Özdeş Özbay

Özdeş Özbay son yazıları

Özdeş Özbay tüm yazıları

28.06.2015 - 12:03

Referandumdan seçimlere soldaki ayrışma

Türkiye’de sol içi politik yarılmanın en büyük dönemeciydi 2010 referandumu. Aslında ayrılık çok daha öncesinden başlamıştı.

Savaş Karşıtı hareket yükseldiğinde hareket içinde eylemlerin yapılış biçimine karşı olan “tutucu” sol ve Kürdistan’da süren savaşa karşı da tavır almak gerektiğine itiraz eden örgütler vardı. Sonra küresel ısınmaya karşı mücadele başladı. Bu kez de küresel ısınmanın sosyalistlerin derdi olup olmadığı tartışması bir ayrılık getirmişti. Tesadüf değil ilk tartışmada eylem biçimlerini “liberal” bulanlar ve PKK’ye destek vermeyenler iklim ve çevre mücadelesini de “liberal” bulmuştu. Hrant Dink’in katledilmesi ise yarılmayı derinleştirdi. Solun bir bölümü “hepimiz Ermeniyiz” sloganını sahiplendi. Bugün açık milliyetçi saflarda kalanlar ise bu slogana karşı çıktı. Ardından başlayan Ergenekon ve Balyoz davalarında ise açıkça devletin ve askerlerin yanında yer aldılar. Devletin egemen sınıfın aracı olduğunu bilen sosyalistler ise bu davaların bir fırsat olduğunu ancak hiçbir burjuva hükümetin asker ve “derin” devlet yapılanmalarının tutarlı bir şekilde üzerine gidemeyeceğini söyleyerek, sosyalistlerin kitleleri mobilize ederek bu davaların üzerine gitmesi gerektiğini anlattı. Bu nedenle “darbelere karşı 70 milyon adım koalisyonu kuruldu”.

Yarılmanın tepe noktası ise 2010 referandumu oldu. 27 maddelik bir anayasa değişikliği önerisi oylandı referandumda. CHP referandumda hayır tavrını ilan ederken maddelerden en önemlileri olan yüksek yargıdaki düzenleme ve askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına karşı çıkmıştı. Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi Kemalist bürokrasinin on yıllardır elinde tuttuğu ve TSK’nın da siyasi etkisi doğrultusunda 2010 yılına kadar birçok devrimci partiyi, Kürt özgürlük hareketinin partilerini ve siyasal İslamcı partileri kapatan kurumlar biraz olsun seçimle gelen hükümet ve parlamentonun kontrolüne alınıyordu. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması gibi çok önemli bir madde, 12 Eylül darbecilerini koruyan maddenin kaldırılması ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı gibi görece daha demokratik hakları kapsıyordu referandum paketi. BDP o dönem maddelerin hiçbirine karşı olmadıklarını ancak pakette doğrudan Kürt sorununa dair hiçbir madde olmadığını söyleyerek boykot edeceklerini açıkladı. Başını CHP ve ulusalcı örgütlerin çektiği partiler ise ya “AKP diktatörlüğü kurulacak” diyerek ya da daha sonra ikiye bölünen TKP gibi açıkça “yurtsever komutanlar ABD tarafından tasfiye ediliyor” diyerek ırkçı ve müdahaleci devlet bürokrasisinin yanında yer aldı. Referandum geçti ama AKP bir diktatörlük falan kuramadığı gibi kendi için bölündü ve şimdi bir koalisyona muhtaç durumda.

Sosyalistler arasında ise bu değişikliklerin bürokrasinin gücünü sınırlandırıp hükümet ve parlamentonun gücünü artıracağını söyleyenler “yetmez ama evet” (YAE) dedi. YAE paketin yine de yetersiz olduğunu ve daha fazla demokrasi istediğini de ilan etti. Bir de paketin AKP’yi güçlendireceğini söyleyerek boykot kararı alanlar oldu. “Yetmez ama evet” kampanyasını örgütleyen DSİP’in yanı sıra Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) ve Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) de referandumda evet dediler. Ancak ilginç bir biçimde ulusalcılar çok sert bir şekilde DSİP’e saldırdırlar. Bu, DSİP’in referandumda sadece bir tutum açıklamasından değil soldaki yarılmayı çok daha önceden başlatan politik kampanyalarının bir tanesini daha referandumda bizzat örgütlemesinden ileri geliyordu. Referandumda Kürdistan’da boykot ve Batıda evet kazandı.

Evet derken temel neden şuydu; seçilmemiş TSK ve yüksek yargı bürokrasinin otoriter uygulamalarının değiştirilme imkânı yok iken seçilmiş hükümetin elindeki yetkiyi kötüye kullanarak otoriter uygulamalara başvurması durumunda hükümet seçmen tarafından cezalandırılabilirdi. AKP 2010 yılına kadar gücünü darbe girişimleri ve partisinin kapatılma girişiminden alırken 2010’dan sonra gerçek sivil muhalefetle karşılaştı ve sonucunda giderek zayıfladı. Asker-yargı bürokrasinin sivil siyaset alanında gerilemesi sonucu “barış süreci” başlayabildi, Türkiye tarihinin en büyük ayaklanması olan Gezi direnişi askerin müdahale edemediği bir süreç olarak kalabildi, Kürt özgürlük hareketi bu atmosferden yararlanarak güçlenebildi.

Yetmez kısmının vurgusu ise anayasanın tamamen değiştirilmesi gerektiği ayrıca da hiçbir hak ve özgürlüğün örgütlü mücadele vermeden kazanılamayacağı üzerineydi. Nasıl ki yasalarda genel grevin bir hak olarak durması onun örgütlülük ve mücadele düzeyi düşük işçi sınıfı tarafından kullanılmasını garanti etmiyor ise askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilecek olması da burjuva hükümetlerin TSK mensuplarını yargılayacakları anlamına gelmiyordu. Bunun olabilmesinin tek yolu sosyalistlerin; devrimcilerin ve Kürt halkının katillerinin üzerine yürümesi ve davaların sulandırılmasının ve sınırlandırılmasının önüne geçmesinden geçiyordu. Ancak bu başarılamadı. Hayır kampanyasını organize eden ulusalcıların Ergenekoncuları serbest bıraktırmak için canla başla mücadelesi ve boykot edenlerin davaları önemsememesi sonucu katiller ve darbeciler hükümet tarafından serbest bırakıldı. Erdoğan açıkça “referandumda hata yaptık” dedi. Askerden Ergenekon davasında yaşanan “haksızlıklar” için özür diledi.

2010 yılına kadar solun büyük bir kısmı AKP’ye gerici-şeriatçı diyerek muhalefet ediyordu. Sonra bu teori yerini “sivil diktatörlüğe” ve “AKP faşizmi” teorilerine bıraktı. Bu da tutmayınca en başından beri olması gerektiği gibi “AKP neoliberal bir burjuva partisi” denmeye başlandı. AKP işte bu tarz muhalefet eden HDP ve sosyalistler sayesinde geriledi. CHP de bundan etkilenerek son seçim kampanyasını ekonomik sıkıntılara ayırdı. Demirtaş seçimlerde çok net bir biçimde “AKP İslamcı bir parti değil neoliberal partidir” demişti. AKP tabanındaki yoksulları kazanan perspektif bu oldu.

Hayır kampanyası örgütleyen ulusalcıların bir kısmı Cumhurbaşkanlığı’nda faşist Ekmeleddin İhsanoğlu’na ve hırsız Sarıgül’e destek vermekten çekinmedi. Yetmez ama evet diyenler ise tutarlı bir şekilde Kürt özgürlük hareketini destekledi. Ulusalcılar HDP’nin baraj sorunu olmasını “yetmez ama evet”çilerin varlığına bağlıyordu gazetelerinde. Ancak seçimlerde HDP %13 oy alırken meclise 10’a yakın “yetmez ama evet” diyen vekil girdi. Hayır diyen vekil sayısı ise sadece bir.

HDP esas olarak AKP tabanındaki Kürtlerin desteğini kazandı. Kürdistan’da Dersim haricinde boykot dışında hemen her yerde büyük farkla “evet” oyları kazanmıştı. Yani Kürt halkı askerlerin yargılanmasına, hâkim ve savcıların seçilebilir hükümetlerin denetime girmesine destek vermişti. AKP Ergenekoncuları salıp, Kürt hareketine saldırınca tabanını HDP’ye kaybetti. Gezi’de ilk kez sahneye çıkan 90’lar kuşağının ise büyük bir kısmı bu seçimlerde ilk kez oy verdi ve onlardan da HDP’ye ciddi bir kayma olduğu ortada. Ancak hayır kampanyasını inşa eden ulusalcı örgütlerden bir tek Halkevleri açıkça HDP’ye destek vermesine rağmen hayır cephesinin tabanından HDP’ye beklenen oy kayması yaşanmadı.

Ama solun bir kısmının bu sağ savrulmasının nedenleri unutulmasın. İşçi sınıfının uluslararası birliğini değil devletin bağımsızlığını, her türlü inanç özgürlüğünü değil laikçi baskıları, devletin değil sadece hükümetin devrilmesini ve ezilen ulusun değil zoraki bir “birlikte yaşam”ın savunulması bu savrulmanın temelleriydi. Ama artık bitti. Ayrışma tamamlandı. Zaten ulusalcılar bölüne bölüne un ufak oldular.

Sosyalistler açısından önümüzde yeni bir dönem var. Ulusalcılığın yerini Kürt halkı ile enternasyonal dayanışmanın aldığı, laikçiliğin yerini ezilen dindarlarla dayanışmanın, küçük burjuva yaşam biçimi tartışmalarının yerini işçi sınıfı mücadelesinin aldığı bir dönem bu. Böyle bir dönemde Kürt özgürlük hareketinin Batı’da da bulduğu desteği sürekli kılmanın ve bu desteği işçi hareketi ile birleştirmenin tek yolu antikapitalist bir seçenek yaratmaktan geçiyor. Bu seçenek de HDP ile yan yana durmayı ama bir yandan da kendi misyonunu Kürt halkının sırtına yüklemeden, HDP dışında bir hareket yaratmaktan geçiyor.

Özdeş Özbay

[email protected]


Bültene kayıt ol