(Video/Podcast) LGBTİ+ hareketi: Neden hedef seçiliyor? Ne yapmalı?

29.05.2021 - 18:03

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nin (DSİP) düzenlediği, Marksizm 2021 toplantıları devam ediyor. 29 Mayıs'ın ikinci toplantısında “LGBTİ+ hareketi: Neden hedef seçiliyor? Ne yapmalı?" konusu tartışıldı. 

Konuşmacılar, DSİP’ten Dila Ak, insan hakları savunucusu Levent Pişkin ve LGBTİ+ aktivisti, bağımsız araştırmacı Remzi Altunpolat idi.

Dila Ak konuşmasında şunları söyledi:

LGBTI+ hareketi, insanlık tarihi boyunca var olmuştur. LGBTI+’ların neden sürekli hedef olduğunu anlamak, bu nefret söylemleri ya da nefret suçlarının, LGTBI+’lara yönelik saldırıların nasıl önüne geçilebileceğini, nasıl daha özgürlükçü bir dünya inşa edebileceğimizi konuşmak için önce biraz geçmişe bakmak gerek.

İnsanlığın tarihine baktığımızda LGBTİ+’ların veya başka ifadelerle lubunyaların, queerlerin varlığının insanlık tarihi kadar eski olduğunu görebiliyoruz. Eski yazılı belgelerden, eski uygarlıklara kadar buna dair kanıtlar bulmak mümkün. Roma’da, eşcinsellik Romalı vatandaşlara karşı baskılanırken, Antik Yunan’da eşcinsellik saygın bir konumdaydı. Tarihte bazı zamanlarda ve bölgelerde, eşcinsellik bazen baskılanırken, bazen eşcinselliğin tanındığı örnekler mevcut. Bunların sebeplerini dini ya da kültürel değişkenlere bağlayabiliriz ama temelde tüm bu ilişkilenmelerin dini ya da kültürel, o ya da bu sebeplerle şekillendirilmeleri, sınırlandırılmaları, tanımlanmaları, o dönemin maddi dünyasının fikirleri şekillendirmesi sebebiyledir. 

Ben tarihe bakma işini çok eskilere gitmeden, 60ların sonu, 70lerin başına bakarak yapacağım ama LGBTİ+’ların varlığının insan tarihiyle birlikte var olduğunu vurgulamak adına böyle bir giriş yaptım. 

60’ların sonu hem ABD’de hem Avrupa’da politik mücadelelerin yükselişe geçtiği bir dönem. Fransa’da öğrenci mücadeleleri görülmeye başlanmıştı ve bu mücadele oldukça büyük bir işçi grevini tetiklemişti. ABD’de ise Kara Panter üyeleri ile polis arasında çatışmalar yaşanıyordu. Vietnam Savaşı’na karşı savaş karşıtı hareket de giderek artıyordu. LGBTI+ hareketi de aslında bu arka planla birlikte yükselişe geçmeye başladı diyebiliriz. 

1969 Haziran’ında polisin, New York’da Stonewall isimli bir bara yaptığı baskın, bir dizi direnişi de ateşledi. Eşcinsellerin, kimliklerini gizlemeden gidebildiği çok az mekan vardı ve bu mekanlar oldukça sık polis baskınına maruz kalıyordu. Bu mekanlar translar, geyler, evsiz gençler gibi toplum tarafından dışlanmış kesimlerin gittiği mekanlardı. 28 Haziran 1969’da Stonewall’a yapılan baskın bir anda polisin kontrolü kaybettiği ve bardakiler ve barın etrafında toplanmış insanların polise karşı ayaklanmasına dönüştü. 400’den fazla polisin 2000’den fazla olduğu belirtilen bir kalabalıkla çatıştığı söyleniyor. 

Stonewall ayaklanması akabinde pek çok direnişe ya da ayaklanmaya ilham oldu. Çünkü ayaklanma aynı zamanda örgütlü bir mücadelenin de zeminini hazırlamıştı. Bu ayaklanmadan sonra dernekler kuruldu. 

Örneğin isyandan Gay Liberation Front (Eşcinsel Kurtuluş Cephesi) doğdu. Bu örgüt daha sonra başka şehirlere veya ülkelere de sıçradı. Bu örgütlülük tabi ki kendini sadece LGBTI+ mücadelesi içinde sınırlamadı, örneğin 1984’te İngiltere’de Thatcher Hükümetine karşı madencilerin grevi gibi işçi mücadelelerinde işçiler ile dayanıştıkları örnekler de mevcut. Hatta bununla ilgili PRIDE isimli bir film de çekilmiştir, izlememiş olanlara tavsiye edebilirim. 

Ayrıca, her yıl Haziran ayının son haftasında düzenlenen PRIDE/Onur Yürüyüşü, Stonewall ayaklanmasının anısıyla, LGBTİ+’ların “Bizler de Varız!” deme şeklidir ve LGBTİ+’ların ve LGBTI+’ların hak mücadelesinde yanlarında duranların katılımıyla gerçekleştirilen bir yürüyüştür. 

Tabi ki Türkiye’de LGBTİ+’lara karşı baskı ve polis şiddetine rağmen yükselen bir hareket de vardı. Varlıkları tanınmayan queerler, lubunyalar hak ve eşitlik mücadeleleri verdiler ve hala veriyorlar. Darbe döneminde, zaten görünmez olan ve kimliklerinden ötürü çalışma alanı bulamayan LGBTİ+’lar polis ve asker şiddetine ve tecavüze maruz kaldılar. 

1981 yılında travestiler, translar, geyler bir gece ansızın toplanıp, bir trene bindirilerek Eskişehir’e sürüldüler. 1987’de polis baskınları sebebiyle İstanbul İnsan Hakları Derneği desteği ile Taksim’de translar kamusal alanda yapılan ilk LGBTİ+ eylemi olan açlık grevini gerçekleştirdi. 1993’te Türkiye’deki ilk Onur Yürüyüşü gerçekleştirilmek istendi fakat İstanbul Valiliği bu yürüyüşe izin vermedi. 

1993 yılında Türkiye’de LGBTİ+ Dayanışma Derneği kısaca Lambdaİstanbul kuruldu. 1994’de Kaos Gay ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği, diğer adıyla KaosGL Derneği ve 1996’da ODTÜ’de Lezbiyen-Gey Topluluğu Projesi yani LEGATO kuruldu. 

1995’te hareket içerisinde lezbiyenlerin ve transların yeterince görünürlüğü olmadığı tartışması başladı, bunun üzerine lezbiyenler Venüs’ün Kızları inisiyatifini kurdu. 1996’da BM’nin UN-HABITAT II zirvesi İstanbul’da gerçekleşti ve bu kapsamda “temizlik” çalışmaları yapılıp, soylulaştırma çalışmaları altında farklı cinsel yönelimli, kimlikli insanlarla birlikte tehlikeli olduğu düşünülen azınlıklar merkezi yerlerde bulunan evlerinden edildi. Ülker Sokak’ta yaşayan travesti ve transeksüeller yaşadıkları sokaktan sürüldüler. 

LGBTİ+’lara yönelik bu şiddetin bir benzeri 2006 yılında Ankara’da gerçekleştirildi. Eryaman olayları olarak bilinen olayda Eryaman sakini travesti ve transeksüellere sistematik bir şiddet uygulanıyor, evleri ablukaya alınıyor. Bu olayların üzerine Ankara’da Pembe Hayat Derneği kuruluyor. 2001 yılında KaosGL 1 Mayıs eylemlerine katıldı. 2008 yılında LGBTİ+ ailelerinin örgütlendiği LİSTAG kuruluyor. 2011 yılında Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği veya kısa adıyla SpoD kuruluyor. 2012’de ilk Kürt LGBTİ+ derneği Keskesor Diyarbakır’da kuruluyor. –

LGBTİ+’lar nefret söylemlerine ya da şiddet olaylarına pek çok defa maruz kaldılar, kalıyorlar, işlerine, evlerine saldırılıyor, fakat asla mücadelelerinden geri adım atmadılar. Pandemi sürecinde de kimi LGBTİ+ birey işinden oldu, kimi baskı gördüğü ve belki de kendi için güvenli olmayan aile evine dönmek zorunda kaldı, zaten güvencesiz çalışan seks işçileri için risk daha da arttı, cinsiyet uyum sürecinde olan translar almak zorunda olduğu ilaçlara ulaşamadı, tüm bunların yanı sıra bizzat devlet kurumları tarafından hedef gösterildiler, hastalığın nedeni olarak gösterildiler. 

LGBTİ+’ların suni gündemler yaratılarak hedef gösterilmeleri ilk değil elbette, tek maruz kalanların LGBTİ+’lar olmadığı da bir gerçek. Devletlerin, egemen sınıfların, çıkmaza girdikleri zamanlarda esas sorunu geri planda bırakacak bir suni gündem ile kadınları, azınlıkları, göçmenleri hedef göstermesi çok aşina olduğumuz bir durum. 

