Amerika ve AB’de ekonomik krizin derinleşmeye başlaması ve hızla dünyaya yayılması ile kapitalizm yeni bir otoriterleşme dönemine girdi.
2008 ekonomik krizini devletin ekonomiye daha fazla müdahalesi (ekonomide ve siyasette liberalizmden hızlıca uzaklaşarak) ile atlatmaya çalışan emperyalist devletler bunu yapabilmek için içerde kendi ülkelerinde işçi sınıfının ve demokratik muhalefetin direnişini bastırmak için oldukça baskıcı politikalar sürdürdü. Dış siyasette de hem ekonomik hem askeri olarak saldırgan bir politika yürütmeye başladılar.
SSCB’nin yıkılmasından sonra oluşan çok kutuplu dünyada emperyalist ülkeler sürekli bir rekabet içerisindeler. Pazar rekabeti, bölgesel hakimiyet rekabeti ve daha bir dizi rekabet dünyaya savaş alanlarına çevirdi. Irak, Afganistan, Yemen, Libya.
ABD bu süreçte bu rekabette daha güçlü ülke rolünü oynamaya çalıştı, savaşlar ile de bir süre bunu sağladı ama Afganistan’dan asker çektiği bu sene bu gücü daha fazla devam edemeyeceğinin bir işaretiydi. Biden Ağustos’ta başladığı yurtdışı gezilerinde sürekli olarak iki kutuplu dünya inşası anlatırken bu karmaşayı kendi lehine değiştirmeye hedefliyordu. Amerika önderliğinde “Batı modern kutbu” antidemokratik kutba karşı. Bu önderlik tabi ki AB ve diğer ülkelerin Amerika’ya bağlılığı anlamına geliyor. Ukrayna savaşı bu konuda elini güçlendirdi.
Dışardaki bu sert rekabet ortamı içerdeki pek çok baskıcı yasayı geçirmelerine, yoksulluğun derinleşmesine meşruluk sağlıyor. Amerika dışarda “düşmanlarla” savaşırken içerdekilerin bunun bedelini ödemesi gerekir.
İran, Türkiye, İsrail gibi alt emperyalist ülkeler ise bu durumda kendi kontrol ettikleri alanları genişletmeye çalışıyorlar.
Dolayısıyla tüm bu olup bitenlerin asıl sebebi dünyadaki ekonomik kriz, bundan çıkmaya çalışan emperyalistlerin girdiği ekonomik, jeopolitik savaş ve bunun yarattığı dünya çapında politik kriz.
Bu ortamda Türkiye bir alt emperyalist ülke olarak girdiği ekonomik krizden kurtulmaya çalışırken esasında Amerika, İngiltere ve diğer ülkelerin yaptığını yapmaya çalışıyor. Ekonomik ve politik olarak herşeyi tek bir merkezden kontrol etmeye çalışıyor. Bunu yapabilmek için içerde oldukça baskıcı bir rejim dışarda ise saldırgan bir dil gerektiriyor.
Türkiye’de dünyadaki bazı ülkelerde olduğu gibi sağ, otoriter bir rejim var, ama Türkiye'dekinin maalesef özgün bir niteliği var. İktidarda AKP-MHP- devlet (bürokrasi, ordu ile) ittifakı var. Tayyip Erdoğan Trump gibi tek başına bu otoriterleşmeyi sağlayamadı, MHP-AKP koalisyonu ile sağlayabildi.
Türkiye’de faşist partiler her zaman güçlüler. Her zaman güçlü olmasının en önemli sebebi dün akşam ayrıntılarıyla konuştuğumuz Kürt sorunudur. Kürtlere temel hakları tanınmadan, eşit yurttaşlık hakları kabul edilmeden Türkiye demokratikleşemez, milliyetçilik ve faşist hareket geriletilemez.
Türkiye’de günümüz politik şekillenmesini 5 Haziran ve 1 Kasım 2015 arasında yaşananlardan başlayarak konuşmak gerekir. Erdoğan 1 Kasım seçimlerinden hemen önce “bize 450 yerli ve milli milletvekili verin, bu işi halledelim” demişti. Bu yerlilik ve millilik vurgusu onu MHP ile daha rahat yan yana gelir hale getirdi; özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından MHP liderliği ve devletin bazı unsurları kitleler üzerinde etkili olan Erdoğan’ın liderliğini kabul ettiler.
Buradaki en kritik gelişme 2015’te çözüm sürecinin sona erdirilmesi oldu. Böylece MHP ve AKP’nin yan yana gelmesinin koşulları oluşmuş oldu. Bu yakınlaşma 1 Kasım seçimlerinden sonra hızlandı. Erdoğan daha fazla yerli ve milli vurgusu yapmaya başladı. 2017 sistem değişikliği referandumu ve 2018 Türk usulü başkanlık seçimi bu birlikteliğin pekiştiği, Cumhur ittifakı adı altında resmileştiği seçimler oldu. Bu ittifakın yapıştırıcısı ise çözüm sürecini de bitiren beka söylemiydi.
MHP, dünyanın en eski ve deneyimli faşist partilerinden biri. Hem bu koalisyondaki hem de Türkiye siyasetindeki rolünün çok iyi farkında ve bunun bozulmaması için elinden geleni yapıyor. Bahçeli’nin zaman zaman çok sert çıkışlarının ardında bu yatıyor.
Bu süreçte sadece milliyetçi bir söylem benimsenmedi, ayrıca siyasal alan büyük ölçüde daraltıldı. Her türlü muhalefet gayri-milli ilan edildi. Erdoğan ve AKP’ye bunları yapabilme cüretini, şansını, olanağını veren, ona bu alanı sağlayan MHP oldu. Zaman zaman Erdoğan’ın yapamadığı sert çıkışları Bahçeli tereddütsüz yaptı.
Ancak bu işbirliğinde MHP’yi herhangi bir sağ parti gibi düşünmemek, AKP’nin faşist olmadığını görürken MHP’nin sadece Türkiye’nin değil dünyanın en köklü faşist partilerinden biri olduğunu görmek çok önemli.
Türkiye’de muhalefet sürekli devletin faşist olduğunu, AKP’nin faşist olduğunu söyler. Bu yaklaşım AKP’ye “faşist” derken gerçek faşist MHP’yi görmezden gelmeye sebep olur. Onunla ittifakı meşrulaştırır, seçimlerde MHP üyelerinin belediye başkanı adaylıklarına oy verilmesine sebep olur. Türkiye faşist derken de gerçekten faşist bir rejime doğru gidilen süreçte durumu analiz etme ve bunu engelleme yollarını göremez hale getirir. Meşhur Almanya örneği, bunu uzun uzun anlatamayacağım ama herkesin FKM okumasını tavsiye ederim.
Faşist bir rejim, bir krizi atlatmak için değil, bu krizi faşist bir dönüşümle atlatmak dışında başka hiçbir çare kalmadığına, bu çarenin maliyetinin burjuvazi açısından kabul edilebilir olduğuna ve üstelik faşist çarenin karşısına işçi sınıfının sosyalist çözümünün kaçınılmaz olarak dikildiğine egemen sınıf ikna edildiğinde gündeme gelebilir.
Ortada, yıllar içinde örgütlenmesini geliştiren, kadrolaşan, kitleselleşen, kanlı eylemler zinciriyle deneyim kazanan ve kriz içinde ciddiye alınabilir bir güç olduğuna ordunun, polis teşkilatının ve devletin zirvelerini ikna edebilecek yetenekte olduğunu gösteren ama en önemlisi krizden bunalan küçük burjuva yığınların aşağıdan yukarıya doğru devlet içinde devlet gibi ve reaksiyoner temelde örgütlenmesini sağlamış bir faşist partinin olması gerekir.
Tüm bu analizin en önemli noktası şu: AKP ve şu anki devlet faşist değil. Oldukça güçlü, geleneksel bir faşist parti ile koalisyon içinde.
Otoriter rejimler, başlı başına korkunç uygulamalara imza attıkları için kötü değiller sadece, aynı zamanda daha sağa, daha ırkçı ve yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım işçi sınıfını atomlarına kadar dağıtmayı hedefleyen faşist güçlere kapıyı araladığı için de çok tehlikelidir. Bu yüzden şu anda AKP ve MHP’yi iyi analiz etmek ve onlara karşı mücadeleyi nasıl inşa edeceğimizi tartışmakta fayda var.
AKP; ekonomik ve politik kriz ortamında MHP ve devlet ile koalisyon kurmak zorunda kalan bir sağ muhafazakâr partidir. MHP faşist bir partidir. Bu ikisinin koalisyonu sağcı otoriter politikaları uygulamada şu ana kadar işe yaramıştır. Ama 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleri bu koalisyonun zayıfladığını göstermiştir. Son zamanlardaki anketler AKP’nin yüzde 30’lara, MHP’nin yüzde 7’lere kadar gerilediğini gösteriyor.
Bu yenilgide önemli bir rol oynayan ekonomik kriz hala derinleşerek devam ediyor. Yoksulluk, işsizlik, ekonomik çaresizlik çok hızlı ilerliyor.
Bu yenilginin bu koalisyonu erkenden gönderememesinin önemli sebeplerinden biri muhalefetin sokakta mücadele eden mili-yerli politikaya karşı çıkamayan Kürt sorununda bile ufak adımlar atamayan 6’lıya kalmış olmasıdır. Sokakta mücadele eden grev yapan ve çoğu kazanan Farplast, yemek sepeti, Bakırköy vs bir dizi işçi eylemi kitleselleşemeden bitirildi.
Zayıflayan AKP-MHP koalisyonuna karşı ancak temel politik ilkeleri olan tüm ezilenlerin politik mücadelelerini birleştirmeyi hedefleyen bir muhalefet kazandıran bir mücadele örgütleyebilir.
Savaş karşıtlarının, iklim krizine karşı mücadele edenlerin, ırkçılığa karşı direnenlerin, İşçilerin, kadınların, LGBTİ+’ların, Kürtlerin, mücadelesini bir araya getirecek antikapitalist sol bir alternatif ancak bu otoriterleşmeyi geriletebilir.
Tabi ki bu sol alternatif masa başında inşa edilmeyecek, tüm bu alanlarda mücadele vermek çok önemli. Kazanılan her demokratik hak, korku imparatorluğunun sınırlarını bir adım daha aşındıracaktır. Bir 31 Mart, 23 Haziran seçim zaferlerinin etkisini düşünelim. Bunların sayılarını, yemek sepeti, Boğaziçi direnişlerini, bu seneki Newroz gibi eylemlerin sayısını artırmalıyız.
Uzun erimli amaçlarımız olabilir ama bunlara ulaşmak için atacağımız her küçük adımın büyük bir önemi olduğunu görebilmemiz gerekir.
Akademisyen Sinan Özbek konuşmasından notlar:
Gramschi tarihsel toplum için konuşur, ben kapitalizm için konuşayım. Kapitalizmin iki temeli var, yapı ve üst yapı. Üst yapı iki bölümden oluşur politik toplum, sivil toplum. Sivil toplum, kapitalizmin rızaya dayalı egemenliğini sürdürmesini sağlar, politik toplum ise zora dayalı egemenliğin sürdürülmesi için kullanılır.
Politik toplumun temelinde zor var. Egemen sınıfın düzenini sürdürmesini amaçlar. Politik toplum sivil topluma göre daha güçlü olduğunda, zor öne çıkar. Sivil toplum güçlü olduğunda hegemonya öne çıkar. Bir toplumda yönetim sistemi iknaya dayanıyorsa hegemonal sistem, zora dayanıyorsa diktatoryal sistem olarak tanımlanır.
Günümüzde kapitalizm için yeni bir durum var, ona yeni otoriterleşme eğilimi diyebiliriz. 2008’den itibaren başlayan dünya ekonomik krizi otoriterleşme eğilimini artırdı. Hegemonal yöntemlerle varlığını sürdüren kapitalist ülkelerde zor uygulaması arttı, birçok ülkede otoriter eğilimler iktidara geldi. Bunun altında yatan en önemli neden kapitalizmin krizidir. Kapitalizmin kaotik yapısı, eşitsiz gelişimi, statükoları sarsması, kapitalizmdeki otoriterleşmeyi artırdı.
Otoriter rejimler karşısında ne yapabiliriz. Bunları iktidara getiren kileleri lanetlemek, aşağılamak çözüm değildir. Sermaye ile emek arasındaki mücadele doğru kanalize edilirse, emek güçleri baskın hale gelirse mücadele kazanılabilir.
Emek hareketinin örgütlü mücadelesi otoriter yönetimleri geriletebilir, demokrasinin önü açılabilir.
Gazeteci Ümit Kıvanç’ın konuşmasından notlar şöyle:
Türkiye’de devletin yapısı başından beri otoriter. Kendisini devletin sahibi sayan, bir şekilde devleti ele geçiren kesimler otoriter uygulamalarda bulunuyor. Burjuva demokrasilerinin belli bir hukuku vardır, kuralları, yasaları vardır. Türkiye’de ise mekanizma bunun inkârı üzerine kuruludur.
Türkiye’de devlet, kimin hangi kurallara uyacağına kendisi karar verir. Ermenilerin, Rumların başına gelenler ortada, bin yıldır birlikte yaşadığımız insanlar yurttaş bile sayılmadılar, katledildiler.
Mesela Türkiye’de devlet görevlilerinin yargılanmasının iznini ancak devlet yöneticileri verir. Halkın iradesi hiçbir zaman önemli değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda devlet otoriter bir yapı olarak kuruldu. Sol bu konuyu çok analiz etmedi. Marksizme milliyetçi kılıflar bulan akımlar solda çok taraftar buldu. Türkiye’deki hukuk devleti mücadelesi baştan bu şekilde kaybedildi.
Türkiye’de devleti ele geçirmiş kararlı bir güce karşı hiçbir burjuva bir şey yapamaz. Burjuvazinin devleti her zaman yönlendireceğini var sayarız, ama beşli çete şimdi iktidarı değiştirebilir mi, hayır, aksine bütün mallarına devlet bir gecede el koyabilir. Devlet isterse Vehbi Koç’u anında ortadan yok edebilirdi. Kapitalizm elbette var, ama Türkiye kapitalizminin başka özel koşulları var.
MHP diye bir sorunumuz var. Paramiliter bir örgüt. Türkiye’de paramiliter güçler geçmişten beri var, Teşkilatı Mahsusa var. MHP bu devlet cephesinin görünen yüzüdür. Arkasında devlet vardır. Devletin zor uygulama yöntemi sadece işkence değildir, sürekli baskı demektir, en başta üniversite baskının önemli bir kaynağıdır. Bu da devletin kurduğu bir sistem.
Bütün bunlar Türkiye’ye özgü, ama başka bazı ülkelerde de benzer yapılar var. Mesela Çin veya Rusya da böyle, en zenginleri bir günde ortadan kaldırılabilir.
En büyük zorluğumuz şu: Tarihte ilk defa insanlık nüfusunun bir bölümü kapitalizmin işlemesi için gereksiz hale geldi. Yapay zekâ gelişti. Toplumlar mesela yaşlıları ortadan kaldırabilir. Direnebilecek, durumu değiştirebilecek bir işçi sınıfı bugün var, ama 30 yıl sonra olmayabilir.
Mülteci meselesi günümüzün temel meselelerinden birisidir. İnsanlar aç kaldıkları için kapitalizmin merkezlerine gitmek istiyorlar, bu da otoriter eğilimlere meşruiyet kazandırabilecek bir gelişme.
Toplantı salondan katkılarla devam etti.