ABD’nin düzenlediği ‘Demokrasi Zirvesi’ bize ne anlatıyor?

18.12.2021 - 16:17

Biden, 9-10 Aralık 2021 tarihlerinde bir “Demokrasi Zirvesi” düzenledi ve çevrim içi olarak gerçekleşen zirveye tüm dünyadan 110 ülke liderini davet etti. Çağrı, gerek davet edilen ya da edilmeyen ülkeler gerekse zirvenin amacı ve hedefleri bakımından Amerikan ve dünya kamuoyunda yaygın bir tartışma yarattı.

Demokrasi meselesi tüm dünyada oldukça popüler olmasına karşılık, aynı zamanda üzerinde en çok tartışılan konulardan biri. Terim, sosyalist gruplar arasında dahi çoğu kez tartışmalı olabiliyor.

Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki kapitalist sistemde parlamenter demokrasi, Nazi Almanya’sı veya Stalin Rusya’sı gibi rejimlerle karşılaştırıldığında, vatandaşların hakları bağlamında görece birçok olumlu yana sahip. Bununla birlikte, dünyada birçok ülkede yüzde 1 gibi küçük bir azınlığın ulusal gelirin büyük bir bölümüne sahip olduğu eşitsiz ekonomik koşullarda ve siyasi kurumsal yapılara katılımın sadece seçkin ve ayrıcalıklı ‘profesyonel’ kadrolarla sınırlandığı bir sistemde, kitlelerin tek başına oy verebiliyor olması, ülkenin bütününü ilgilendiren konularda alınan kararlara katılımı veya bu kararları denetleme yeteneği açısından ne kadar anlam taşıyabilir sorusunu akıllara getiriyor.

Burada asıl tartışılması gereken, demokrasinin mümkün olup olmadığından ziyade, nasıl bir demokrasi olması gerektiğine ilişkin olmalı. Sıradan insanların kendi kaderlerini kolektif bir şekilde kontrol ettiği, ulusal kaynakların adil bir şekilde dağıtıldığı, toplumsal adalet ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokrasi mümkün olmanın ötesinde, gereklidir de.

Demokrasi Zirvesi bize neyi gösteriyor?

Biden’ın 2020 yılında gerçekleşen seçim kampanyası sırasında dile getirmeye başladığı, küresel düzeyde demokrasi ve insan haklarına öncelik verme hedefi, yeni yönetimin ABD’yi ‘yeniden güçlü kılma’ hedefiyle yürüttüğü küresel mücadelenin önemli unsurlarından birini oluşturuyor.

Nitekim Biden, odağında Çin’in yer aldığı küresel hegemonya mücadelesinde, demokrasi ve insan hakları meselesini siyasi bir kaldıraç olarak kullanıyor. Buna en son örnek, ABD’nin Çin’de düzenlenecek olan Kış Olimpiyatlarına ‘kısmi boykot’ uygulaması oldu. Dünya Uygur halkının temsilcilerinin Çin’e karşı boykot ve yaptırım çağrılarını elverişli bir koz olarak kullanmayı seçen ABD, olimpiyatlara “üst düzey yönetici ve diplomatik katılım” sağlamayacağını açıkladı. Ardından İngiltere, Kanada ve Avustralya gibi ülkeler de bu ‘boykota’ katılacaklarını ilan etti.

Bir başka önemli gelişme de geçen hafta ABD Temsilciler Meclisi’nin Çin’in Uygurlara yönelik zulmüne karşı “Uygurları Zorla Çalıştırmayı Önleme Yasası’nı” 1’e karşı 428 oyla kabul etmesi oldu. Yasa çerçevesinde Uygurların zorla çalıştırılarak ürettikleri ürünlerin ABD piyasalarına girmesinin yasaklanması öngörülüyor.

Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Patricia D’Alesandro Pelosi, konuya ilişkin görüşlerini şöyle dile getirdi: “Pekin’in Uygurlara karşı işlediği suçlar tam bir soykırımdır ve Çin yönetimi bu soykırıma derhal son vermelidir.”

Peki, Biden demokrasi ve insan hakları konusunda ne kadar samimi? Bu konuda ne kadar ciddi? Demokrasi ve insan hakları konusunda karnesi son derece zayıf olan ABD, bu konuda küresel düzeyde gerçek bir ilerleme kaydetmeyi mi hedefliyor? Bu soruların cevabı ne yazık ki olumsuz. Bunun birçok nedeni var. Önde gelen neden ise, Biden’ın politik geçmişi ve ABD’nin bu konudaki sabıkaları.

Nitekim, Washington merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan Freedom House’un “Dünyada Özgürlükler 2021” raporunda yer alan ülkeler endeksine göre, “demokrasi” başlıklı bu zirveye davet edilen ülkelerin yüzde 3’ünün “özgürlüklerin olmadığı,” yüzde 28’inin ise “kısmen özgür” olan ülkeler kategorisinde yer aldığı görülüyor.

Türkiye’nin de yer aldığı davet edilmeyen ülkeler arasında, bizi pek de şaşırtmayacak şekilde Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Küba ve Venezüella gibi ülkeler var. Türkiye’nin Suriye, Lübnan ve İran dışındaki tüm komşularının davet edilmiş olması da manidar. Türkiye Endekste, son 10 yılda 31 sıra gerileyerek, Mali’den sonra özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülke oldu ve elde ettiği skorla “özgürlüklerin olmadığı ülkeler” kategorisinde yer aldı.

Davetliler arasında yer alan Brezilya, Polonya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak, Kenya, Malezya, Pakistan, Sırbistan ve Zambiya gibi ülkelerin insan hakları ve demokrasi karneleri kırıklarla dolu. Davet edilen Hindistan ve Filipinler’in ise demokrasi ve özgürlükler bağlamında durumları çok daha vahim. Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte geçmişte, “insan haklarını takmıyorum” demiş ve polise hukuku takmadan, ‘suçluları’ yargısız öldürme emri vermişti. Nitekim bu nedenle çok sayıda sivil yargısız infaz edildi. Hindistan Cumhurbaşkanı Narendra Modi ise Freedom House tarafından ülkeyi otoriter bir rejime sürüklemekle suçlanıyor.

Amerikan demokrasisinin defoları

Tarihi bir perspektiften bakıldığında, Amerikan demokrasisinin ilk ortaya çıkışı ve gelişimi, zamanın Avrupalı burjuva rejimleri içinde en ileri düzeyi temsil ediyordu. Ancak yıllar içinde Amerikan demokrasisi giderek özgürlükler ve insan haklarına dayanan demokratik özünden uzaklaştı. Başta finans sermaye olmak üzere, çok uluslu Amerikan şirketlerinin çıkarları öne çıktı. Siyaset, her ikisi de sermayenin çıkarlarını temsil eden iki partili bir sistem içine sıkıştırıldı. Siyasal sistemin bir parçası haline gelen, kapitalistlerin yaptığı yüklü bağışlar ve Washington’da sermaye şirketlerini temsil eden profesyonel kurumlar tarafından yürütülen ‘lobi faaliyetleriyle,’ siyasi partiler ve devlet yönetimi tamamen sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Irkçılık, toplumsal kutuplaşma, inançlar ve etnik kimlikler temelinde bölünmeler, kamu hizmetlerine erişim ve gelir dağılımındaki derin eşitsizlikler, kolluk kuvvetlerinin ırkçı ayrımcı pratikleriyle örtüşerek, günümüzde Amerikan demokrasisinin ciddi oranda yozlaşmasıyla sonuçlandı. Ülkenin kuruluş yıllarındaki kölecilik mirası günümüzde hâlâ toplumsal ilişkiler ve kamusal alanlarda güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor.

Amerikan demokrasisindeki bu yozlaşma ve gerileme uzun bir zamandır sürüyor. Nitekim, Freedom House’un yukarıda değinilen endeksi de bu gerilemeyi yansıtıyor. Endekse göre ABD’nin skoru 100 üzerinden 83. Bu skor, ABD’nin 10 yıl önce 94 olan skoruyla karşılaştırıldığında, büyük bir gerilemeye işaret ediyor. Ülkenin bir bütün olarak sahip olduğu bu düşük skorun ötesinde, demokratik haklar ve özgürlükler açısından Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarda olduğu eyaletler düzeyinde durum çok daha vahim.

Peki, ülkede demokrasi bakımından hal böyleyken, Biden niye ülkedeki bu duruma müdahale ederek, Amerikan demokrasisindeki sorunları çözmeye odaklanmak yerine, küresel düzeyde insan hakları ve demokrasi meselelerini öne çıkarıyor?

Biden yönetiminin bu konudaki temel hedefi, bir yandan Trump döneminde ABD’nin küresel liderliğine ilişkin yitirilen prestij ve saygıyı yeniden kazanmak, bir yandan da Çin ile olan rekabetinde, bu ülkenin en zaaflı olduğu özgürlükler ve temel insan hakları konusunda diğer ülkeleri Çin’in karşısında, kendi tarafında tutum almaya zorlamak.

Kısaca, ABD demokrasiyi kendi hegemonyasını pekiştirmek için bir araç olarak kullanıyor. Ancak, Biden demokrasi kavramı konusunda her ne kadar samimi olmasa da bu konudaki kararlı tutumu, demokrasi ve insan hakları meselelerinin önümüzdeki dönem diğer ülkelerle ilişkilerini belirleyecek kritik unsurlardan bir olacağı açık. Bu, ABD ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir gerilim odağı olacak gibi görünüyor.

Nitekim, Biden’ın düzenlediği zirveye davet ettiği ülkeleri seçerken başvurduğu kriterler de bunun göstergesi niteliğinde. Son dönemde Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Türkiye ve İran ekseninde, aralarındaki gerilimleri bir kenara bırakarak siyasi ve ekonomik yakınlaşma çabaları içinde olmaları ve Arap ülkelerinde son dönemde duymaya başladığımız toplumsal reform adımları da Biden’ın bu stratejisinin doğrudan bir sonucu.

F. Levent Şensever

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol