Stalinizmi tartışmak önemsiz mi?

26.12.2014 - 21:50

Bundan 20 yıl önce, Doğu Almanya, SSCB ve diğer devlet kapitalisti rejimler arka arkaya yıkılırken, bu rejimleri "sosyalist" olarak görenler duvarın altında kalmış, tüm solda bu devletlerin karakterine ilişkin önemli tartışmalar yaşanmıştı. İşçi sınıfının iktidarda olmadığı rejimleri sosyalizm adına tarif etmenin yarattığı yanılgılardan kurtulamamak, bugün hâlâ sosyalizme ilgi duyanların dünyada olup bitenleri anlamasını zorlaştırıyor.

Libya'da başlayan ayaklanmaya dünyanın dört bir yanından gelen tepkiler, bu tartışmanın güncelliğini niçin koruduğunu ortaya koyuyor. İngiltere'de kendisini "troçkist" 4. Enternasyonal'in devamcısı sayan küçük bir grup, "Kuzey Afrika Birleşik Sosyalist Cumhuriyetleri"nin kurulması yolunda, Libya'da kitleleri "devrimin kazanımlarını" korumak için Kaddafi'den yana saf tutmaya çağırdı. Küba'nın eski lideri Fidel Castro, Libya'da olanların ülkeyi ABD ve NATO'nun müdahalesine açık hâle getireceğini söyleyerek devrime karşı çıktı. Türkiye'de ise kimi sol çevreler Libya'da olanların "Arap devriminde bir sapma" olduğunu öne sürerek, ayaklanmanın "henüz bir sınıf karakteri taşımadığı" gerekçesiyle, meseleyi –Türkiye'de Ergenekon operasyonu sürecinde kullanılan popüler bir tabirden esinlenerek- "hakim sınıflar arası bir iç çatışma" olarak yorumluyorlar.

Kaddafi'nin Libya'sı, tıpkı Castro'nun Küba'sı gibi, SSCB henüz ayaktayken onun müttefiki olan ülkelerden birisiydi. Bu yüzden, kimi sosyalistler için Kaddafi'nin bir askeri darbe sonucunda kurduğu rejim "ilerici" bir nitelik taşıyordu. Eğer SSCB ve onun uyduları "sosyalist" veya "dejenere işçi devleti"ydiyse, Libya'nın da böyle olmaması için bir neden yoktu.

Bu durum, bizim savunduğumuz "aşağıdan sosyalizm" geleneği ile diğer sol anlayışlar arasındaki farkı netçe ortaya koyuyor. Ve bu, sadece geçmişe ait önemsiz bir tartışma değil; bugün de dünyaya nasıl baktığımızı, dünyayı değiştirmek için neler yaptığımızı belirliyor.

Devrimlere iki farklı bakış

Ortadoğu'da arka arkaya gelen kitlesel protesto ve isyan dalgaları, toplumsal mücadelelere "aşağıdan" ve "yukarıdan" bakışlar arasındaki farkı bir kez daha belirginleştirdi. Milyonlarca kişinin kanlı diktatörlüklere karşı sokağa çıktığı devrimler, kimileri tarafından tamamen "emperyalizmin planları" açısından ele alınıyor. Bu anlayış, dünyadaki bütün siyasal gelişmelerin yalnızca "yukarıdakiler", yani büyük güçler tarafından yönetildiğini düşünüyor. Bunu, tuhaf bir anti-empeyalizm maskesi altına gizleyerek, geniş kitlelerin mücadelesine şüpheyle yaklaşıyor.

Üstelik, bu durum yeni de değil. 1956'da Sovyet tankları Macaristan'a girdiğinde, 1968'de Prag Baharı yine Sovyet tankları tarafından bastırıldığında, 1979'un son günlerinde Afganistan SSCB tarafından işgal edildiğinde, bütün bu olaylar tam da yukarıda değindiğimiz bakış açılarını farklılaştırmış, ayrı sosyalizm anlayışları ayrı yerlerde saf tutmuşlardı. Bu farklılık, önemsiz bir detay değil, işçi sınıfının mücadelesi içindeki keskin bir tarihsel dönemece bakışlar arasındaki zıtlığın sonucuydu.