Aşırı sağ hükümetler altında yaşayan topluluklarda, hemen hemen tüm temel hak ve özgürlüklere saldırı olduğu gibi, LGBTİ+’lara karşı da saldırılar oldukça yüksek oluyor, nefret söylemleri ve nefret suçları hem devlet eliyle hem de toplum tarafından sürekli olarak yeniden üretiliyor, baskıcı yasalar çıkıyor, gerek kazanılmış haklara saldırı dolayısıyla hak kayıpları oluyor, gerekse de zaten hali hazırda var olması gereken haklarını vermiyor. 

Örneğin, LGBTİ+’ları hedef göstererek İstanbul Sözleşmesi’nden hem Polonya’da hem de Türkiye’de çıkılmak istenmesi bir tesadüf değil. AKP’nin ayrımcı politikaları sebebiyle toplumdaki kutuplaşma ve ötekine duyulan nefret de her geçen gün artıyor. Devlet, kurumları aracılığıyla lubunyaları hedef gösteren, antidemokratik/LGBTİ+fobik açıklamalar yapıyor, Onur Yürüyüşleri yasaklanıyor, queerleri ilgilendiren film günleri engelleniyor, kanun önünde eşitlik hakları reddediliyor. 

Eşcinsel evliliğin önünü açar diyerek, cinsel yönelim ibaresini anayasaya eklemeye karşı çıkıyorlar. Meclise sunulan tüm LGBTİ+’ların lehine olan önergeler hep AKP-MHP oyları ile reddedildi. İster kadın, ister çevre olsun, tüm diğer hak mücadelelerinde olduğu gibi. Aşırı sağ hükümetler altındaki kişilerin kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olma durumu da bunu kanıtlar nitelikte. 

Kadınların dünyanın hemen her yerinde kürtaj hakkı için mücadele etmeleri ve bazı yerlerde kazanılmış kürtaj haklarını kaybetmeleri ve transların doğumda atanmış cinsiyetlerini, cinsiyet uyum süreci ile terk etme hakkına sahip olmaması veya bu hakka sahip olmasına rağmen ameliyat olmadan yasal cinsiyet/cinsel kimlik değişimi mümkün olmaması, kişilerin kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olmama durumunu özetleyen örnekler. 

Hükümetlerin bedenlerimiz üzerinde söz sahibi olmak istemesi, sözü bize bırakmak istememesi de toplumsal cinsiyet rollerini yaratıyor. Yani kadın ve erkek olarak ikili cinsiyete indirgediği düzende, kadınlara belirli kalıplaşmış davranışlar ile kadınlığı, erkeklere ise erkekliği öğretir ve her iki cinsin de kendisine öğretilen rollerden dışarı çıkmasını istemez. Bir erkek ağlıyorsa, bu onun erkekliğine zarar verir der; bir kadın yemek yapmaktan anlamıyorsa kadın değildir der. Tüm bu rolleri de toplumsal baskı ile zinde tutmaya çalışır.

LGBTİ+’ların yaşamlarına, temel haklarına olan tüm nefret suçlarının ve nefret söylemlerinin bir diğer sebebi ise ilişkilenme biçimlerinin, toplum tarafından norm haline getirilmiş heteroseksizm sınırları dışında kalması. Konuşmamın başında, LGBTİ+’ların baskılanmasının temel sebebinin o dönemin maddi dünyasının fikirleri olduğunu söylemiştim. Çünkü dediğim gibi tarihte eşcinselliğin pek çok örneğini görmek mümkünken, eşcinselliğe yaklaşım zaman içinde ve toplumdan topluma değişiklik gösteriyor. Bugün ailenin ve anneliğin kutsallaştırılması ile LGBTİ+’ların aile kavramını tehdit ettiği safsatası sebebiyle işlenen tüm bu suçların arkasında aynı sebep var. 

Sınıflı toplumlara bakıldığında, değişen üretim tarzı ile birlikte ailenin biçimi ve ilişkilenme yöntemlerinin de değiştiğini görüyoruz. Onaylanmış olarak kabul gören aile ve ilişkilenme biçimleri, sürdürülmesi istenen düzen doğrultusunda şekillendirilir. Üretim biçimi değişmesine bağlı olarak gelen her yeni sistem, aile kavramını da ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemek zorunda. 

Kapitalist sistem de elbette aile kurumunu, kendisinden önceki sistemde olduğu düzenden farklı olarak değiştirdi ve yeniden şekillendirdi. Konumuz bu değil diye, aile kurumunu çok detaylı olarak anlatmayacağım, sadece bu konu ile alakalı olarak bir kısmına değinmek istiyorum. Kapitalizm aileyi, çekirdek aile olarak kalacakları şekilde sınırlı tuttu, anne ve babanın emek gücünü satın alarak kullanırken, çocuğu da geleceğin işçisi olarak gördü ve geleceğin işçisinin bakımını aileye ama aslında temelde annenin omuzlarına yıktı. 

Kutsal aile kavramı aslında, ailenin, kapitalizmin temelini oluşturması sebebiyle yaratılmış; kutsal annelik ise, ailenin tüm bakımının sorumluluğunun, kadının üstüne yıkılmak istenmesi sebebiyle oluşturulmuş kavramlar olduğunu söyleyebiliriz. Sistemin her daim emek gücüne yani işçilere ihtiyacı var. Bu yüzden gelecek nesillerin sistem açısından oldukça önemli olduğu aşikar. Bu yüzden de yeni işçilerin üretilmediği bir ilişkilenme biçimi, yani çocuk yapılmayan bir ilişki, kapitalizm için faydalı bir ilişki değil. Dolayısıyla çocuk gelmeyecek ilişkileri hedef haline getiriyor.

LGBTİ+’ların da bugünkü toplumda hetero, na-trans erkeklerin yaşadığı konforda yaşayabilme hakları var ve temel haklar mücadelesinden kim ne yaparsa yapsın geri durmayacaklarını, her geçen gün güçlenen ve büyüyen hareketleri ile kanıtlıyorlar. Yapılan tüm baskıya, zulme, nefret söylemine, nefret suçuna, katledilmelerine, şiddete uğramalarına rağmen, mücadelelerinden vazgeçmiyorlar ve biz de varız diyorlar. LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğunu kabul etmek, en temel görevimiz. Tüm bunların var olabilmesi için mücadele ederken, temel hak ve özgürlüklerimizin, varlığımızın gelecek hükümetin inisiyatifinde olduğu bir dünya düşünülemez. 

Dün söke söke kazandığımız ve aslında zaten hakkımız olan tüm kazanımlarımızı, bugün gelmiş olan bir muhafazakar partinin elimizden almasına izin veremeyiz ve haklarımıza kavuşmak için yarın gelecek olan bir başka partiye bel bağlayamayız. Bu sistem, gerek insana, gerek doğaya, gerek insan dışı canlılara, çevreye bakış açısını çoktan kanıtlamış bir sistem. Kâr edindiği sürece sömürmeye, kâr elde edemiyorsa yani sömüremiyorsa zaten umurunda olmayan bir görüşe sahip olan bu sistemi kökünden değiştirmek gerek. 

Egemen sınıf sadece lubunyalara değil, kadına, azınlıklara, göçmenlere de düşman ve dönem dönem değişen çıkarları çerçevesinde de politikalarını değiştirerek elinde oyuncak etmekten de geri kalmıyor. Seçim zamanı gelince LGBTİ+’ların hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alınması vaatleri verilip, daha sonra topluma düşmanlaştırıcı her türlü ayrımcı politikaların uygunlanması buna bir örnek verilebilir. Bu hedef gösterilme kendinden olmayan herkes için geçerli. Bu sebeple de ortak bir mücadele yürütmek kaçınılmaz. 

Kadın hareketiyle, göçmen hareketiyle, azınlıklarla, çevrecilerle ayrı düşen bir işçi sınıfı mücadelesi nasıl düşünülemiyorsa, LGBTİ+ mücadelesi de işçi sınıfından ayrı tutulamaz. Transları dışlayan bir feminizmi nasıl düşünemiyorsak, LGBTİ+’ları dışlayan bir sol mücadele de düşünemeyiz. Her zaman kadın ve LGBTİ+ hareketinin paralel ilerlediğini düşünen birisi olarak, bu iki hareketin de işçi sınıfı ile birleşik ve ortak bir mücadele yürütmesinden başka bir yol olmadığını düşünüyorum. 

Çünkü bu sistemi yıkmak için gerekli ekonomik güce sahip olan yegane kesim işçi sınıfıdır. Bu sistemi değiştirmek için; bugünkü ahlakçılığı ortadan kaldırmak için; daha özgür ilişki biçimlerinin inşa edilebilmesi için; cinselliğin ikili cinsiyet kalıplarından kurtarılarak, sosyal olarak inşa edilebilmesi için bugünkü anlamda kapitalizmin yarattığı aile kavramının ortadan kaldırılması gerekiyor ve bu da sistemi tamamen değiştirmeden gerçekleşemez ve bu sistemi topyekün değiştirebilmek için işçi kimliğimizin altında birleşerek, diğer sıfatlarımızı, kimliklerimizi, tanımlamalarımızı kullanarak bizi ayrıştırmalarına izin vermeden, hep beraber mücadele etmemiz gerekiyor. Bu sistemin sömürdüğü her bir küçük parça olarak birleşik mücadele yürütmek önemli. Birimiz bile özgür kalmadan, hiçbirimiz özgür kalmış sayılmayız.

Levent Pişkin konuşmasında şunları söyledi:

LGBTİ hareketi neden hedef, neden tüm otoriter rejimler ilk etapta LGBTİ hareketini hedef alıyorlar. Bu konu LGBTİ hareketinin tarihi ile de ilgili, AKP hükümetinin toplumsal muhalefete yönelik baskıcı yapısı ile alakalı.

Devletin politikası ikiye ayrılabilir. 2015 öncesi ve sonrası. LGBTİ hareketi 90lardan itibaren örgütlendi, güçlendi. Toplumsal muhalefete katkılar sunmaya başladı. Devletin bu  dönemdeki yok sayan tutumu ters tepti. Lambda’nın kapatılma davası ile kitleselleşme artmaya başladı. Özellikle onur haftaları bağlamında hareket kitleselleşti. Aileler örgütlendi, Gezi direnişi ile LGBTİ hareketi kendisini ortaya koydu, 2014’te 100 bin kişilik onur yürüyüşü yapıldı.

2015 sonrası ise yok sayma yerine baskılar başladı. 

Daha önceleri Kürt yoktur gibi LGBTİ de yoktur mevzusu vardı. LGBTİ’ler görünür olmaya başlayınca bazı cinsiyetçi kurumların saldırıları başladı, bu da bir tepki yarattı, bu tepki örgütlenmeye yol açtı. AKP hükümetinin Aile bakanının LGBTİ konusuna hastalık demesi, ters bir etki yarattı, onlar için kötü bizim için iyi oldu.

Hastalık yaklaşımı zaten 300 yıllık bir söylem. Modern devletlerin söylemi. LGBTİ hareketi bu söyleme isyan olarak ortaya çıkmıştır. Bu hastalık söyleminin ne tarihsel ne de bilimsel bir dayanağı yoktu.

AKP’li bazı İslamcı çevreler bile hayır hastalık değildir, en fazla günah diyebiliriz dediler. Böylece LGBTİ’ler konuşulmaya başlandı. İnsanlar internet çağında bu soruları kolayca sordular, doğru cevaplara da ulaştılar. Gezi ile beraber toplumsal görünürlük doruğa çıktı. 

LGBTİ hareketi kendi öz örgütlülüğünü ortaya koydu, diğer kesimlerle, Kürt, ekolojik, sosyalist, feminist çevrelerle ilişkilerini güçlendirdi.

Asıl mevzu 2014’teki kitlesel yürüyüşten sonra başladı, yasaklamalar başladı. Ama LGBTİ’ler her platformda kendini anlatmaya başladı. Devletin ve hükümetlerin yok sayma politikası iflas etmiş oldu. Bir yandan da LGBTİ’ler düşmanlaştırmanın nesnesi haline geldi. İktidar yok sayamadığını düşmanlaştırmaya başladı. 2016’daki onur yürüyüşü valilik kararı ile yasaklandı, akabinde darbe girişimi sonrası valilikler hatta kaymakamlıklar bile LGBTİ etkinliklerini sürekli yasakladılar. Yetti mi, yetmedi. Bir taraftan da paramiliter yapıların saldırıları başladı. Devlet LGBTİ’leri korumak yerine göz altılar yaptı. 

Çeşitli suçlamalar yöneltildi, mesela ajanlık, diğer devletlerin LGBTİ’leri desteklemesi suçlama konusu yapıldı. Avrupa’nın Türk aile yapısını bozmaya yönelik bir girişimi olduğu, günah olduğu ilan edildi.

Neden bu saldırılar ağırlaştı. Birisi inkâr edilemez gerçekliğe kavuşan LGBTİ hareketinin ortaya çıkmış olmasıydı. 100 binden fazla kişi ile hakkını arayan, susmayan bir hareket söz konusu. Bir toplumsallık söz konusu. AKP hükümetinin kendini dayattığı bir süreçte susmayan, hakkını arayan bir toplumsal hareket vardı. Tek tip olanı koruma, dayatma Türk, sünni, hetero, erkek, orta ve üst sınıf dışındaki insanları yasaklama. Son olarak da artan milliyetçi, ırkçı dinamiğin basit bir tezahürü. Bolsonaronun yerlilerle LGBTİ’lere birlikte saldırması tesadüf değil. Türkiye’de de ayrılmaz kökler ortaya çıktı. 

Irkçılık-milliyetçilik artarken homofobi, kadın düşmanlığı da artar, son yıllarda gördüğümüz tam olarak budur. Bu dört sebep saldırıların temel sebepleri.

Mücadele etmeliyiz.

Gençleri LGBTİ artı olmaya özendirdiğimiz söyleniyor. Özendirdiğimiz bu değil, şunu özendiriyoruz. Var oluşunu özgürce yaşayan, başka var oluşlara her zaman açık olan bir toplumsal özgürleşme peşindeyiz. Hepimiz bu özgürleşme mücadelesinin peşinde olmalıyız.

Remzi Altunpolat konuşmasında şunları söyledi:

Mayıs ve Haziran LGBTİ’ler için önemli günler. 17 Mayıs homofobi karşıtı gün. Haziran ayında da Onur yürüyüşleri var. 

LGBTİ’ler neden hedef sorusuna şunu söylemek lazım, ne zaman hedef değillerdi ki. Her zaman şu ya da bu nedenle hedef gösterilmişlerdir. Türkiye’de son 5-6 yıldır düşman gösterilme bakımından bir artış yaşanıyor. 

LGBTİ’ler her zaman sistemin ötekileri, marjinalleştirilen unsurlar. Ama Türkiye’de belli kırılma noktaları var. 20213’teki gezi isyanında LGBTİ’lerin kamusal görünürlüklerinin arttığı bir momenti temsil ediyor. Tam da bu nedenle AKP saray rejimi tarafından düşman öteki kategorisine yerleştirildi. Kuşkusuz bunun öncesi var, düşmanlaştırma sadece AKP ile başlamadı. 

Aslında hem dünya hem de Türkiye sağı açısından eşcinseller lanetli ötekidir. Daha önce önemsenmeyen, kendi sahalarında ne yaparlarsa yapsınlar dedikleri LGBTİ’ler 2013’ten itibaren toplumsal muhalefetin parçası olunca düşman kategorisine yerleştirildiler.

LGBTİ’lerin sayısının artması, bundan rahatsızlık duyan çevrelerde düşmanlığı artırdı. Dünyada ve Türkiye’deki dinamikler birlikte değerlendirilmeli. Türk sağının geçmişten gelen kodları var. Dünyada 2005 sonrası yükselen muhafazakar sağ, otoriter, yeni faşist akımların iktidara gelmesi ile LGBTİ’ler daha fazla hedef haline geldiler.

1990’lı yıllarda liberalizmin yükseldiği dönemde LGBTİ’ler özellikle merkez kapitalist ülkelerde belli kazanımlar elde etmişlerdi. LGBTİ kazanımlarının ne ölçüde kırılgan olduğunu böylece gördük.

Macaristan, Trump, Bolsonaro örneklerinde bunu gördük. Türkiye’deki rejim de otoriter, sağ, yeni faşist bir rejim. Bunun kurucu bileşenlerinden biri LGBTİ’lerin düşmanlaştırılması. Yeni Türkiye iddiasındaki AKP-saray-MHP rejiminin en önemli saç ayaklarından birisini LGBTİ’lere karşı adımlar oluşturuyor. Bunun son örneği İstanbul sözleşmesinden çekilme oldu. Bu çekilmenin meşruiyeti için en çok söylenen, Sözleşmenin LGBTİ’ler tarafından istismar edilmesi olduğu söylendi.

Sözleşmede aslında sadece bir tek yerde LGBTİ’ler geçiyor. “Bu sözleşmedeki koruma mekanizmalardan cinsel yönelimi ayrımı söz konusu olmaksızın herkes yararlanabilir” diyor. Kuşkusuz LGBTİler bunun önemini biliyorlar. Ama sağcı kesimler de sözleşmenin LGBTİ’leri koruduğunu fark ettiler. Askerlik yasası hariç Türkiye’nin iç hukukunda LGBTİ’lerin tanındığı bir metin ilk defa sözleşme ile olmuştu ve bundan geri çekildiler.

AKP’nin liberal görüntü çizdiği 2013 öncesi dönemde, LGBTİ alanında da tolerans siyaseti geliştirilmişti. LGBTİ örgütleri yasal olarak kurulabiliyordu, Lambda davasında derneğin kapatılmamasına karar verildi, onur yürüyüşleri yapılmaya başlandı. AKP kimsenin yaşam tarzına karışmıyoruz mesajını Avrupa’ya vermeye çalışıyordu.

LGBTİ’ler 2013 yılında Gezi’de toplumsal olarak ortaya çıkınca onlar da diğer düşmanlar arasına yerleştirildiler. Bütün bunlar uluslararası dinamiklerden de bağımsız değildir. Ama Türk sağı için eşcinsellik nedir, bakmak lazım. Müslüman toplum için LGBTi konusu dışardan gelen bir hastalık olarak görülüyor. Siyasal anlamda batıdan gelen bir davranış, o zaman Kemalistler de LGBTİ’lere karşı çıkabiliyor.

