Bülent Somay

Bülent Somay son yazıları

19.02.2017 - 21:17

Tane tane...

Referandumda ne dememiz gerektiği konusunda tartışıyoruz.

Daha doğrusu tartışamıyoruz, ne dersek başımıza neler geleceği konusunda birbirimizi tehdit ediyoruz aslında. Bazılarımızın tehditleri yalnızca retorik (“Demokrasi elden gider!”, “Tek adam rejimi gelir!”), bazı tehditler ise tekinsiz derecede gerçek (“Hepinizi terörist sayarız!”, “İç savaşa hazır olun!”). Aralarında ciddi bir yaptırım ve korkutuculuk farkı olmasına rağmen, iki taraf da sorunu korku üzerinden, hangi tercihin daha beter olduğu üzerinden çözmeye çalışıyor.

Kuşkusuz bu kaçınılmaz: Aslında çok çeşitli olması gereken tercihler bir referandumda yalnızca ikiye indirgendiğinde, çoğunluğun gerçek arzularını yansıtabilecek olan üçüncü, dördüncü, vs. tercihler yok olur. O zaman da geriye kalan ‘Ehven-i şer’dir yalnızca. ‘Şer’ kelimesi de bir kere telaffuz edildiğinde, korkunun tek müşevvik haline gelmesi/getirilmesi kaçınılmazdır.

Ortada bir anayasa değişikliği tasarısı var. Bu tasarı bazılarının içten arzusuna denk düşüyor; bazıları ise sadece kerhen destekliyor. Bu ‘kerhen’ destekleyenlerin sayısı ise sandığımızdan çok fazla. Bunların arasında “Anayasaya ne gerek var, Reis halife olsun, iş toptan çözülsün” diyenler olabileceği gibi, “Aslında tek adam yönetimini ben de istemem ama ne yapalım, köşeye sıkıştık” diyenler de vardır muhtemelen.

‘Hayır!’ diyenlerin sorunu ise daha büyük. Muhtemelen yalnızca küçücük bir azınlık, “Hayır, olduğu gibi kalsın, ben bu halinden memnunum” diyor. Geri kalanlar var olan Anayasadan da hiç memnun değil, ancak ne yapsınlar ki, ellerinde, “Anayasa’nın toptan değiştirilmesine ‘Evet’, ama böyle değil, bambaşka bir yönde” deme seçeneği yok. Ayrışma, yarılma daha baştan yaratılmış, kişilere aslında kendilerini ait hissetmedikleri kamplara bölünmekten başka seçenek bırakılmamış.

‘Evet’çilerin kendilerini kamplarından ayrıştırarak anlatma seçeneği yok; zaten bu da MHP’nin içine düşmüş olduğu derin açmazı gösteriyor. Ya AKP’nin ve Erdoğan’ın zaferine meze olacak, ya da onlarla birlikte yenilip, tabanına “Aslında Birinci Dünya Savaşı’nın sonu gibi, biz yenilmedik, ama Almanlar yenilince biz de hükmen yenik sayıldık” diye dert anlatmaya çalışacak. İki durumda da bir parti olarak bütünlüğünü ve inanılırlığını muhafaza etmesi zor görünüyor.

‘Hayır’cılar ise ‘Hayır’larını anlatmak, açıklamak, ayrıntılı bir biçimde tartışmak zorundalar. ‘Tek adama karşı olmak’ yetmez. ‘Demokrasiyi ya da parlamentoyu savunmak’ yetmez. Hele ‘kuvvetler ayrılığını savunmak’ hiç yetmez. Bunların her birinin tane tane açıklanması gerekir.

Ben şimdilik sadece ‘kuvvetler ayrılığı’ meselesiyle uğraşacağım.

‘Kuvvetler ayrılığı’ bir tabu değildir. Özellikle Türkiye’nin 1876’dan beri süren Anayasalar tarihindeki ‘kuvvetler ayrılığı’ hiç tabu değildir. Tabii ki tartışılabilir. Tartışılmalıdır ki neden ve hangi gerekçelerle kaçınılmaz olduğu daha iyi anlaşılabilsin. Ancak bu tartışmayı var olan köhne yapıyı (ya da onun geçmişteki bazı versiyonlarını) savunarak yapmanın bir faydası yok. Tartışırken, kendi önerilerimizi, yani referandumda var olmayan üçüncü, dördüncü seçenekleri de oluşturmalıyız. Varsın bunlar 16 Nisan’da oylanmayacak olsun. Tarih ne 1982 (ya da 1924 ya da 1961) Anayasası ile başladı, ne de 2017’de bitecek. Biz ne istediğimiz üzerinde anlaşabilirsek, referandum sonucu ne olursa olsun, önümüzü daha açık görebiliriz.