Tony Cliff'in marksizmi: Rusya'da devlet kapitalizmi

Stalin önderliğindeki bürokrasi, 1920'lerin ortasında kendisini egemen sınıf olarak örgütleyip 1917 Ekim Devrimi'nin bütün kazanımlarını yok etmeye başladığında, bu durum herkes tarafından sosyalizmin işleyişi açısından bir sorun olarak görüldü. Troçki, kendisinin de örgütlenmesine katkıda bulunduğu işçi iktidarının yavaş yavaş erimesine karşı muhalefet etti. Ancak Troçki, her şeye rağmen, bu devletin hâlâ, dejenere de olsa bir "işçi devleti" olduğunu düşünüyordu. Ona göre, SSCB'de işçi sınıfının ekonomik kazanımları korunuyordu; politik iktidar ise parti içinden çıkan bir bürokrasi tarafından gaspedilmişti.

Ortodoks troçkistler, Troçki'nin "hayatın teoriye değil, teorinin hayata uyması gerektiği" yönündeki uyarılarına –ve kendisinin 2. Dünya Savaşı sonrası dünyayla ilgili tüm tahminleri yanlışlanmasına- rağmen, SSCB ve onun uydusu olan ülkelerin "dejenere işçi devleti" olduğu konusunda ısrar ettiler. Uluslararası Sosyalist Akım'ın (IST) kurucularından Tony Cliff ise, Rusya üzerine yaptığı incelemeler sonucunda, bu ülkede ve tüm uydularında sınıf çelişkilerinin olduğunu, sömürücü bir azınlık sınıfın geniş emekçi kitlelerin artı değerine el koyduğunu ve sermaye biriktirdiğini tespit etti. Cliff, Batı kapitalizminin bir varyantı olan bu rejimlere "devlet kapitalisti" diyordu.

SSCB'yi "sosyalist" olarak gören stalinistler için de, "dejenere işçi devleti" olarak gören ortodoks troçkistler için de sorun netti: Eğer sosyalizm SSCB tanklarının işgaliyle kurulabiliyor ise, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olmasına ne gerek vardı? Bu, Marks'ın en temel tezinin bütünüyle reddiydi. Gerek 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda, gerekse sonrasında, sosyalizme bu gözlüklerle bakanlar hep SSCB'nin ve diğer devlet kapitalisti rejimlerin çıkarlarını savunmayı seçtiler. Bu, bazen onları kanlı diktatörlükleri koruma çağrısı yapmaya, bazen de nükleer silahlanmayı desteklemeye itti.

Aşağıdan sosyalizm: Sıradan insanların kendi eylemi

Troçkizmi, Stalin ile Troçki arasındaki parti içi basit bir iktidar mücadelesinin ürünü olarak gören kimi entelektüellere göre, stalinizmi tartışmak bugün yersiz. Ancak Ortadoğu'daki devrimlere bakıldığında, böyle düşünmek kolay değil. Çünkü böyle düşünmek, Kaddafi'nin 42 yıllık diktatörlüğüne karşı ayaklananları, bu mücadelede hayatını kaybedenleri, "hakim sınıflar arası savaşım"ın bir parçası olarak görmeyi gerektiriyor. Devrime "yukarıdan" bakanlar, kimi zaman Kaddafi'nin diktatörlüğünü savunmak gerektiğini anlatıyor; kimi zamansa, İslamcıların iktidara gelebileceğini söyleyerek, islamofobi nedeniyle milyonlarca insanın ayaklanmasına destek vermekten çekiniyor.

Marks, Engels ve Troçki'nin geleneğini takip eden devrimci sosyalistler ise, onyıllardır hüküm süren kanlı diktatörlükleri herhangi bir mekanik tarih anlayışıyla "ilerici" görmedikleri gibi, bunlara karşı başlayan halk ayaklanmalarını koşulsuz olarak destekliyorlar.

Tarihte işçi sınıfının kazanımlarıyla sonuçlanan tüm ayaklanmalar, tam da Tunus, Mısır, Bahreyn ve Libya'da olanlar gibi, bir dizi toplumsal faktörün bir araya gelmesiyle "kendiliğinden" başlayan isyanlardı. Bütün devrimler sıradan insanların sokaklara çıkmasıyla, çalıştıkları işyerlerinde greve gitmesiyle başladı. Bu kitlesel protestoların nereye varacağı, hareketin nerede geri çekileceği ayrı bir sorun. Ancak hareketin başlangıcından itibaren ona şüpheyle bakanların, ona karşı çıkanların, devrime "aşağıdan" bakmadıkları kesin.

Ozan Tekin



Bültene kayıt ol