Başka ülkelerde LGBTİ’lere yönelik düşmanlık şöyle temellendiriliyor. LGBTİ yaygınlaştıkça nesil emniyeti tehlike altına giriyor. 2009’da Bakan Kavaf’ın hastalık açıklaması sonrası, çeşitli İslamcı kurumlar nesil emniyetinden bahsetmeye başladılar. 

Müslüman Türk toplumunu batıdan ayıran en önemli vurgu aile olarak bahsedilir, aileye vurgu yapılır. Burada yüceltilen aile patriyarkal, muhafazakar ailedir. Eşscinsellik bu aile yapısını bozacak bir tehlike olarak söylenir. Gerçekten de böyle bir aile için endişelenmekte Türk sağı haklı. 

LGBTİ hareketi daha önce önemsiz görülen, alay edilen unsurlardı. Türk solunda nasıldı, kuşkusuz fark çok büyük ama, Türk solu da heteroseksizmi, cinsiyetçiliği; patriarkal sistemi besleyen ana damarlardan biri olarak görmedi, ciddiye almadı, bazen transfobik davranışlar sergiledi. En fazla insan hakkı olarak yorumlandı.

Türk solu süreç içinde birkaç grup hariç, büyük ölçüde dönüşmeye başladı. Yine de LGBTİ’ler solun ana gündemlerinden biri olmadı. Çünkü söylemsel kabuller, pratiğe yansımayabiliyor. Parti, sendika, örgüt yapılarımızdan bunu biliyoruz. LGBTİ’ler ile etkileşimli bir siyaset üretilemiyor.

Hem Türkiye’de hem dünyada sağ-otoriter rejimlere karşı yürütülecek mücadele LGBTİ’ler olmadan artık yapılamaz. Kolombiya’da mücadelenin en önündeki unsurlar LGBTİ’ler. Malezya’da seks işçileri askeri diktatörlüğe karşı en önde mücadele ettiler.

Bu mücadeleyi birlikte yapmalıyız. Tabi LGBTŞ öz örgütlerin kıymetini bir tarafa da bırakmamalıyız. LGBTİ hareketinin gündemini ne ölçüde sosyalistler olarak takip edebiliyoruz, gündeme getirebiliyoruz.

Kimi zaman gündemler kesişmeyebilir. Bu anlaşılabilir, o nedenle de bağımsız LGBTİ örgütlerine ihtiyaç vardır. Ama tam bu dönemde otoriterliğe karşı mücadeleyi birleştirmek, ağlar kurmak için birlikte mücadele için ilişkilenmek önemli.

Faşizan rejime karşı birlikte ele ele yürüttüğümüz bir zihniyet dünyasına ihtiyacımız var.

Özetle LGBTİ’siz bir yeni dünya hayali artık mümkün değildir.

Soru cevaplar:

Levent: LGBTİ’leri yok sayan bir mevzuat var. Biz hukuk sürecinde bu mevzuatı aşmaya çalışıyoruz. Şimdi Boğaziçi’nde Gökkuşağı bayrağı taşıyanlarla ilgili bir dava var. Bununla uğraşıyoruz. İstanbul Sözleşmesi, şiddet konusunda önemliydi, sözleşme kaldırılınca sıkıntı yaşamaya başladık. Tecavüz mağduru bir trans birey için uzaklaştırma kararı almaya çalıştık, reddedildi, aile üyesi değil denilerek.

Hükümet, mahkemeler, homofobik söylemleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriyorlar, bu da kırılgan gruplara saldırıları, nefret suçlarını artırıyor. Bu yorumlar, AİHM içtihatlarına da aykırı. 

Remzi: LGBTİ hareketleri ile sol hareketlerin ilişkileri her zaman karmaşık olmuştur. Homojen bir LGBTİ hareketi yok ama genellikle hareketin öncüleri anarşist veya sosyalist olmuştur. Türkiye’de Gezi ile birlikte sol ve LGBTİ hareketi arasında organik ilişkiler başladı. Sol mücadeleye LGBTİ’leri de katmaya çalışıyor. Ama sol örgütlerin yapıları, ideolojileri bütünüyle cinsiyetçi figürlerden arınmış değil. Sadece vitrine bazı LGBTİ’ler konuluyor, numune olarak. Biz homofobik değiliz demek için bu yapılıyor, ama bu yapılanlar numunecilik, havalecilik, ertelemecilik olarak değerlendirilir. 

Sol partilerde bir komisyon kurulur, LGBTİlerle ilgili açıklamaları bunlar yapsın denir, bir nevi havalecilik. Bir diğeri de ertelemecilik, devrim sonrasına erteleme artık kalmadı ama sürekli başka meseleler var denerek bir türlü LGBTİ meselesinin öne çıkarılmaması konusu var.

Sol partiler içinde LGBTİ’ler kendilerini ne kadar ifade edebiliyorlar, sözleri ne kadar ciddiye alınıyor. Bunlar önemli. LGBTİ’lere ayrımcılık olmasın söyleminin örtesine geçmek gerekir. Kapitalizmi aşan bir perspektife sahip olmalıyız. O zaman LGBTİ’ler ana unsurlardan bir olur, kapitalist patriyarkal sistemi yıkmak için.

Dila: Kadın mücadelesiyle alakalı konuştuğumuz zamanlarda, kadınlar için gerçek özgürlüğün, bu sistemin yıkılmasıyla gerçekleşeceğini savunurken, aynı zamanda kadın özgürleşmesi ve eşitlik için mücadeleyi asla devrimden sonraya ertelememek gerektiğini, şimdiden temel hak ve özgürlüklerin inşası, cinsiyetçiliği ve şiddeti sona erdirmek için mücadele etmek gerektiğini hep vurguluyoruz. Bu yüzden bugün kadına dair, kadının özgürleşmesine, daha eşit bir toplumda yaşamasına dair mücadele ettiğimiz pek çok şey var. LGBTİ+ hareketi perspektifinden bakınca da aynı şey geçerli. Bugün bir norm olan, genel kabul gören ve hatta dayatılan ilişkilenme biçimi hetero ilişki biçimi, yani karşı cinslerden olan 2 kişinin birlikte olması. Hatta ve hatta na-trans bir kadın ve na-trans bir erkeğin ilişki içerisinde olması. Sınırlarıyla belirlenmiş bu ilişki tarzının dışındaki her türlü ilişkilenme nefret öznesi haline geliyor. Oysa ki tarihin her döneminde farklı ilişkilenme pratiklerine rastlamak mümkün. LGBTİ+’lar hep vardılar ve kimsenin nefretiyle de ortadan kalkmayacaklar. Aşağıdan ve kendiliğinden gelecek bir işçi sınıfı devrimi ile eşitliğe giden yolun açılacağı gibi, cinsel özgürlük, özgür ilişkilenme biçimleri de bunun dışında kalmayacak tabii ki. 

Cinsellik, kısıtlı bir biyojolik inşadan çıkıp, sosyal olarak inşa edileceği ve bir spektrum olarak düşünüleceği daha özgür bir cinsellik yaratılmalı. Elbette burada da LGBTİ+’ları, aslında tüm insanlığı özgürleştirecek olan özgür ilişkilenme biçimlerinin inşası için, LGBTİ+’lara yönelik şiddetin, nefret söyleminin, hedef göstermelerin ortadan kalkmasını sağlamak için, bize dayatılan cinselliği ortadan kaldırmak için bu sistemin yıkılmasını beklemek zorunda değiliz, onun da inşasına bugünden başlamak gerekir. 

LGBTİ+’lar kendileri oldukları için öldürüldükleri, tecavüze uğradıkları, evlerinin ablukaya alındığı ve şiddet gördükleri sürece hiçbirimiz özgür olmayacağız. Fakat bu bireysel olarak yürütülebilecek bir mücadele değil. Tek başımıza yapabileceklerimiz çok sınırlı. LGBTİ+’lar olarak, kadınlar olarak, göçmenler olarak, azınlıklar olarak, işçiler olarak, ezilenler olarak hepimiz aynı şeye karşı mücadele veriyoruz, bu sisteme karşı, kapitalizme karşı mücadele veriyoruz. 

Irkçılığı, cinsiyetçiliği/LGBTİ+fobikliği, milliyetçiliği, nefreti, şiddeti ortadan kaldırabilmek için; hayvanların haklarını savunabilmek için; iklim krizine karşı durabilmek için, “farklılıkların” hoşgörü ile karşılandığı daha özgür ve adil bir dünya için antikapitalist ve kolektif bir mücadele gerekiyor. Ancak birbirimizden öğrenerek mücadeleyi genişletebiliriz. Bu kolektif mücadele de örgütlenmekten geçiyor elbette. LGBTİ+ mücadelesinin içinde yer almayan bir sol, sol değildir diyorum, ve bize üye olmayan herkesi bize üye olarak, mücadeleyi büyütmeye çağırıyorum. Kulağa klişe gelebilir belki ama gerçekten de biz milyonlarız, onlar bir avuç. Sadece bizim bir araya gelebilmemiz gerekiyor.



Bültene kayıt ol