Kuvvetler ayrılığı bir ülkeyi yönetme iddiasında olan grupların, ‘yönetim’i ‘hükmetme’ye dönüştürmelerini engellemek için alınan tedbirler bütününe verilen isimdir. Hükmetmeyi kim istemez ki? Madem en haklı benim, madem en akıllı ve en ahlaklı benim, o zaman her dediğim uygulandığında bu ülke için de en hayırlısı olacaktır! Bunu söyleyen ‘hâkim’ adayının ihtirası anlaşılabilir, ancak haklılığı, aklı ve ahlakı çeşitli sınavlardan geçmek zorundadır. Ancak o sınavlardan geçmeyi kabul ettiğinde de, hâkim olmaktan vazgeçip, yönetici olmaya geri dönecektir. Hükmetmek ancak mutlaklığıyla tanımlanabilir. Her birimiz kendimizi ‘en haklı, en akıllı ve en ahlaklı’ sanıyor olabiliriz. Ancak bu hayalden hareketle bize hükmetme yetkisini verebilecek bir merci yoktur, olmamalıdır.

Diyeceksiniz ki, “Millet verebilir!” Millet kimin ‘haklı’ kimin ‘haksız’ olduğunu topyekûn ayırabiliyor olsaydı, hukuka gerek kalmazdı. Her münazarayı ve muvazaayı referandumla çözerdik. Millet kimin ‘akıllı’ kimin ‘akılsız’ olduğunu topyekûn ayırabiliyor olsaydı, okullara, üniversitelere gerek kalmazdı. Her teoriyi referandumla çürütür ya da doğrular, her doğa kanununu referandumla kabul ya da reddederdik. Ancak ‘millet’ (ya da ‘halk’, çok fark etmez) içinde beş benzemezin bulunduğu, fazlasıyla kalabalık, her biri kendi kişisel dertleriyle fazlasıyla meşgul bir topluluktur. Milyonlarca iradenin ‘ortak’ kararı, milyonlarca tesadüfün yan yana ve üst üste gelmesiyle ortaya çıkar ki bu ortaklığın hata payı kabul edilemeyecek kadar yüksektir. Ayrıca ‘millet’ her zaman aynı ‘millet’ değildir: Birileri doğar, birileri ölür, birileri büyür, birileri fikir değiştirir. ‘Millet’, ve ona bağlı olarak, ‘milli irade’, hiçbir zaman aynı kalmaz. İnanmayan 2015 yılı içinde dört ay farkla yapılan seçim sonuçlarına bakabilir.

Dolayısıyla, haklılık, adalet, doğruluk ve ahlak, kalabalık oyuyla, basit çoğunlukla saptanamaz; bunlar için daha nesnel kıstaslara ihtiyacımız var. Dünün çoğunluğu dört ay içinde azınlık olabilir. Kuşkusuz bunun için senede dört defa seçim yapılacak değil: Oyunuzu dikkatli verir, seçtiklerinizin dört yıl boyunca üstünüze kalacağını peşinen kabullenirsiniz. Ancak geri dönüşsüz kararlar için sürekli değişen/değişebilen bir ‘milli irade’den fazlasına ihtiyacımız vardır. Mesela, bir parti tek başına hükümet kurmayı becerdi diye, ülkeyi geri dönüşsüz bir savaşa sokamaz, sokamamalıdır. Sokarsa 1914-18 olur, koca İmparatorluk tarumar olur gider (ki orada İttihat ve Terakki basit bir çoğunluğa bile sahip değildi, darbeyle gelmişti).

Aynı şekilde, “Elimde çoğunluk var” diye mesela Karadeniz’le Marmara arasına bir su kanalı daha açıp iki denizin de eko-sistemlerini berhava edemezsiniz, çünkü hesabınızın yanlış olduğu ortaya çıktığında, “Ay, pardon!” diyerek gidenleri geri getiremeyeceksinizdir. İdam cezasının tartışma kabul etmez yanlışlığı da ne ‘insanlık dışı’ olmasında, ne ‘düzelmeye ya da iyileşmeye’ olanak tanımamasında, ne de ‘intikamcı’ olmasındadır zaten. Hata yapılabilen (ve sık sık yapılan) bir dünyada, hatadan dönmeyi imkânsız kılan bir tasarruf olmasındadır. Diğer karşı çıkışlar tabii ki haklıdır, ancak ‘geri dönüşsüzlük’, idam lehine yapılabilecek her tartışmayı daha başından geçersiz kılar (ya da en azından kılmalıdır).

