Otoriterleşen dünyada ezilenler ve direniş

13.11.2018 - 07:10
Haberi paylaş

2017 yılının başından itibaren artık bambaşka bir dünyada yaşadığımız söylemek sıradan hâle geldi. ABD’de Donald Trump’ı iktidara getiren süreç, yalnızca dünyanın en büyük kapitalist devletine özgü dinamiklerden ibaret değildi. Zira arkasından tüm dünyada benzer gelişmelerle karşı karşıya kaldık.

Son olarak Brezilya’da başkanlık seçimini ikinci turda kazanan Bolsonaro, Güney Amerika’da 210 milyon kişilik bir toplumun ve dünyanın en büyük 8. ekonomisinin de merkezi olarak aşırı sağcı bir liderin kontrolüne geçmesi anlamına geliyordu.

Listeyi çok daha fazla uzatmak mümkün: İtalya’da Kuzey Ligi’nin lideri Salvini, Haziran ayından beri başbakan yardımcısı olarak görev yapıyor ve ülkenin limanlarını mültecilere kapatma çabaları sırasında mahkeme tarafından dahi suçlu bulundu. Viktor Orban’ın yönetimindeki Macaristan’da mültecilerle dayanışma gösteren STK’lar “Sorosçuluk” adı altında kriminalize ediliyor. Hindistan’ın Rusya’yla yakınlaşma politikası yürüten lideri Narendra Modi, Özgürlük Anıtı’nın iki katı büyüklüğünde ve “Hindu milliyetçiliğini simgeleyen” bir heykel diktiriyor. Almanya’da Bavyera ve Hessen yerel seçimlerinde AfD’nin aldığı oy oranları, Merkel’in sonunu hazırladı. Fransa’da geçen sene Macron’un seçildiği başkanlık yarışında ikinci tura kalan parti faşist Ulusal Cephe’ydi. Avusturya’da naziler iktidarın ortağı konumuna geldiler.

Her yerde aşırı sağcı siyasal akımlar güç kazanıyor. Devletler ve hükümetler daha sağ, güvenlikçi, içe kapanmacı, ulus devletçi, yani sonuç olarak daha otoriter politikaları tercih ediyorlar. Peki bu sürece nasıl gelindi?

Neoliberalizmin krizi

İçinde yaşadığımız dönemin arka planını kapitalizmin krizi oluşturuyor. 2008’de patlak veren küresel krizin ardından dünya ölçeğinde “toparlanma” çok yavaş hızlarda oluyor. Egemen sınıfların önce batan bankalara para aktararak, daha sonra her yerde kemer sıkma tedbirleri uygulayarak krize verdikleri yanıtın işe yaradığını söylemek kolay değil. Küresel kapitalizmin en önemli kurumlarından IMF’nin 2016 yılında hazırladığı bir rapor dahi, 1980’lerin başından itibaren uygulanan neoliberal politikaların hatalı olduğunu teslim ediyordu.

“Büyüme getirmeyen ve eşitsizlikleri derinleştiren” neoliberalizm, dünyanın her yanında sıradan insanları sisteme muazzam ölçüde yabancılaştırdı. Sözünü ettiğim IMF raporu, bunun sonucu olarak isyan tehlikelerinin gündeme geldiğini dile getiriyordu. Haksız sayılmazlar; 1999’da Seattle’da DTÖ toplantılarının basılmasıyla başlayan antikapitalist hareket, uluslararası işçi sınıfının ve ezilenlerin ruh hâlini değiştirdi. Arkasından devasa savaş karşıtı hareket geldi. Arap Baharı’nın açtığı kapıdan ise dünyanın farklı coğrafyalarında farklı gerekçelerle ayaklanan milyonlarca sıradan insan girdi. Brezilya’dan Hong Kong’a, Türkiye’den Şili’ye her yerde kitle eylemlilikleri yaşandı. Krizin ardından sarkaç önce sola vurdu.

