TTIP: Truva atı anlaşması

08.11.2015 - 11:27
Haberi paylaş

Uluslararası büyük şirketler, daha çok kâr edebilmek için sınırları yıkmaya hazırlanıyor. John Sinha, İngiltere'de yayımlanan aylık sosyalist dergi Socialist Review'de, TTIP’nin kabul edilmesinin ne gibi sonuçları olabileceğini yazdı:

Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP), AB ve ABD arasındaki ikili bir ticaret anlaşması. Anlaşmanın amacının gümrük vergisi dışı “engelleri” kaldırarak ticareti arttırmak olduğu iddia ediliyor. Bu sözde engeller ise iklimi koruyan, işçilerin haklarını, sağlıklarını ve güvenliklerini savunan düzenlemeler.

Bu anlaşma, küresel şirketlerin, hükümetleri kârlarına “müdahale ettikleri” için dava edebilmesini kolaylaştırmayı amaçlıyor. Çevresel standartlar ve gıda güvenliği standartları “düzenlemelerin uyumlu hâle getirilmesi” yoluyla sürekli tehdit edilirken, kamu hizmetleri kuralsızlaştırma ve kamu ihalelerinin liberalleştirilmesi yoluyla özelleştirilmeye zorlanacak.

TTIP, ABD üzerinde yoğunlaşan bir dizi ikili anlaşmadan biri; Trans Pasifik Ortaklığı (TPP) da şu sıralar ABD ve Pasifik Okyanusu etrafındaki ülkeler arasında müzakere ediliyor. TTIP, eğer kabul edilirse, Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) 20 yıl önceki kuruluşundan beri yapılan en büyük ticaret anlaşması olacak.

TTIP, AB’nin müzakere ettiği tek ticaret anlaşması değil, gerçekten de bütün bu konu muğlak kısaltmalarla alfabe çorbasına dönmüş durumda. AB-Kanada ticaret anlaşması, CETA, bir boru hattını müzakere ediyor ve TTIP’nin provası olarak görülüyor. Elbette bir de, hedefi su gibi temel kamu hizmetlerini çokuluslu şirketlere açmak olan Hizmet Ticareti Anlaşması (TiSA) var.

Bu ikili görüşmeler, Dünya Ticaret Örgütü’nün çok uluslu süreçlerinin hızının kesilmesinin ve finansal krizin başlangıcının ardından ortaya çıktı. Bu müzakereler, Batılı ekonomilerin düşük büyüme oranlarının ve BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ekonomilerinin yükselişinin sonucu olarak ortaya çıkan Batı kapitalizminin uzun dönemli krizine verilmiş son derece ideolojik, neoliberal bir yanıt. Rusya’nın hem TTIP hem de TPP’den, Çin’in ise TPP’den dışlanması tesadüf değil.

TTIP’i ve ona benzer TPP gibi anlaşmaların önemini anlayabilmek için onların küresel ticaret sistemi ve küresel kapitalizm içindeki yerlerini saptamalıyız. Küresel ticaret, bir dizi uluslararası ticaret anlaşmasıyla yönetiliyor. Serbest Ticaret (gümrük vergisiz ticarette olduğu gibi) zaten mevcut ve Dünya Ticaret Örgütü’nün çok uluslu anlaşmalarıyla yönetiliyor. Buna ek olarak, amaçları ticarette “gümrük vergisi dışındaki engelleri” kaldırmak olan, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması gibi bölgesel ticaret bloklarıyla, ikili anlaşmalar var. Tüm bu ticaret anlaşmaları 1990’larda ortaya çıktı.

Ancak Dünya Ticaret Örgütü’nden farklı olarak, TTIP aynı zamanda jeopolitik bir amacı da karşılıyor. 1960’lardan beri, NATO’ya ekonomik bir destek olarak bir Transatlantik Serbest Ticaret Bölgesi’nden bahsediliyor. Doğu Bloku'nun çökmesinin ardından Avrupa’nın egemenleri, ABD’nin Batı Avrupa’ya olan bağlılığına olan güvensizliklerinin üstesinden gelmeye çalıştılar. 1990 yılında imzalanan bir Transatlantik Bildirgesi’yle AB liderleriyle ABD hükümetinin, iki yılda bir kez bir araya geleceği zirveler yapılması kararlaştırıldı. Bu zirveler, diğer konuların yanı sıra “piyasa ilkelerini teşvik edecek”, NATO’ya bağlılığın devamını sağlayacak ve çok taraflı serbest ticaret anlaşmalarına destek verecekti.

Strateji

2007’de ABD Başkanı George W. Bush ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel, TTIP’i yönetme görevi yüklenen Transatlantik Ekonomi Konseyi’ni kurdu. Amaçları, AB’yi ve NATO’yu birbirine yaklaştırmaktı. TTIP bu amacı gerçekleştirmek için yürütülen stratejinin bir parçası. ABD Başkanlık aday adayı Hillary Clinton, TTIP’yi “ekonomik bir NATO” olarak tanımlıyor.

TPP, Başkan Barack Obama’nın “Asya Ekseni” politikasının bir parçası. Obama “Eğer kuralları biz belirlemezsek, o bölgedeki tüm kuralları Çin belirleyecek” dedi. Japonya ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nin kontrolü konusundaki gerilim artarken, Japonya Başbakanı Shinzo Abe de ülkesinin ABD ile olan ekonomik ve askeri bağlarını sıkılaştırmaya hevesli

TTIP müzakerelerinden sızan metinler, şirketlerin isteklerinin listesine benziyor. Özellikle AB gıda standartları konusunda, GDO’lu gıdalar üzerindeki yasağı kaldırıp, üretiminde yasaklanmış büyüme hormonları ya da çamaşır suyu kullanılan sığır etinin ithalatını serbest bırakıyor. Ayrıca Amerikan sağlık şirketleri Avrupa sağlık pazarına girmek istiyor. Sağlık hakkı kampanyası yapan ve özelleştirmelere karşı çıkan aktivistler, NHS’nin (Ulusal Sağlık Sistemi: İngiltere’nin kamusal sağlık hizmeti sistemi-çn) TTIP’nin getirdiği uygulamalardan ayrı tutulmasını istediklerinde, Başbakan David Cameron bunu reddetti. Bunların karşılığında AB ise ABD finans sektörüne daha fazla nüfuz etmeyi ve “Amerikan Malı Al” koşulunun (ABD hükümetine, belli bir fiyatın altındaki malları ABD şirketlerinden alma zorunluluğu getiren madde-çn) kaldırılmasını talep ediyor.

AB’nin sızan TTIP anlaşmasına yönelik önerisindeki enerji ve hammaddelere ayrılmış fasıl, anlaşmanın çevresel açıdan ne kadar zararlı olacağını gösteriyor.  AB, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için alternatif petrol ve doğalgaz kaynakları sağlamak konusunda giderek daha umutsuz hâle geliyor. Avrupa Komisyonu, TTIP’nin atmosfere ekstradan 11 milyon metrik ton karbondioksit gazı salınmasına neden olacağını, böylece AB’nin kendi salınım azaltma taahhütlerininim altını oyacağını itiraf ediyor.

Bu anlaşmaların temel ideolojik bileşeni, sanki yatırımcılar özel olarak korunmasız bir insan grubuymuşlar gibi, “yatırımcı hakları” kavramı. Yatırımcıların haklarının neden diğerlerinden önde gelmesi gerektiği asla açıklanmıyor, bu yalnızca ileri sürülüyor.

İngiltere vatandaşlarının Strazburg’daki Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma haklarının kaldırılması gerektiğini savunan Cameron, “İngiliz Parlementosu, İngiliz halkına karşı sorumludur ve İngiliz yargıçları İngiliz mahkemelerinde karar verirler” diyor. Ama aynı Cameron, iş yatırımcıların haklarını korumaya geldiğinde, kendisinden hesap sorulamayan ülkeler üstü bir mahkemenin İngiltere Parlementosu’nun kararlarını bozma hakkına sahip olmasından rahatsızlık duymuyor. Sonuçta TTIP’ye hız kazandırmak istediğini söyleyen de o.

Yatırımcı-Devlet Uyuşmazlık Çözümü (ISDS) olarak bilinen ülkeler üstü mahkeme sistemi, şirketlerin bu “hakları” korumak için demokratik kararları bozabilmesine imkân sağlıyor. Bu mahkemelerde temyize gitme hakkı yok ve burada yapılan tartışmalar kamuya açık değil. Bu uzlaştırma mahkemelerinde yüksek maaşlar alan şirket avukatları yer alıyor. Aynı şirketten avukatlar aynı davalarda hem karar verici hem de dava vekili olarak bulunabildiğinden çok sayıda çıkar çatışması yaşanıyor. Yatırımcı haklarını koruma pratiklerini geliştirmek isteyen dünyanın en büyük hukuk şirketlerinden bazılarının, ISDS’nin en büyük lobicilerinden olması tesadüf değil.

ISDS davalarının yakın zaman önceki örnekleri arasında, İsveçli enerji şirketi Vattenfall’ın, Hamburg Çevre Otoritesi’nin, şirketin enerji santralinin yaptığı salınımlara kalite kontrolü yapılmasını zorunlu kılmasına karşılık olarak 1,4 milyar avro talep etmesi de var. Vattenfall konulan standartların yatırım projesini sürdürülemez hâle getirdiğini öne sürdü. Şirket, ISDS hükümlerini kullanarak, Almanya’dan zararının tazmin edilmesini istedi. Davanın en sonunda çözülmesini sağlayan, Hamburg yönetiminin daha önce belirlenmiş çevresel gerekliliklerden taviz vermesi oldu.

Tazminat

İngiliz United Utilities şirketi, Estonya hükümetini su fiyatlarında bir artışa izin vermediği için dava etti. Şirket kendisine -2020 yılına kadar öngörülen kârı olan- 90 milyon avro ödenmesini talep etti. Hollanda ve Estonya arasındaki bir ticaret anlaşması sayesinde –kâğıt üzerinde Hollanda’da gözüken bir yan şirkete sahip olan- United Utilities, Estonya’dan tazminat talep edebiliyor.

Diğer vakalar arasında sigara paketlerinde standartlaşmaya gidip, paketlerin üzerine sağlık uyarıları koyduğu için hem Avustralya hem de Uruguay hükümetine dava açan Philip Morris, asgari bir ücret belirlediği için Mısır’ı, ülkenin finansal çöküşünden tüketicileri korumak için enerji fiyatlarını dondurma kararı alan Arjantin’i dava eden çokuluslu atık ve enerji şirketi Veolia var.

TTIP’nin uygulamaya girmesi için can atan büyük şirketler, en büyük 70 Amerikan ve Avrupa şirketinin de üyesi olduğu, Trans Atlantik İş Konseyi isimli bir lobi grubu üzerinden örgütleniyorlar. Onlar müzakere metinlerine erişim sağlayabiliyorken, seçilmiş temsilciler ya da sivil toplum örgütleri bu ayrıcalığa sahip değildi.

Daha şimdiden TTIP’e karşı devasa bir muhalefet var. Avrupa Komisyonu, ISDS hükümlerinin anlaşmaya dahil edilmesi konusunda kamuoyunun görüşünün alınabilmesine zaman tanımak için, ABD ile müzakereleri askıya almak zorunda kaldı. AB parlamentosunda ISDS konusunda geçen yıl yapılan bir oylama, anlaşma karşıtı muazzam bir kampanya yapılmasına ve sivil toplumun en büyük seferberliklerinden biri gerçekleşmesine rağmen, AB liderlerinin AB’nin tek seçilmiş kurumunu anlamsızlaştırmak için ne kadar ileriye gidebileceklerini gösteriyor.

ISDS konusunda kamuoyundan görüş alınması süreci Mart - Temmuz 2014 arasında gerçekleştirildi ve tüm Avrupa Birliği’nden 150.000 farklı görüş alınmasıyla sonuçlandı, bu sayı bir rekor. Uygulamaya katılanların çoğu ISDS’in kazanacağı yetkilere karşı çıktı. Ancak buna rağmen Avrupa Komisyonu, tartışmalı maddeyi TTIP’den çıkarma çağrılarını karşılıksız bıraktı.

AB içindeki tek denetim kanalı, eğer bir yıl içinde AB vatandaşlarından 1 milyon imza toplanabilirse Avrupa Komisyonu’ndan politikanın gözden geçirilmesi için resmi bir istekte bulunabilecek olan bir Avrupa Yurttaşlar İnisiyatifi (ECI). Temmuz 2014’te TTIP ve CETA’ya karşı bir ECI kurulduğu resmi olarak Avrupa Komiasyonu’na bildirildi. Eylül ayında ise imzaların toplanmaya başlanması hedefleniyordu. Ancak Komisyon anlaşmaya karşı olan değil, sadece bir ticaret anlaşmasını destekleyen bir ECI’ın geçerli olacağı gerekçesiyle inisiyatifi tescillemeyi reddetti.

Küresel antikapitalist hareketin tarihi, böyle uluslararası anlaşmalara karşı verilen mücadeleyle dolu. 1998’de eylemciler uluslararası düzeyde örgütlenmiş ve “yatırımcıların korunması” gibi aynı demokratik olmayan hükümleri içeren Çok taraflı Yatırım Anlaşması’nı (MAI) durdurmak için kitlesel bir kampanyayı hızlıca inşa etmişlerdi.

Son büyük ticari müzakere süreci olan Dünya Ticaret Örgütü’nün Milenyum turu Kasım 1999’da Seattle’da yapılan zirve sırasındaki kitlesel eylemlerin ardından bozulmuştu. Antikapitalist hareketin, uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmesini sağlayan da bu eylemler olmuştu.

TTIP’ye dâhil edilen tasarıların pek çoğu, daha önce eylemlerle engellenmiş tasarıların kabaca bir araya getirilmesinden oluşuyor.

Bugün yirmiden fazla Avrupa ülkesinde, TTIP’ye karşı aktif direniş gösteren ulusal platformlar var, aynı zamanda kıta çağında bir muhalefet için eşgüdümlü stratejiler de üretiliyor. Tüm büyük Avrupa ülkelerinde işçi hareketi TTIP’ye karşı çıktı; İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya, Belçika, Lüksemburg, İspanya, İtalya ve Slovenya’daki işçi sendikaları görüşmelerinde devam etmesine açık bir şekilde karşı çıkıyorlar.

Bu ay (Ekim ayı kastediliyor-çn) Avrupa ve ABD’de de TTIP’ye karşı 700 ayrı yerde kitlesel gösteriler yapılacak. Bu hareketin yeniden kamuoyunun ilgisini çekmesinin zamanı geldi.

Çeviri: Onur Devrim

Bültene kayıt ol