(Röportaj) Chomsky: İklim mücadelesinde ahlakın, arayı açan zekâyı yakalaması gerekiyor

25.05.2022 - 11:22

Dünya Meteoroloji Örgütü, yerkürenin önümüzdeki beş yıl içinde sanayi öncesi seviyelerin 1,5 derece üzerinde bir ısınmayı görme olasılığının yüzde 50 olduğu konusunda uyardı. Bardağın yarısını dolu görenler bile dünya ülkelerinin iklim kriziyle mücadele için bugüne kadar üstlendiği çabaların yeterli olmadığı konusunda hemfikir. Doğrusu, küresel ekonomi, enerji arzının yaklaşık yüzde 80'ini oluşturan fosil yakıtlara dayalı bir yol izliyor.

Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) sırasıyla 28 Şubat ve 4 Nisan 2022'de yayımlanan, güncel bilimsel araştırmalara dayalı ikinci ve üçüncü raporlarının ikisi de Ukrayna’daki savaş ve artan enerji maliyetleri arasında büsbütün göz ardı edildi.

Amerika Birleşik Devletleri'nde Biden yönetiminin yükselen gaz fiyatlarına tepkisi, ülkenin petrol ve gaz sondajını yeniden ayağa dikmek ve “stratejik petrol rezervlerinden şimdiye kadarki en büyük petrol satışını” gerçekleştireceğini ilan etmek oldu. Dünyanın geri kalanı da Ukrayna'daki savaşın yalnızca kısa vadeli sonuçlarına dayalı dar bir çerçeveden düşünerek karşılık verdi.

Dünyaca ünlü akademisyen-aktivist Noam Chomsky, Truthout'a verdiği bu özel röportajda, artan askeri gerilimler karşısında kısa vadeli düşünmenin yol açacağı sorunlara dikkat çekiyor. 

C.J. Polychroniou: Noam, Ukrayna'daki savaş akıl almaz acılara neden oluyor ama aynı zamanda küresel ekonomik sonuçları da var ve küresel ısınmaya karşı mücadele açısından da korkunç bir gelişme oldu. Maalesef, artan enerji maliyetleri ve enerji güvenliğine ilişkin endişelerin bir sonucu olarak, ekonomiyi karbondan arındırma çabaları geri planda kalmış gibi görünüyor. ABD'de Biden yönetimi Cumhuriyetçilerin “kaz, yavrum, kaz!” sloganını benimsedi, Avrupa yeni gaz boru hatları ve ithalat tesisleri kurmaya kararlı ve Çin de kömür üretim kapasitesini artırmayı planlıyor. Bu talihsiz gelişmelerin sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz? Ayrıca insanlığın varoluşsal bir tehdidin eşiğinde olduğu bir zamanda bile dünya liderleri arasında böyle dar bir düşünce çerçevesinin hüküm sürmeye devam etmesinin sebebini bizlere açıklayabilir misiniz?

Noam Chomsky: Son sorunuz yeni bir sorun değil. Tarih boyunca, şu veya bu biçimde ortaya çıkmaya devam etmiştir.

Kapsamlı bir şekilde incelenmiş olduğunu bildiğimiz bir örneğine bakalım: Siyasi liderler 1914'te savaşa girerken kendi eylemlerinin haklılığından en ufak bir tereddüt duymadılar. Nasıl bu kadar emin olabildiler? Ve neden en önde gelenleri hapse atılan bir avuç muhalif entelektüel (Bertrand Russell, Eugene Debs, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht) dışında, savaşan her ülkenin meşhur entelektüelleri kendi devletlerini destekleme fikri karşısında heyecan duyup ortak bir coşkuyu paylaşmaya devam ettiler? Nihai kriz değildi, ama ziyadesiyle ağır bir krizdi.

Bu şablonun tarih boyunca tekrar ettiğini görüyoruz. Ve insan zekasının yakın bir zamanda her şeyi yok edebilecek düzeye yükseldiğini öğrendiğimiz 6 Ağustos 1945'ten sonra da fazla değişmeden devam etti.

Yıllar boyunca süregiden bu örüntüyü yakından inceleyince, temel bir kanının iyice belirgin olmaya başladığını görüyorum: Bu tutumu her ne yönlendiriyorsa, gerekçesinin güvenlik olmadığı ortadadır – en azından toplumun güvenliğiyle bir ilgisi olmadığı açıktır. Bu en iyimser görüşle, ‘marjinal kaygılar’ olarak okunabilir. Aynısı varoluşsal tehditler karşısında da geçerlidir. Öyleyse başka yere bakmalıyız. 

Sanıyorum ki, bana uluslararası ilişkiler teorisinin en yerleşik ilkesi gibi görünen şey iyi bir başlangıç noktası olabilir: Adam Smith'in "İnsanlığın Efendileri"nin – İngiltere’nin onun zamanındaki tüccarları ve imalatçılarından bahsediyor- "devlet politikasının başlıca mimarları" olduğu şeklindeki görüşü. Güçlerini, İngiltere halkı da dahil olmak üzere ama "Avrupalıların barbarca yürüttükleri adaletsizliğin" kurbanları olan insanlar üzerinde çok daha acımasızca etkiler yaratacak şekilde ve sonuçları ne kadar "ıstırap verici" olursa olsun, kendi çıkarlarının "en özel şekilde gözetilmesini" sağlamak için kullanırlar. Smith’in hedef tahtasında Hindistan'daki İngiliz vahşeti vardı ki o zamanlarda sömürgeleştirilmesinin erken bir aşamasından bahsediyordu; o aşamada bile çok korkunçtu.

Krizler varoluşsal hale geldiğinde kayda değer bir değişim gözlenmez. Kısa vadeli çıkarlar hâlâ ön plandadır. Kontrolsüz piyasalara dayalı rekabetçi sistemlerde bunun mantığı açıktır. Oyuna ayak uyduramayanlar çok kısa bir sürede onun dışına itilirler. Devlet yapısında “siyasetin başlıca mimarları” sayılanlar arasındaki rekabet de benzer şekilde işler, ancak kayıtların çok açık bir şekilde gösterdiği gibi, nüfusun güvenliği yol gösterici bir ilke değildir. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Ukrayna'nın mücrim Rusya tarafından işgal edilmiş olmasının dehşet verici sonuçları konusunda oldukça haklısınız. ABD ve Avrupa'daki tartışmalar, Ukrayna'daki ıstıraplara odaklanıyor ki bu anlaşılabilir, ancak aynı zamanda o büyük acıyı tırmandırma politikamızı da pek makul olmayan bir şekilde alkışlıyor. Buna tekrar döneceğim.

Ukrayna'da savaşı sona erdirecek adımları atmak yerine tırmandırma politikasını benimsemek, Ukrayna'nın ötesine geçen korkunç sonuçlar doğuruyor. Tekrar tekrar dile getirildiği üzere, Ukrayna ve Rusya dünyanın başlıca gıda ihracatçıları konumundadır. Savaş, bilhassa Afrika ve Asya'nın gıdaya en çok ihtiyaç duyan toplumlarına gıda tedarikini kesintiye uğrattı.

Bir örnek vermek gerekirse, BM'ye göre dünyanın en kötü insani krizi Yemen’de yaşanıyor. Dünya Gıda Programı raporları, 2 milyondan fazla çocuğun açlığa itilmiş olduğunu ortaya koydu. Kendi bölgesinden, yani ithal ettiği malları yeniden ihraç edenlerden gelen un ve işlenmiş buğdayın yanı sıra tahıl ihtiyacının neredeyse tamamını “buğday ürünlerinde en büyük paya (%42) sahip Rusya ve Ukrayna’dan” ithal ederek karşılıyordu.

Krizin etkileri çok daha ötelere de uzanıyor. 

Elimizden geldiğince dürüst olmaya çalışalım: Savaşın sürdürülmesi, Küresel Güney'in büyük çoğunluğu için düpedüz bir kitlesel katliam planı anlamına gelir.

Fakat dahası da var. ABD'nin Rusya ile bir nükleer savaşa girilirse bunu nasıl kazanabileceği konusunda tartışmalar yürütmeye girişen ve hâlâ ciddiye alınmayı bekleyen yayınlar bu tartışmalarla cezai deliliğin sınırlarında geziniyorlar. Ve ne yazık ki, ABD-NATO politikaları, insan topluluklarının sonunu hızla getirebilecek birçok olası senaryo sunuyor. Bunlardan biri, Rusya ve NATO’nun bir sıcak çatışmaya girmesi ihtimalidir. Putin şimdiye dek Ukrayna'ya ağır silahların gönderildiği tedarik hatlarına saldırmaktan kaçındı. Fakat bir anda karar değiştirmesi de büyük bir sürpriz olmaz. İşte o zaman Rusya ile NATO'yu doğrudan bir çatışmaya yaklaştıran kısasa kısas bir tırmanışa tanıklık ederiz ki bu da çok kısa bir süre içinde her şeyle vedalaşmak zorunda kalmamıza neden olabilir.

Gerçekleşmesi daha olası, hatta kuvvetle muhtemel olan senaryo ise gezegeni zehirleyip hepimizi daha yavaş ve acılı bir ölüme terk etmeleridir. IPCC’nin son raporu, yaşanabilir bir dünya için yegane umudun, fosil yakıtları hemen terk edip bir daha dönmemek üzere istikrarlı bir şekilde ilerlemeye bağlı olduğunu açıkça ortaya koydu. Sizin de belirttiğiniz gibi, devam etmekte olan bu savaşı son derece sınırlı olan girişimlerini de sona erdirmek için kullanıyor, hatta süreci tersine çevirip kıyameti getirmek için yarışıyorlar.

Beklenebileceği üzere, yerküredeki insan varlığını kırıp geçirmeye adanmış şirketlerin yönetim ofislerindekilerin keyfine diyecek yok. Böylece sadece kendilerine yöneltilen kısıtlamalardan ve o can sıkıcı çevrecilerin dırdırlarından kurtulmakla da kalmayıp, daha da süratli bir şekilde yok etmeye teşvik edildikleri medeniyeti “kurtardıkları için” övgülere boğuluyorlar. Silah üreticileri de çatışmanın devam etmesiyle yakaladıkları fırsatlar için duydukları coşkuyu gizlemiyor. Şimdi bir de insani ve gelişimsel amaçlar için çaresizce ihtiyaç duyulan kıt kaynakların böyle boşa harcanmasıyla iyice cesaretlendirildiler. Ve tıpkı kitle imhada iş birliği yaptıkları ortakları, yani fosil yakıt şirketleri gibi, onlar da vergi mükelleflerinin sırtından geçinip para içinde yüzüyorlar.

Daha ne olsun? Ya da şöyle sorabiliriz: Bundan daha saçma bir şey olabilir miydi zaten? 

Başkan Dwight D. Eisenhower'ın 1953'teki “Barış Şansı” konuşmasını hatırlamakta fayda var:

Üretilen her silah, denize indirilen her bir savaş gemisi, fırlatılan her roket, son tahlilde, açlığa terk ettiğimiz, soğukta bıraktığımız insanlardan çalmak değil midir? Silahlanmış bir dünyaya harcanan her kuruşta emekçilerin alın terini, bilim insanlarının dehasını, çocukların umutlarını harcamış oluyoruz. Günümüzde bir ağır bombardıman uçağının maliyetiyle 30'dan fazla şehre okul yapılabilir. Her biri 60.000 nüfuslu birer bölgeye hizmet verecek iki elektrik santrali kurulabilir. Tam teşekküllü iki hastane de olabilir. Seksen kilometre uzunluğundaki bir hatta beton kaldırım döşenebilir. On üç bin ton buğday satın alabileceğimiz bütçeyi tek bir avcı uçağına harcıyoruz. Tek bir muhribe ödediğimiz parayla 8.000'den fazla insana barınacak ev verebilirdik…. Böyle bir yaşam biçimi olamaz. Savaşın kararttığı bir dünyada o demir çarmıha gerilmiş olan insanlığın ta kendisidir.

Günümüzdeki durum da bundan daha iyi ifade edilemezdi.

Peki "Dünya liderleri" neden böylesi bir çılgınlığa kapıldı? İlk olarak, böyle anılmayı gerçekten hak eden birini bulabilecek miyiz, ona bakalım.

“Lider” olarak anabileceğimiz birileri olsaydı, bu çatışmayı diplomasi ve siyasi ustalığa dayalı yegane yola başvurarak sona erdirmeye adanmış olmaları gerekirdi. Siyasi bir uzlaşının genel hatlarının nasıl çizileceği çok uzun zamandır bilinmektedir. Bunlar, öncesinde tartışılmış ve ABD'nin (ve beraberinde NATO’nun) böyle diplomatik bir uzlaşı olasılığını resmen göz göre göre, hatta gurur duyarak baltalama kararlılığında olduğu belgelenmişti. O rezalet açıklamaları bir kez daha tekrar etmeye gerek yok.

Defaatle dile getirilen bir söylem var; "Çılgın Vlad" bir imparatorluğu yeniden inşa etme, hatta kim bilir belki de dünyayı fethetme gibi saçma sapan hayallere kapılmış delinin teki olduğuna göre Rusların ne dediğinin hiçbir önemi yok – kaldı ki onu da ABD’nin sansürlü yayınlarından uzaklaşıp örneğin Hindistan devlet televizyonunda veya Orta Doğu medyasında paylaşılanlara bakacak olursanız görebilirsiniz. Dolayısıyla böyle bir yaratıkla diplomatik ilişki kurma çabasına gerek yoktur. Öyleyse, Ukraynalılar ve dünya için sonuçları ne olursa olsun, bu dehşeti sona erdirecek tek olasılığı gündemde tutmak yerine onu tırmandırmaya devam edelim.

Batılı liderlerin ve egemen sınıfın önemli bir kısmı şu sıralar iki temel düşünceyle harekete geçiriyor. Birincisi şu; Rusya’nın öyle muazzam bir askeri gücü var ki yakında Batı Avrupa'yı ele geçirmeye kalkışabilir, hatta orada duracağının da bir garantisi yok. O zaman onunla orada (Ukraynalıları feda ederek) savaşalım ki o savaşı burada, yani Washington’da yaşamayalım. Aksi halde Temsilciler Meclisi İstihbarat Daimi Seçilmiş Komitesi Başkanı Adam Schiff’in ihtarlarına maruz kalırız ki kendisi bir Demokrattır.

İkincisi de Rus askeri gücünün kaplan görünümlü kedi olduğunu fark etmeleri; öyle beceriksiz ve zayıf bir ordu ki, ayrıca çok da kötü yönetiliyor, sadece bir yurttaş ordusu tarafından savunulan sınırın birkaç kilometre ötesindeki şehirleri bile ele geçiremiyor. 

İkincisi Putin’in başarısızlıklarından duyulan şeytanca hazzı içerir, ilki ise kalplerimize korku salan bir düşüncedir.

Orwell, ancak aşırı totaliter devletlerde yaşanabilecek bir delilik olan “çiftdüşünmeyi”, birbiriyle çelişen iki fikrin ikisine de yönelme ve her ikisinden de şüphe duymama durumu olarak tanımlıyordu.

İlk fikri benimseyecek olursak, Rusya'nın askeri harcamaları NATO'nunkinin yanında – ABD’yi bu hesaba dahil etmesek bile- devede kulak kalıyor olsa da, kendimizi kaplan görünümlü kedinin şeytani planlarından korumak için tepeden tırnağa silahlanmalıyız Hafıza kaybı yaşamıyorsanız, son sözü söyleyen Almanya'nın pek yakında Rusya'nın askeri harcamalarını geride bırakacak duruma gelebileceğinden memnuniyet duyup, “Şimdi Putin düşünsün! Batı Avrupa'yı fethetmeden önce durup düşünmek zorunda kalacak,” demezsiniz.

Aşikar olanı tekrarlamak gerekirse, Ukrayna'daki savaş ya diplomatik bir çözümle ya da bir tarafın yenilgisiyle, hemen ya da uzayıp giden ıstıraplı bir süreçle sona erecek. Diplomasi, tanımı gereği, karşılıklı verilen tavizlere dayalı bir maslahattır. Her iki taraf da buna hazır olmalıdır. Öyleyse, diplomatik bir çözümde Putin'e birkaç kaçış yolu sunulması gerekecektir.

Ya birinci seçeneğe yönelecek ya da bu olasılığı reddedeceğiz. Buraya kadar olan kısmı yadsınamaz. Reddedersek ikinci seçeneğe yönelmiş oluyoruz. Bu Batı’daki genel tercih olduğuna ve ABD politikası da aynı yolda ilerlemeye devam ettiğine göre, o zaman bunun ne anlama gelebileceği üzerine düşünelim.

Yanıtı çok açıktır: Diplomasiyi reddetme kararı, o delirmiş “kuduz köpeğin” yenilgiye uğratılıp sürünerek kaçıp gitmesi ile Ukrayna'yı yerle bir edene kadar tüm gücüyle savaşması ihtimallerinin hangisinin gerçeğe dönüşeceğini görmek için bir deneye girişeceğimiz anlamına gelir – ki ikincisi dünya savaşına giden yolun taşlarını döşemek olacaktır.

Ukraynalıların hayatı üzerinden böylesi grotesk bir teste kalkışınca, milyonlarca insanı gıda krizi yüzünden öldürecek, bir nükleer savaş ihtimalini canlandıracak oyunlar oynamaya cüret edecek ve hepimizi besleyen bu gezegenin sonunu getirecek anlamsız bir yarışa girişeceğiz.

Putin'in dize gelerek emrindeki güçleri kullanmaktan kaçınması da elbette mümkündür. Hatta belki de nükleer silahlara başvurabileceklerini düşündüğümüz için gülüp geçeceğiz. Olabilir, ama insan böyle bir riski nasıl göze alabilir ki?

Bunu neden göze aldıklarının yanıtı, Batılı liderlerin egemen sınıfla, gizleme gereği bile duymadıkları iş birliğinde yatar. Bu yıllardır ortada olan, hatta resmi olarak bile ifade edilmiş bir gerçektir. Kaldı ki herkesin bunu yeterince anladığından emin olmak için, NATO ve ortak ülkeleri içeren “Ukrayna Temas Grubu” üyelerinin aylık görüşmelerinin ilkinde (Nisan) bu tutumlarını üzerine basa basa tekrarladılar. O görüşmeler Belçika'nın Brüksel kentindeki NATO Genel Merkezi’nde değil, Almanya'daki ABD Ramstein Hava Üssü'nde gerçekleştirildi. Burası ABD'ye ait bir üs olsa da sonuç olarak Almanya topraklarındadır.

Savunma Bakanı Lloyd Austin görüşmeleri başlatırken "Ukrayna bu savaşı kazanabileceğine inanıyor ve burada toplanan bizler de öyle," diyordu. Bu yüzdendir ki, “burada bir araya gelen” yetki sahipleri gelişmiş silahlarını Ukrayna'ya yığmaktan ve iftiharla duyuruyoruz ki devamında da Ukrayna'yı bilfiil NATO üyesi yapma planlarımız doğrultusunda ilerlemekten çekinmemelidir. Toplantıya katılan devlet erkânları ve liderleri öyle irfan sahibi ve öyle akıllılar ki hepimizin görebildiğini inkâr edip Putin'in beklenin dışında bir tepki vereceğine emin bir şekilde ilerleyebiliyorlar.

Uzun yıllardır, hatta asırlardır ortada olan askeri planlama sicilleri, oradaki herkesin gerçekten de bu şaşırtıcı hezeyanlara tutunduğunu gösteriyor. Yaparlar veya yapmazlar, neticede Ukraynalıların yaşamları ve Dünya'daki yaşamın geleceği üzerinden çılgınca bir deney yürütme konusunda istekli oldukları çok açık.

Sahip oldukları yetkiye dayanarak söz verdikleri için, Rusya'nın hiçbir tepki göstermeden tüm bunlara pasif bir şekilde katlanıp, sonuçlarına riayet edeceğinden eminiz artık; demek ki Ukrayna savunma bakanlığının hedefleri doğrultusunda devam edip "Ukrayna ordusunun NATO ülkelerinin ordularıyla bir arada olacağı” şekilde “tam uyum” sağlayabilmesi için “Ukrayna'yı fiili olarak NATO'ya entegre etme” adımlarını atmaya da başlayabiliriz ki böylece Rusya şu ya da bu şekilde ABD’nin bir uydusu durumuna getirilmediği sürece hiçbir Rus hükümetiyle diplomatik bir anlaşma için masaya oturulamayacağını da garanti edebilelim.

ABD’nin mevcut siyasi tutumu, “Rusya'yı zayıflatıp” tam anlamıyla bir bozguna uğratmak için, ne kadar süreceği belli olmayan bir savaşın çığırtkanlığını yapmak üzerine kurulu. Bu tutumu 1980'lerin Afganistan modelinden pek farklı değil ve bu gerçek eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton gibi önde gelen siyasi figürler tarafından da vurgulanıyor.

İşleyen bir model olarak ABD’nin mevcut politikasında halen yer bulduğu için, 80'lerde Rusya tarafından işgal edilen Afganistan'da neler yaşandığını hatırlamakta fayda var. Bunun için, savaşı sona erdirmeyi amaçlayan BM programlarını yöneten Diego Cordovez ile bölgede geniş deneyime sahip saygın gazeteci ve bilim insanı Selig Harrison'ın titizlikle hazırlanmış güvenilir çalışmalarından faydalanabiliriz.

Cordovez-Harrison analizi, genelgeçer hikayenin tamamını alaşağı ederek savaşı sonlandıranın askeri kuvvetler değil, özenle sürdürülen BM diplomasisi olduğunu gösteriyor. Sovyet güçleri o savaşın devamını getirebilecek durumdaydı. ABD'nin, radikal İslamcıları Ruslarla savaşmak üzere finanse ederek harekete geçirme politikası, Sovyetler Birliği'ni zayıflatmak üzere yürütülen bir vekalet savaşıydı ve "son Afgan da düşene dek" şiarıyla yürütülmüştü. “ABD, BM’nin devreye girmesini önlemek için elinden geleni yaptı”, yani savaşı sona erdirecek tüm diplomatik çabalara engel olmaya çalıştı.

ABD, işgalden kısa süre sonra tasarlanmış olan Rusya'yı geriletme planlarını geciktirmiş görünüyor – ki kitapta gösterildiği üzere, Rusya, ABD propagandasında görünür durumda olan dehşet verici hedefle, yani dünyanın fethi planlarıyla yakından uzaktan benzerlik göstermeyen küçük kazanımların peşindeydi. Harrison, tarihçi David Gibbs'in Sovyet arşivlerine dayanarak vardığı sonuçları doğrulayıp "Sovyet işgalinin, birleşik yönetimin yayılmacı planlarına yönelik bir adım olarak tasarlanmadığı ortadaydı" diyor.

Operasyonların yürütülmesinden sorumlu CIA şefi meselenin özünü açıkça ortaya koymuş, amaçlarının, Rus askerlerini öldürmek olduğunu söylemişti – ABD’nin üst düzey yetkilileri tarafından ilan edildiği üzere, Vietnam’ın intikamını istiyorlardı ve bu da ABD'nin onlarca yıllık katliam ve yıkım politikasının damgasını vurduğu Hindiçin deneyiminden ders çıkaramayacak kadar aciz olduklarının göstergesiydi. 

Cordovez-Harrison, ABD hükümetinin “Daha en başından, Sovyet güçlerini Afganistan'da kıstırmak ve böylece Vietnam'ın öcünü almak isteyen ‘gözleri dönmüşler’ ile onları diplomasi ve askeri baskıdan oluşan bir taktikle geri çekilmeye zorlamak isteyen ‘uzlaşmacılar’ arasında ikiye bölündüğünü” söylüyor. Bu sıkça rastlanan bir durumdur. Çoğunlukla kan peşindekiler kazanır ve inanılmaz bir yıkım yaratırlar. W. Bush'un kişisel tanımını ödünç alacak olursak, "sonucu belirleyen" için, yufka yürekli görünmektense saldırgan davranmak çok daha mantıklı bir seçimdir.

Afganistan bunun öne çıkan örneğiydi. Carter yönetimindeki Dışişleri Bakanı Cyrus Vance uzlaşmacı rolünü üstlendi. Sınırlı bir müdahale olması amaçlanan şeyi neredeyse tümüyle önleyecek veya en azından süresini kısaltabilecek kapsamlı bir uzlaşma planı önerdi. Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski ise gözü dönmüş intikamcı olarak Vietnam'ın acısını çıkarmayı (onun bulanık dünya görüşünde bu tam olarak ne anlama geliyordu, bilemiyoruz) ve Rusları öldürmeyi, yani en iyi bildiği, büyük keyif duyarak yapacağı şeyi seçmişti.

Brzezinski kazandı. Carter'ı, Rus yanlısı hükümeti devirmeye çalışan muhaliflere silah göndermeye ikna etti. Rusların Vietnam’da olduğu gibi bir çıkmaza sürüklenmesini bekliyordu. Ve bu gerçekleştiğinde, duyduğu hazzı saklayabilecek durumda değildi. Kendisine sonradan pişmanlık duyup duymadığı sorulduğunda, soruyu gülünç bulduğunu söyleyerek geçiştirdi. Rusya'yı Afganistan tuzağına çekmedeki başarısının Sovyetleri çöküşe götürdüğünü ve Soğuk Savaş'ı sonlandırma konusunda etkili olduğunu iddia ediyordu – saçmalıyordu elbette. Afganistan'ı yıkmış, radikal İslam'ı yükselişe geçirmiş olması bir tarafa, "bundan mustarip olan bir grup Müslüman" olarak tanımladıkları milyonlarca kişinin ölmüş olması onun umurunda mı?

Afganistan mukayesesi bugünlerde kamuoyunda da destek buluyor ve daha da önemlisi, siyasi düzeyde tatbik ediliyor.

Uzlaşmacı-gözü dönmüş karşıtlığı, dış politika için yeni bir şey sayılmaz. Soğuk Savaş'ın başlarında, George Kennan (bir uzlaşmacı) ile Paul Nitze (gözü dönmüş) arasında yaşanmış meşhur bir örneği vardır. Nitze kazandığı için yıllarca sürecek olan bir barbarlıkla yıkımın eşiğine gelinene dek çatışmanın temelleri atıldı. Cordovez-Harrison, Kennan'ın uzlaşmacı yaklaşımını, bu konuda bolca kanıt paylaşarak doğruluyor.

Vance-Brzezinski'yi andıran bir başka örnek de, Richard Nixon dönemindeki Dışişleri Bakanı William Rogers (uzlaşmacı) ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger (gözü dönmüş) arasında geçen Orta Doğu Politikası çekişmesidir. Rogers, İsrail-Arap anlaşmazlığına makul diplomatik çözümler öneriyordu. Bölge hakkında tarihe geçecek türden bir cehalet örneği sergileyen Kissinger ise karşılıklı düşmanlığın desteklenmesinde ısrarcıydı ve 1973 savaşına yol açtı ki dünya bir kez daha çok ciddi bir nükleer savaş tehdidinden geçmişti.

Bu neredeyse her seferinde yaşanan bir fikir ayrılığıdır. Ancak bugün sahnede yalnızca ‘gözü dönmüşler’ var. Ukrayna için büyük bir Ödünç Verme-Kiralama Yasasını oybirliğiyle kabul ederek yürürlüğe koyabilecek kadar da ileri gittiler. Buradaki terminoloji de, ABD'yi (amaçlandığı gibi) Avrupa savaşına sürükleyen ve Avrupa ile Asya çatışmalarını (amaçlanmamış bir sonucu olarak) Dünya Savaşı'na eklemleyen muazzam Ödünç Verme-Kiralama programına atıfta bulunacak şekilde tasarlanmıştır. Adam Tooze, "Ödünç Verme-Kiralama, 1941'in sonunda Avrupa ve Asya'daki farklı mücadeleleri birbirine bağlayıp II. Dünya Savaşı olarak adlandırdığımız şeyi yaratmak için ortaya atıldı," diye yazıyor. Günümüzün oldukça farklı koşullarında hedeflenen de bu mu?

Amaç buysa – ki öyle görünüyor- o zaman bunun ne anlama geldiği üzerine de düşünmeliyiz.

Burada zorunlu kılınan şudur; ABD'nin tüm engelleme çabalarına rağmen Rusya'nın Afganistan'ı işgalini sona erdirmeyi başarmış olan diplomatik girişimlere benzer tüm çabaları bir an bile düşünmeden reddetmemiz gerekiyor. Bu koşula binaen, Ukrayna'nın NATO'ya entegrasyonu, Rusya'nın Ukrayna'da bozguna uğratılması ve onları takip edecek “Rusya'yı zayıflatma” hamlelerini Rusya yönetiminin hiç sesini çıkarmadan kabul edip etmeyeceğini görmek için bir deney yürütüyoruz. Ukrayna'yı yerle bir etmek ve beraberinde bir dünya savaşına zemin hazırlamak için, sahip olduklarını bildiğimiz şiddet araçlarına başvurup başvurmayacaklarını hep birlikte göreceğiz. 

Bu arada, çatışmayı sona erdirmeye çalışmak yerine uzatarak Ukraynalılara ağır maliyetler yüklüyor, milyonlarca insanı açlıktan ölüme sürüklüyor, iklim çöküşüne terk edeceğimiz gezegeni altıncı kitlesel yok oluşa götürmeye çalışıyoruz ve – şansımız yaver giderse- sonumuzu getirebilecek bir dünya savaşından imtina edeceğiz.

Tabii buyurun, neden olmasın, sonuçta siyasi iktidarlar ve egemen sınıf tarafından verilmiş bir güvenceye sahibiz. Zaten bu da riskli sayılabilecek bir deney değil, çünkü Rus liderliğinin tüm bunları soğukkanlı bir biçimde izleyip tarihin tozlu sayfalarına karışmayı kabul edeceğine hiç şüphe yok. "Sivil zayiat" da neticede Brzezinski'nin "mustarip olan bir grup Müslümanı"nın saflarına eklenebilir. Madeleine Albright'ın kullandığı o meşhur ifadeyle özetleyecek olursak; "Bu zor bir seçim olacak, ama bedeli… – biz, bedeli ne olursa olsun buna değeceğini düşünüyoruz."

Gözlerimizi açalım ve en azından ne yaptığımızı saklamayacak kadar dürüst davranalım.

Küresel emisyonlar 2021'de rekor seviyeye yükseldi ve COVID-19 salgınının en kötü dönemi geride bırakıldıktan hemen sonra yeniden "aynı tas aynı hamam" yaklaşımına geri dönüldü. Sizce bu duruma geleceğin insanları için üstlenmemiz gereken ahlaki bir görev olarak bakmayı beceremiyor muyuz?

Üzerine derinlemesine düşünülmesi gereken bir soru. Gerçekten kafa yormamız gereken en önemli soru. Cevabı bilinmiyor. Belki bunu daha geniş bir bağlamda düşünmenin bir faydası olabilir.

Enrico Fermi'nin ünlü paradoksunu hatırlayalım: En sade ifadesiyle, “peki neredeler?” diye soruyordu. Saygın bir astrofizikçi olan Fermi, evrenin potansiyel olarak ulaşılabilir bölgelerinde çok sayıda yaşanabilir gezegen olduğunu biliyor, bunlardaki zeki yaşam olasılığının göz ardı edilemeyeceğini söylüyordu. Ne var ki yılmadan aramaya devam ediyor olmamıza rağmen, varlıklarına dair en ufak bir iz bulamıyoruz. Peki öyleyse neredeler?

Ciddiyetle öne sürülen, yabana atılamayacak yanıtlardan biri de şudur; gelişmiş zekâ sayısız kez ortaya çıktı, ancak her seferinde yok edici bir faktöre dönüştü. Özkıyımın çeşitli yollarını keşfetti ve bunu önleyebilecek ahlaki yeterliğe ulaşmayı başaramadı. Belki de "gelişmiş zeka" olarak adlandırdığımız şeyin doğasına özgü bir kusurdur bu.

Şimdi, ölüm saçan bu ilkenin Dünya'ya yeni gelmiş bir tür sayılan modern insan için de geçerli olup olmadığını görmek adına bir deneyle meşgul olmaya karar verdik işte – yaklaşık 200.000-300.000 yıllık bir tarihi olsa da evrimsel anlamda göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süreden bahsediyoruz. Yanıtı bulmak için fazla zamanımız kalmadı – daha doğrusu, alışkın olduğumuz şekliyle, öyle ya da böyle bir yanıt sunmak için zamana karşı yarışıyoruz. Bundan kaçış yok; ahlaki kapasitemiz, yok etmeye güdümlü teknik kapasitemizi denetleyebilecek kadar gelişmiş ise ona göre hareket edecek, gelişmemişse henüz böyle bir beceriye sahip olamadığımızı göstereceğiz.

Dünya dışı bir gözlemci olsaydı, maalesef aradaki farkın henüz türümüzün özkıyımını ve beraberinde bir de altıncı kitlesel yok oluşu önleyebilecek kadar kapanamadığını söylerdi. Ama yanılıyor da olabilir; bu tamamen bize bağlı.

Bir yanda böylesi bir yok etme kapasitesi, diğer tarafta bu eceline susama halini sorgulayacak sağlam bir denetleme mekanizması; bu ikisi arasındaki yarığın boyutlarını ölçmenin de bir yolu var: Atom Bilimcileri Bülteni'nin kurduğu Kıyamet Saati. Saatin 12’yi göstermesine az kaldı ki bu da yarığın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. 1953'te ABD ve Sovyetler Birliği termonükleer silahları patlattıklarında, yelkovan gece yarısına iki dakika kalacak şekilde ayarlanmıştı. Donald Trump'ın son yılında, araştırmacılar dakikaları bırakıp saniyeleri saymaya geçti: Gece yarısına 100 saniye! Önümüzdeki Ocak ayında yeni bir ayarlama daha yapılacak. Saniyelerimizin giderek azaldığını anlayabilmek için Ocak’ı bekleyip görmemiz gerekmiyor. 

O karanlık soru, 6 Ağustos 1945'te müthiş bir netlikte gösterdi kendini. Bu deneyimden alınması gereken iki ders vardı: 1.) İnsan zekâsının görkemi, 1953'te ulaştığı bu seviyede artık her şeyi yok etme kapasitesine eriştiğini gösteriyordu; 2.) İnsanın ahlaki kapasitesi onu yakalayamamıştı. Benim yaşımdaki insanların çok iyi hatırlayacağı üzere, o zamanlarda bunu önemseyen pek az kişi vardı. Bugün coşkuyla bağlı olduğumuz bu korkunç deneye ve bunun neler getirebileceğine bakıldığında, en ılımlı ifadesiyle özetlersem, kayda değer bir gelişme kaydetmiş olduğumuz söylenemez.

Soruya yanıt sunamadık. Bizi yanıta ulaştırabilecek veriye henüz sahip değiliz. Yapabileceğimiz tek şey, aşina olduğumuz bu “gelişmiş zekâyı” yakından gözlemlemeye devam etmek ve ona nasıl bir yanıt önerdiğini sormak olabilir. 

Daha da önemlisi, o yanıtı belirleyecek adımları atabilecek durumda olmamızdır. Umudumuzun bağlandığı yanıtı sunmak bize kalmış. Fakat artık boşa harcanacak zamanımız yok. 

Truthout’tan çeviren Tuna Emren



Bültene kayıt ol