Ahlaka Dair -II: Ahlak kurallarının kaynağı nedir

10.02.2015 - 00:47
Sinan Özbek
Haberi paylaş

Nisan Tezleri

Ahlak tartışmasında bir önemli nokta da ileri sürülen, varsayılan ahlak kurallarının nasıl oluştuğu sorusudur. Ahlakı ilkeler düzeyinde tartışmak, yine onun koşullarla bağını göz ardı etmektir. 

Marx, Yahudi Meselesi adlı kitabında, insanların dünyevi meselelerini teolojik meseleler olarak görmediğini, teolojik meseleleri dünyevi meseleler olarak gördüğünü yazıyor. Marx ekliyor: “Tarih şimdiye kadar hep kör inançlarla yorumlandı; biz kör inançları tarihle yorumluyoruz”. İşte Engels de ahlakı tartışırken dikkati radikal bir şeklide içinde yaşanılan koşullara çekiyor. Ahlakın bir maneviyat sorunu olarak ele alan ve felsefe tarihinin baskın yönelimi olan bu tutum karşısında vurguyu yaşama koşullarına yapmak anlamlı bir iştir. Şüphesiz bunu yapan ilk kişi Engels değil. Bunu, “Sarayda başka kulübede başka şekilde düşünülür” ifadesiyle Feuerbach çarpıcı bir şekilde tespit ediyor. Ancak bu yönelim de uca doğru sürüklendiğinde verimsiz bir hal alıyor. Kaba bir ekonomik açıklamalar zinciri doğuyor. Sorunu tinsel alanda tüketemeye çalışan felsefi tartışmanın içine düştüğü çıkmaz, bu kez iktisat ayağının abartılmasıyla tekrarlanıyor.

Engels, ahlak hakkında düşünmeye Dühring ile tartışmasında hız veriyor. Dühring, yukarda değindiğim evrensel ahlak ilkeleri olduğu tezinin kararlı bir savunucusu. Ona göre, adalet ve ahlak hakkındaki fikirler bütün dünyalar ve bütün zamanlar için geçerlidir. Ahlak dünyası evrensel bilgi dünyası gibi kendi sürekli ilkeleri ve kendi yalın öğelerine sahiptir. İmdi bu düşünce içinde zımnen “bilgi dünyasının” mutlak doğruları olduğu fikrini taşıyor. Bu iddia sorgulanmayı gerektiriyor: Bu sorgulama üç bilgi alanının durumuna bakarak yapılıyor. İlki cansız doğayı konu alan matematik olarak işlemeye elverişli bütün bilimler. İddialı bir tutum almak gerekiyorsa bu alanda mutlak doğruların olduğu söylenebilir. Ancak bizzat matematikteki yeni çalışma alanları, mutlak doğru iddiasını boşluğa düşürüyor. İkinci olan, canlı varlıkları inceleyen bilim dallarının içinde olduğu alan. Bu alanda ilişkiler ve nedenselliklerin çok yönlülüğü, çözüldüğü sanılan konularda dahi yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açıyor. Elimizde “bütün canlılar ölümlüdür” sığlığında “mutlak bilgiler” kalıyor. Üçüncü alan ise tarih ya da beşeri bilimler denebilecek alan. Şaşırtıcı bir şekilde mutlak ve ebedi doğruların varlığı iddiası burada yoğunlaşıyor. Kuşkusuz mutlak doğruların evrensel ilkelerin varlığı iddiasının tarih bilimleri alanında yoğunlaşması anlamlıdır ve üzerinde düşünülmelidir. Matematikte bile kesin doğrulardan söz edilemezken bilgisi asıl olarak görece olan tarih bilimlerinde bu iddianın ileri sürülmesinin kendisi “bilimsel” değildir. Ama ideolojinin bilim karşısında dahi ne denli muhkem olduğunu görmek açısından önemlidir.   

Sinan Özbek

[email protected]

Bültene kayıt ol