Merkezin eriyişi

Hem özgürlükçü isyan ve ayaklanmaların yaşandığı dönemin hem de bugünün ortak özelliği, Batı toplumlarını İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yöneten merkez sol ve sağ partilerin yaşadığı muazzam güç kaybı. İrlanda’dan İspanya’da, İsveç’ten Almanya’ya her yerde, sosyal demokrat ve Hristiyan demokrat geleneklerin toplam oyları, bundan birkaç on yıl önce %80’lerin üstündeyken, şimdi %40-50 civarlarına gerilemiş durumda. Birçok yerde tarihlerinin en düşük oylarını alıyorlar.

Neoliberalizm sıradan insanları sisteme yabancılaştırırken, bu politikaları savunan merkez partileri de hızla dibe çakıldı.

Emperyalizmin krizi ve savaş

Ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık beraberinde emperyalist sistemi de krizlerle boğuşmaya itiyor. ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olma konusunda yerini almaya hazırlanan Çin’e karşı yıllardır, onu bölgede yalnızlaştıracağı politikalar izliyor. Çin ise buna Güney Çin Denizi’ndeki nüfuzunu artıracak bir donanma inşa ederek yanıt veriyordu. Trump ile birlikte iki büyük güç arasında ticaret savaşı başladı.

Bunun yanı sıra bir diğer büyük kapışma ise Irak ve Suriye üzerinden Ortadoğu’da dönüyor. ABD ile doğrudan kapışacak kadar büyük bir ülke olmasa da Çin’in blokunda yer alan Rusya, Suriye’de “sahayı” kontrol eden asıl güç durumuna geldi. Hem Baas rejimiyle hem de onun baş düşmanı gibi gözüken Türkiye ile ortak operasyonlar düzenleyerek, büyük bir yıkıma uğrayan ülkenin geleceğinin şekillendirilmesindeki ana unsur olmaya çalışıyor. ABD burada Rusya karşısında zor durumda gibi gözükürken, Irak’ta da ABD işgalinin sonucunda arka arkaya kurulan hükümetler hep İran’ın yörüngesinde hareket ediyor. Katar’a yönelik ambargo, Suud rejiminin Kaşıkçı cinayetinde de görülen pervasızlığı, Yemen’deki savaşın getirdiği büyük insani kriz ile birlikte düşünüldüğünde, Ortadoğu bir kez daha en büyük emperyalist güçlerin politikaları doğrultusunda kaynayan bir kazana dönmüş durumda. Birçok kişi üçüncü bir dünya savaşının, buradaki gerilimlerin ürünü olarak başlayıp başlamayacağını tartışıyor.

Egemenlerin çözümü

Trump, böylesi bir dünyada, “tekrar büyük yapacağı” ABD’nin politikalarında köklü bir değişikliğe gitmeyi vadediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren kurulan uluslararası düzenin hep ABD’nin aleyhine işlediğini, küreselleşmeden kendileri dışında herkesin kâr ettiğini düşünüyor. Buna karşı korumacı, ulus devleti öne çıkaran, başka tür bir ekonomi vadediyor. Bunu yaparken en zenginlere sınırsız olanaklar sunuyor. Dış dünyayla yaşadığı sorunlarda ise askeri gücünü kullanmaktan çekinmeyeceğini belirtiyor.

Dünyanın açık ara en büyük militarist makinesinin başına böylesi biri geçtiğinde, bu dünyanın geri kalanı için de sertlik dozajını belirliyor. Tüm ülkeler “ulus devlet” kavramına tapınan, kendi güvenlik mekanizmalarını güçlendiren, daha otoriter yönetim anlayışlarını benimsemeye başlıyorlar. Tayyip Erdoğan daha geçtiğimiz gün, deniz kuvvetlerini inşa etmenin Türkiye için ne kadar önemli olduğundan bahsetti.

Yani egemen sınıflar açısından uyumdan ziyade karışıklığın, bölünmüşlüğün ve istikrarsızlığın olduğu bir dünyada yaşadığımızdan bahsedebilirz. Peki ezilenler ne durumda?

Mücadele

Kimilerinin iddia ettiği gibi, aşırı sağın küresel ölçekteki yükselişi, doğrudan doğruda 1930’ların başını yaşadığımız ve ikinci bir Nazi felaketiyle karşı karşıya kalacağımız anlamına gelmiyor. İsveç’ten Brezilya’ya geniş bir yelpazede başını kaldıran ırkçılığa dikkat çekmemiz ve onu yenecek stratejileri belirlememiz elbette elzem; ancak bunun yolu yanlış felaket senaryoları çizmekten geçmiyor.

Dünyanın hiçbir yerinde henüz işçi sınıfı son sözünü söylemiş, emek hareketi ve sosyalistler yenilmiş ve dağıtılmış değil. Neoliberal merkezin çöküşünün erken döneminde, dünyanın pek çok yerinde, sosyal demokrasinin daha solunda siyasi alternatifler belirmişti. Bu ölçekte olmasa da, zaman zaman toplumsal kutuplaşmanın yine sola yaradığı örnekler görebiliyoruz.

Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz Jeremy Corbyn. Yıllardır çeşitli mücadelelerin içinde hep sosyalistlerle birlikte yer almış bir aktivist olan Corbyn, üç yıldır İngiltere’nin ikinci büyük partisinin başında. Olası bir seçim durumunda başbakan olması kuvvetle muhtemel. Ve Corbyn, İngiliz egemen sınıfının ve kendi partisinin sağ kanadının olanca saldırısına rağmen, çoğu radikal söylem ve politikalarından vazgeçmiş değil.

Sol adına bir diğer kıpırdanma ise bizzat Trump’ın ülkesi ABD’de yaşanıyor. 2016 sonundaki seçimlerde Demokrat Parti içinde solcu aday Bernie Sanders güçlü bir ivme yakalamış, geniş kitleleri seferber etmeyi başarmıştı. Onun yenildiği Hillary Clinton’a teslim olmasının ardından ise Demokratik Sosyalistler adlı örgütün yükselişine tanık oluyoruz. Reformist bir sol örgüt olan DSA, üye sayısını 5 binden 52 bine yükseltti. Ayrıca son genel kongresinde sola açılım anlamına gelen bir dizi karar aldı.

Sol seçim alternatiflerinin yanı sıra, aşırı sağın ve ırkçılığın güçlendiği her yerde, antifaşist kitle hareketleri de sokakta yoğun bir mücadele sürdürüyor. Brezilya’da Bolsonaro ilk gününden protestolarla karşılaştı; tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi. ABD’de AfD ve etrafında kümelenenlerin sokaklarda yaratmaya çalıştığı terör önce Chemnitz’de onları ezecek ölçüde büyük bir konserle, daha sonra Berlin’de ise çeyrek milyon insanı sokağa döken bir ırkçılık karşıtı gösteriyle yanıtlandı.

Devrimci partileri güçlendirmek

Trump ve Bolsonaro tüm ezilenlerden ölümüne nefret ediyorlar. Mülteciler, siyahlar, kadınlar, LGBTİ+ bireylerle ilgili söyledikleri mide bulandırıcı laflar, onların iktidarında hepimizi ne kadar zor zamanların beklediğinin göstergesi.

Otoriter ve ırkçı sağcılığa direnişte ise elimizde çok daha güçlü araçlarımız olmalı. Bir önceki mücadele dalgasından gördük ki, reformizm kesinlikle çözüm değil.

Yunanistan’da Syriza, %61’in “Hayır” dediği referandumdan birkaç gün sonra, kendisini iktidara getiren militan işçi hareketine sırtını döndü. Die Linke, Syriza’nın çağrısını izleyerek, daha önceleri “Hayır” verdiği kurtarma paketlerine Alman parlamentosunda “Evet” oyu vermeye başladı. İspanya’da meydan işgallerinin sonucu olarak yükselen Podemos, Katalanların bağımsızlık mücadelesi konusunda sosyal şoven bir tutum aldı. Brezilya’da solun hataları, askeri diktatörlük dönemini özleyen birini devletin başına getirdi.

Şimdi ihtiyacımız olan, insanlığın tüm kazanımlarını tehdit eden popülist sağa karşı daha radikal çözümleri savunan antikapitalist odaklar. Irkçılığa, homofobiye, cinsiyetçiliğe ve iklim değişikliğine karşı mücadelelerin bütününü, kapitalizm karşıtı bir programa bağlayan devrimci partileri güçlendirmeliyiz.

Ozan Tekin

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol