Filistin’le ilgili gelişmeler, 2023-2024 yılına damgasını vurdu. Konuya dair başladığım ve taslağını tamamladığım seriyi bitirme şansı bulamadım. Bir dizi kritik gelişmeyi tartışmak ve birçok eylem örgütlemek zorunda kaldık. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum. Son yazıyı şöyle bitirmiştim: “Irkçılıkla mesafelenmiş platformların inşa edilmesi belirleyici bir önemde. Öte yandan savaş karşıtı mücadelenin odağına kapitalizmi alması ve kapitalizm ile savaş arasındaki bağı kuran antikapitalist –bu açıdan da savaşı durdurabilecek, emperyalist ve bölgesel alt-emperyalist güçleri geriletebilecek, hatta yenebilecek— bir uluslararası perspektifin inşası açısından kritik bir role sahip. Holokost’un hesabını sorabildiği oranda İsrail’in Gazze’de işlediği cinayetlerin hesabını da sorabilen bir hareketin inşasında antisemitizmle neden mesafelenmek gerektiğini, Ocak ayının başında düzenlediğimiz Filistin’le dayanışma konseri sırasında Fatma Akdokur’un yapmış olduğu” konuşmada antisemitizme taviz verilemeyeceğinin altını çizmesi çok önemliydi.
Filistin dayanışma ağı içinde antisemitizm kadar önemli olan bir nokta da Siyonist ırkçılığın özel karakterinin teşhir edilmesiydi. Siyonizm’in ırkçı niteliği, “İki devletli çözüm” yaklaşımından rejimin niteliğine ve İsrail askeri saldırganlığına kadar tüm düzeylerde ifadesini buluyor. Anne Alexander İsrail rejiminin karakterini açıklarken bu fikri şöyle ele alıyor:
Batılı liderler tarafından tercih edilen bir söylem, 1990’larda başlayan Oslo “barış sürecinin” çökmesinden Filistinlilerin sorumlu olduğu ve dolayısıyla yaşayabilir bir Filistin devletinin ortaya çıkamamasının suçlusunun da onlar olduğudur…Apartheid gerçeğini kabul etmek önemlidir çünkü Batılı liderlerin Oslo barış sürecinin gerçekten “iki devletli çözüm” için bir alan sunduğu iddialarının kofluğunu ortaya koyar. Oslo süreciyle oluşturulan Filistin Yönetimi (FY), akla gelebilecek her düzeyde İsrail devletinin emrin- dedir. Kurumları öncelikle İsrail’i Filistinli nüfusa hizmet sunma yükünden kurtarmaya ve İsrail ordusuyla işbirliği içinde taşeron bir polis gücü olarak hareket etmeye hizmet etmektedir. Dahası, Filistinlilerin sözde kontrolü altındaki topraklar bile sakinleri Filistinlileri düzenli olarak cezasız bir şekilde öldüren ve yaralayan, ekinlerini yok eden ve kuyularını dolduran İsrail yerleşimlerinin genişlemesiyle giderek azalmaktadır.
Filistinli olmayan ama iki devletli çözüm fikrine aşırı bir bağlılık gösterenlerin (aralarında antisemitizme taviz vermeme konusunda kararlı olanlar da bulunsa dahi) İsrail’in Apartheid rejiminin niteliği konusunda kafalarının oldukça karışık olduğunu söyleyebiliriz. Güney Afrika’da beyaz üstünlükçü rejim ne kadar olağansa İsrail devletinin inşa ettiği rejim de o kadar olağandır! Filistinli üstüne Filistinli ölürken Joe Biden “gazetecilere çatışmanın sona ermesinin ancak ‘iki devletli çözüm’ ve İsrail’in yanında ‘gerçek’ bir Filistin devletinin kurulmasıyla mümkün olacağını” söylemişti. Buradaki sinsilik görülmeyecek, kavranmayacak gibi değil. ABD, en başından beri İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğinin garantörü. İsrail’in varlığı ABD için olmazsa olmaz bir gerçeklik. İki devletli çözüm dediği ise, İsrail’in cezalandırılmadığı 76 yıllık kanlı işgal uygulamalarının uluslararası düzlemde meşrulaştırılması. Yine Anne Alexander’ın sözleriyle devam edersek, “Filistinlilerin ulusal kimlikleri nedeniyle temel sivil, sosyal ve demokratik haklarını inkar eden bir İsrail rejiminin, kontrol ettiği topraklarda gerçek Filistin egemenliğinin uygulanmasını da sistematik olarak engelleyeceğini” son işgal sürecinde oluşan muazzam farkındalık nedeniyle hemen herkes gördü. Bu yüzden iki devletli çözümü savunmak, sosyalistlerin işi değildir. İsrail devletinin yıkılmasını savunmaktır sosyalistlerin işi. Varoluşunun temeli ırkçılık olan bir devlet, ırkçılık yaptığı insanları ortadan kaldıramadan duramaz. Siyonizm’in ırkçı yapılanmasının bir farklılığı da pişkinliğinde. Bu devleti ısrarlı bir şekilde takip etmez ve sürekli olarak Siyonist yalan makinesini ifşa etmezsek, günün sonunda, özellikle Almanya’da devletin ısrar ettiği gibi Gazze’de soykırıma dur diyenler ırkçı olmakla kolayca suçlanabilirler. Karşı karşıya olduğumuz durum, tüm zamanların en pişkin devlet gösterisi olabilir. Soykırıma karşı ses çıkartmayı engellemek için ses çıkartanları Yahudi soykırımına cevaz vermekle suçluyorlar. Almanya’da bu politik ayak oyunu uzun zamandır gündemde ve özellikle Filistin’le ilgili toplantıların engellenmesinde ve eylemlerin yasaklanmasında anahtar rolü oynuyor.
Bu hamleler, İsrail’in ırkçı bir rejim olduğu gerçeği etrafında en ufak bir şüphe bile yaratmıyor tabii ki. Rob Ferguson’un altını çizdiği gibi Batıda ve otoriter rejimlerin olduğu hemen her ülkede egemen sınıfların yeni antisemitizm söylemi devletin İslamofobisi ve ırkçılığı için bir kalkan görevi görüyor ve ırkçılık suçlamasını sola yöneltmelerini sağlıyor ve güçleri bölüyor ve faşist ve aşırı sağı yenmek için hayati önem taşıyan birliği baltalıyor. Filistin dayanışma hareketinin içine sızmaya çalışan sözde antisemitist grupların şımarıklığını kırmak için öncelikle Siyonizm’in antisemitist olduğunu ve Müslüman ve sol karşıtı ırkçı bir eğilimin parçası olduklarını anlatmak lazım.
Siyonizm ve dolayısıyla İsrail devletinin kuruluşunun özünde yatan ırkçılığı kısaca şöyle sergileyebiliriz: İsrail devletinin ilk kurucu kadrolarından Bakan Rehavam Zeevi’ye şunu söylemiş zamanında: “Araplar bittir. Arafat Hitler’dir.”
Bu kadar değil:
Benjamin Netanyahu (Başbakan): “Bazen saman yığını içindeki iğneyi bulamazsınız ve saman yığınını yakıp yok etmek daha doğrudur.”
Benjamin Ellezer (Bakan) “11 Eylül’den sonra Cenin, Kabatyeh ve Tammun’da bütün dünyanın sessiz bakışları altında 14 Filistinli öldürdük.”
David Ben-Gurion (Cumhurbaşkanı): “Arap toplumunu oduncu ve garson düzeyine indireceğiz.”
Golda Meir (Eski Başbakan): “Filistinli diye bir şey yok. Hiçbir zaman olmadı.”
Ariel Saron (Eski Başbakan): “Ürdün’ün Batı’sında ikinci bir Filistin devleti hiçbir zaman olmayacaktır.”
Siyonizm, Yahudilerin uğradığı soykırımın arkasına gizlenen özel türden bir ırkçılıktır. Devletin kuruluş hedefi bir soykırım örgütlemekse ortada bu soykırımı meşrulaştıracak yalana dayalı eklektik fikirler topluluğu yani ırkçı bulamaçtan başka bir şey kalamaz. Bu nedenle İsrail devletinden söz etmeden Siyonizm’in ırkçılığından söz edemeyiz. Ilan Pappe, Filistin’de Etnik Temizlik kitabında, 10 Mart 1948’de Siyonist liderlerin Filistin’in etnik temizliğini nasıl planladıklarını anlatıyor:
Emirler insanları zor yoluyla tahliye etmek için uygulanacak yöntemlerin detaylı bir açıklamasıyla beraber geldi: geniş kapsamlı yıldırma; köylerin ve yerleşim merkezlerinin kuşatılması ve bombalanması; evlerin, mal ve mülklerin kundaklanması; kovma; yıkım; son olarak da sürülen sakinlerden hiçbirinin geri dönememesi için enkazın arasına mayınların yerleştirilmesi… Siyonist politika ilkin Filistinlilerin Şubat 1947Üe gerçekleştirdikleri saldırılara misilleme yapılmasına dayanıyordu, 1948 Mart’ındaysa ülkeyi bir bütün halinde etnik olarak temizleme girişimine dönüştü.
1900’lü yılların başında nüfusun yüzde 5’i kadar bile olmayan Siyonistlerin “Yahudiliği dinden bağımsızlaştırır ve ulusallaştırırken” Filistin’de Roma döneminden beri yaşayan ama Yahudi olmayan herkesi “yabancı” ilan etmesi, daha da kötüsü, temizlenecek bitki örtüsü olmaları anlamında boş olarak düşünmesi, ırkçılığın neden İsrail devletinin kuruluşundan ayrılamaz olduğunu gösteren başka bir bağlam sunuyor. 1930’larda tüm Filistin köylerinin ayrıntılı dokümanlarını çıkartan ve bunu, bu köylere nasıl saldırılabileceği ana sorunu etrafında örgütleyen etnik temizlikçi kurucular, dişlerinden tırnaklarına kadar ırkçıydılar.
Asli amacı Filistinlilerin bir devlet tarafından zorla mülksüzleştirilmesi olan Siyonizm bu süreci sadece tek bir yolla akla uygun kılabilirdi: Filistinli diye bir halkın olmadığı ve İsrail devletinin yayıldığı her alanının zaten vadedilmiş topraklar olduğu savunması. İşte bu savunma her yanından kötülük akan ve Nakba’yı bir süreç olarak 1948’den bugüne kadar sürekli kılan ırkçı pratiği haklı çıkartmak güdüsünden kaynaklanıyor.
Son 14 ayın her bir gününde bu işgal devletinin ırkçı uygulamalarına tanık oluyoruz. Nakba’yı, “hiçbir zaman çözülmemiş, aksine idare edilmiş, devam eden amansız bir çile” olarak tanımlayan Eghbariah’ın aktardığı gibi;
Nakba böylece bir başkalaşım geçirdi. Yirminci yüzyılın ortalarında Filistinlilerin Siyonist paramiliter güçler ve ardından yeni kurulan İsrail devletinin ordusu tarafından kitlesel olarak evlerinden sürülmesi, Nakba’yı inatçı bir İsrail tahakküm sistemine dönüştürdü; Filistin toplumunun yok edilmesine ve kendi kaderini tayin hakkının sürekli inkarına dayanan bir “Nakba rejimi”. Fetih, mülksüzleştirme ve yerinden edilmenin göz alıcı şiddeti, vahşice sofistike bir baskı rejimine dönüştü. İsrail, Batı Şeria, Gazze Şeridi, Kudüs ve mülteci kamplarında Filistinliler artık karmaşık bir hukuk matrisinde farklı ve indirimli koordinatları işgal ederken, İsrailli Yahudiler bölgesel bölünmelerden bağımsız olarak tek ve üstün bir statüyü koruyorlar.
İsrail’in has vatandaşları, devletlerinin sistematik şiddete yaslanarak uyguladığı ırkçı pratikleri faşizan yerleşimciliğin bayraktarlığını yaparak uyguluyorlar. 7 Ekim Aksa Tufanı’ndan sonra yapılan açıklamalar İsrail devlet yetkililerinin ırkçılığının sınır tanımazlığını gösteriyor. Anne Alexander’dan daha önce kurumsal ırkçılığa dair yaptığım alıntıyı tekrarlamam gerekiyor:
Kurumsal ırkçılık biçimleri her kapitalist toplumda var olsa da, İsrail kadar etnik-dini hiyerarşi ilkelerine göre açıktan faaliyet gösteren çok az sayıda çağdaş devlet vardır. Bunu sömürge döneminin bir mirası olarak görmek kısmi bir açıklama sağlar, ancak İsrail yönetici sınıfının yarattığı Apartheid sisteminin nasıl bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başardığını açıklayamaz. Burada üzerinde dikkatle durulması gereken, emperyalizmin küresel dinamikleri ile siyonist devlet inşa projesi arasındaki ilişkidir. Tabii ki bu ilişki, İsrail devletinin kuruluşundan önceye dayanmaktadır: İngilizlerin desteği olmasa Filistin’de bir siyonist koloni kurulabilmesi düşünülemezdi.
Irkçı pratik, soykırımcı işgalin her bir gününde tanık olduğumuz şiddet olarak ifade buluyor. Örneğin İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich 2025 yılının işgal altındaki Batı Şeria’nın “ilhak yılı” olacağı yönünde cüretkâr bir açıklama yapabiliyor. Çünkü o bölgede yaşayan Filistin halkını yok hükmünde ilan etmiş durumda. Uluslararası Af Örgütü konuyla ilgili raporunda şu noktanın altını çiziyor:
Apartheid, uluslararası kamu hukukunun ihlali, uluslararası koruma altındaki insan haklarının ağır ihlali ve uluslararası ceza hukuku kapsamında insanlığa karşı işlenen bir suçtur. Üç temel uluslararası sözleşme Apart- heid’ı yasaklar ve/veya açıkça suç sayar: Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası
Sözleşme (ICERD); Apartheid Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme (Apartheid Sözleşmesi) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü (Roma Statüsü).
İsrail devleti, ırk temelli kurulmuş bir devlettir. Uluslararası hukuk hâlâ Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü “İşgal Altındaki Filistin Toprakları” tek etiketi altında topluyor olsa da işgalin belirsiz gerçekliği bu bölgelerin her birinde İsrail’in farklı yasal tanımlamaları ve yönetim yapıları aracılığıyla ortaya çıkmıştır. Her ne kadar resmi ilhak yalnızca 1980’de gerçekleşmiş olsa da İsrail, 1967’de bölgeyi işgal ettikten hemen sonra yasasını Doğu Kudüs’ü de kapsayacak şekilde genişletti ve Filistinli Kudüslü nüfusunu haklarından mahrum, güvencesiz ve iptal edilebilir bir yasal statü olan vatandaş olarak değil, sakin olarak belirledi.
Devletin inşasına, her bir harcına sinen bu ırkçılık nedeniyle, Ben-Gvir, 2023 Ağustos’unda, bir gazeteciye, “Benim, eşimin ve çocuklarımın Yahuda ve Samiriye’de (fanatik Yahudilerin Batı Şeria’ya verdikleri isim) seyahat etme hakkı Arapların seyahat etme hakkından daha önemli. Üzgünüm Muhammed, ama gerçek bu” diyebilmişti. Arap Azınlık Hakları Hukuk Merkezi (ADALAH) İsrail devletinde Filistinlilere yönelik 65’ten fazla ayrımcı yasa olduğunu tespit ediyor. Polisin, bireyleri durdurma ve üstlerini arama yetkisini genişleten ve değişiklikle 2016’da yenilenen “Arama Yasası” polisin “şiddet içeren bir eylemde bulunmak üzere” diye şüphe duyduğunda insanları durdurup üzerinde arama yapabilmesini beraberinde getiriyor. “Makul” şüphenin hiçbir makul yanı olmadığı ve Filistinlileri doğuştan terörist olarak gören bir eğitimden geçen polislerin ayrımcı bir terör estirdikleri ortada. Bu ırkçılık, Siyonistlerin olduğu her ülkede en sağcı ve vicdansız biçimleri alabiliyor. Kasım ayında oynanan Ajax-Maccabi Tel Aviv maçı öncesinde İsrailli taraftarlar ellerinde sopalarla Amsterdam’da terör estirdiler, Filistin’i destekleme potansiyelleri nedeniyle Arap kökenli taksicilere saldırdılar, konumuz açısından daha da vahimi Siyonistlerin saldırırken “Gazze’de okul yok çünkü Gazze’de çocuk kalmadı” sloganını atmalarıydı.
Esad diktatörlüğünün devrilmesiyle oluşan koşulları kendisi için fırsata çevirmeye çalışan İsrail’in aynı utanmazlıkla Golan Tepeleri’ndeki işgali derinleştirmeye çalışmasının arkasında yatan bu 76 yıllık ırkçı devlet pratiğidir.
Şenol Karakaş