Peki, o zaman yönetimin hükümranlığa dönüşmesini engelleyecek o meşhur ‘kuvvetler ayrılığı’ nasıl uygulanacak?

Yönetim derken elimizde üç işlev var; üç ‘Y’, Yürütme, Yasama ve Yargı. ‘Yürütme’, bir ülkenin gündelik ve orta vadeli işlerinin yürütülmesi demek: Bütçe nasıl düzenlenecek, vergiler nasıl toplanacak nasıl paylaştırılacak? Orduya kimler komuta edecek, kimler asker olacak? Doğa nasıl korunacak, nasıl harap edilecek? Enerji nasıl üretilecek, nasıl dağıtılacak? Bunlar gibi binlerce iş var yürütmenin önünde; bunları yapmak için de bir ordusu ve bir bürokrasisi var. Bunlar belirli bir hiyerarşi içinde kendilerinden beklenen görevi yerine getirecekler. Seçimle gelen hükümetler (ya da başkanlar) bu yapılar içindeki kritik noktalara atamalar yapacaklar ki, politik programlarını uygulayıp vaatlerini yerine getirebilsinler.

Ama diyelim bütçe yapılırken, bir Bakanlar Kurulu tüm üyelerine (ve onların eşleriyle çocuklarına) pırlanta kakmalı 24 ayar altın saatler almayı (ya da birer Jaguar hediye etmeyi) de bir kalem olarak bu bütçenin içine yerleştirebilmeli mi? Denetleyen kimse yoksa neden olmasın? Ama bu denetimin yapılabilmesi için hukuki (ve mümkün olduğunca adaletli) bir çerçeve gerek. İşte bu çerçeveyi sağlayacak olan da ‘yasama’. Öyle yasalar (ve bunları bir araya toplayıp düzenleyen bir anayasa) yapacaktır ki yasama organı, bu tür istismarlar ‘yasadışı’ sayılacaktır, düşünülemeyecektir bile.

İş sadece basit maddi istismarlarla bitmiyor tabii. Mesela 2003 yılında, eğer Meclis (Yasama) müdahale etmeseydi, Türkiye o zamanki Hükümetin (Yürütme) iradesiyle, Irak savaşına bodoslama dalacaktı. O zamanlar Barzani ile de araların iyi olmadığı, ‘Irak’ın kuzeyinde bir Kürt oluşumuna asla izin verilemeyeceği’ (yani şimdi Suriye için söylenen şeyin 14 yıl önceki versiyonu) da düşünülürse, Türkiye muhtemelen hala Irak’ın bir yerlerinde, beyhude bir savaşın ortasında insanlarını kaybetmekte olacaktı.

Yürütmenin (hükümetler ya da başkanların) yasama kuvvetinin (meclislerin) yaptığı yasalara uyup uymadığı nasıl anlaşılacak, uyması nasıl sağlanacak? Bunun için de ‘yargı’ var. Mahkemeler, özellikle de yüksek mahkemeler (Danıştay, Sayıştay, Yargıtay, AYM), Yürütmenin icraatının yasalara uygunluğunu, Yasamanın yaptığı yasaların da Anayasaya uygunluğunu denetleyecekler. Mesela, eğer 2010 yılındaki Anayasa değişikliği ile AYM’ye kişisel başvuru hakkı tanınmamış olsaydı, bugün hala suçlu-suçsuz, kuru-yaş yüzlerce kişi, Ergenekon ve Balyoz davalarından içeride yatıyor olacaktı. Bu davalar kısmen haklı, kısmen mesnetsiz suçlamalarla, kısmen gerçek, kısmen uydurulmuş kanıtlarla, zamanın yürütme kuvveti tarafından zorlama yoluyla açtırılmıştı.

Hatırlarsınız, zamanın Başbakanı kendini bu davaların ‘savcısı’ ilan etmişti ve Ergenekon ve Balyoz davaları, kurunun yanında yaşın da yandığı devasa hukuk garibelerine dönüşmüştü. İyi ki AYM vardı da, bu hatadan dönüldü. Kuşkusuz bu defa da suçlu olduğundan şiddetle şüphe duyulması gereken birçok kişi de paçayı kurtarmış oldu, ama 2008-2010’da yapılan (ve doğru dürüst denetimin olmaması yüzünden görmezden gelinen) hatalar dört yıl sonra alelacele düzeltilmeye çalışıldığında daha iyisi olamıyor maalesef.

Kuvvetler ayrılığı, ikili değil üçlü bir ayrılık. Bunun da bir nedeni var: Saydığım üç kuvvetten herhangi ikisini seçin, ya da herhangi ikisini üçüncü karşısında birleştirin, ortaya çıkacak olan şey, kısa vadede mutlaka birinin diğerini alaşağı edeceği ve toplumu mutlaka ortadan ikiye yaracak olan bir tahterevalli, bir meydan savaşı potansiyeli olurdu. Üçlü yapı, böyle bir kutuplaşmayı engellemesi, zaman zaman ikisi üçüncüye karşı birlikte davransa da, uzun vadede böyle bir saflaşmanın kurumsallaşmasına izin vermemesi açısından hayati önemdedir.

Peki, yeni Anayasa önerisi bu ayrılığı nasıl ‘bozuyor’. Birincisi, yürütmenin başı (ve gövdesi) olarak tasarlanan Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı da olmasının sağlanmasıyla. Yürürlükte olan Partiler ve Seçim yasaları, güçlü parti başkanının neredeyse tüm milletvekili adaylarını yukarıdan tayin yoluyla belirlemesine olanak veriyor. Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini aynı gün, aynı seçim kampanyası içinde yaptığınızda da, Cumhurbaşkanı tek başına değil, elcağızı ile seçtiği yüzlerce vekil ile birlikte geliyor yürütmenin başına. Böylece de yürütme/yasama ayrılığının bir anlamı kalmıyor. Çünkü hükümetini seçen Cumhurbaşkanı, aslında meclisini de seçmiş oluyor.

Buna karşı, “O zaman Seçim ve Partiler yasalarını bunu engelleyecek şekilde değiştirelim” demenin ise hiçbir inandırıcılığı yok. Çünkü bunlar birer yasa en nihayetinde. AKP’nin böyle bir niyeti olsa idi, Anayasa değişikliğinden hemen önce, iki yasa değişikliği önerisini de meclise getirir, (üstelik muhalefet partilerinin bile desteğiyle) kısa sürede geçirebilirdi. Açık ki böyle bir niyet yok. “Siz bize Başkanlık sistemini verin, sonra biz gerekli düzenlemeleri yaparız” dediklerinde, kendilerine 2002 yılından beri her seçimde “Değiştireceğiz” deyip on beş (sayıyla 15) yıldır dokunmadıkları yüzde 10 barajı hatırlatılabilir mesela.

Yargının ayrılığı ya da bağımsızlığı ya da tarafsızlığı meselesine hiç girmeyelim isterseniz. Sadece 15 kişilik Anayasa Mahkemesi’nin, yani ülkenin en yüksek yargı organının, 12 üyesinin Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olması bile bu konuda söylenecek söz kalmadığını gösterir. Daha ayrıntılı bir analize girmeyi isterdim bu konuda, ama böyle konularda ne zaman başım sıkışsa, bilgece bir hukuk yorumuna ihtiyaç duysam arayıp fikrini sorduğum kişi, İştar Gözaydın, maalesef ulaşamayacağım bir yerde, ‘FETÖ’cülük’ gibi akıldışı bir suçlamayla hapiste. Zaten bu bile yargı bağımsız olmadığı anda hukuk diye bir şeyin ortadan kalkacağının, adaletin güzel bir sözden öteye gidemeyeceğinin en iyi kanıtı.

Referanduma sunulan tasarının bu ülkenin insanlarına söylediği tek söz şudur: “Bana güven, gerisini merak etme sen!” Beş yılda bir, bir kişiyi ‘Cumhurbaşkanı’ seçeceğiz, sonra o keyfince hükümetini, meclisini, yargı organlarını oluşturacak ve denetlenmeden, hesap vermeden hükmedecek. Başka kimler, hangi gerekçelerle ‘Hayır!’ diyorlar, bilmiyorum; şu an için de bu gerekçelerin hangisinin ‘daha geçerli’ olduğunun tartışılması önemli değil zaten. Bu saydıklarım benim açımdan ‘Hayır!’ demek için gerek ve yeter koşullardır.

Bülent Somay

(Diken)


Bültene kayıt ol