TV dizilerinde kadın özgürlüğü

19.06.2017 - 10:05
Meltem Oral
Haberi paylaş

Çokça tekrarlanan bir ifadeyle, sanat toplumsal ilişkilerin bir aynasıysa eğer, son dönemde yayına giren dört yeni TV dizisiyle günümüzde kadın sorununun küresel çapta ana başlıklardan biri hâline gelmesi arasında bağ kurmak da pekala mümkün.

Distopik bir dünyadan 1960'ların Hollywood'una birbirinden farklı dönem ve toplumsal koşullarda geçen bu diziler, cinsiyetçiliğin hayatlarımızdaki kapsama alanını çarpıcı biçimde yansıtan bir bütünlük oluşturuyor. 

Son dönemde Susan Sarandon, Emily Watson veya Elisabeth Moss gibi dünya çapında "ünlü" ve filmografilerinde pek çok başarılı performans barındıran aktrislerin başrollerini üstlendiği, büyük prodüksiyonlu dizilerin sağlam bir politik perspektifle cinsiyetçiliği, üretim sürecindeki eşitsizlikleri, tecavüzü, aileyi, üreme politikalarını, dayatılan kalıpları, arzuyu ve cinselliği ele alıyor olması ilgi çekici.

Öne çıkan yapımlardan biri, Margaret Atwood'un Türkçe'ye "Damızlık Kızın Öyküsü" olarak çevrilen, Handmaid's Tale isimli distopyasından aynı isimle yapılan bir uyarlama. Donald Trump'ın başkan olmasının ardından milyonlarca kadının sokağa çıktığı yürüyüşlerde, Trump'ın "Amerika'yı yeniden büyük yap" sloganına nazire edercesine "Margaret Atwood'u yeniden kurgu yap" dövizlerinin taşınması tesadüf değil. Tıpkı basımından 30 sene sonra feminist distopya romanının Amazon'un çok satanlar listesinde yükselmesinin tesadüf olmaması gibi. Trump'lı dünya, pek çok ABD'liyi Atwood'un distopik Gilead yönetimiyle bağlar kurmaya itiyor. Hikayede rejim değişmiş ve ABD'de Gilead Cumhuriyeti kurulmuştur. Muhafazakâr ve otoriter rejim, dünyayı saran üreme sorununa doğurgan kadınlara el koyarak "çözüm" getirir. Gilead'da eğer yönetici sınıftan değilseniz bir kadın olarak varlığınızın tek anlamı üreme potansiyeliniz.

Doğurgan kadınlar kamplarda tutulur ve yönetici sınıfın evlerine üreme makinesi olarak gönderilir. Kadınların isimleri dahil olmak üzere kendi hayatlarına dair hiçbir şeyleri yoktur. Romanda dendiği gibi "duvarlara asılmış sıra sıra cesetler, tek gerçeğin savaş ve üreme olduğunu hatırlatıyordu. Özgürlük hatırlanmayacak kadar uzaktaydı". Gerilimin had safhada olduğu öykünün, potansiyel bir gelecekten değil bugünden de bahsediyor olmasını hissetmek çekici yanlarından birisi. Kadınlar olarak yaşadığımız gerçekliğin Gilead'ın çok uzağında olmadığını, kapitalizm için üreme makinasından ibaret olduğumuzu söyleyebiliriz.

Nicole Kidman  ve Reese Witherspoon'un yapımcılığını ve başrollerini üstlendiği Big Little Lies, son zamanların öne çıkan kadın dizilerinden. Yine bir roman uyarlaması. Bir cinayet öyküsü ama aslında toplumsal iş bölümünün ve annelik rolünün kadınlar tarafından sorgulandığı güçlü bir hikaye. Distopik Gilead'ın uzağında, bugünün dünyasında, kadınların her sektörde erkeklerden daha az ücret aldığı, anneliklerinin habire mesele olduğu, kariyer ve annelik dengesinin omuzlarına yüklendiği dünyamızda geçiyor. Hayatlarına dair farklı tercihlere sahip kadınların toplumsal rollerin dayatmaları karşısında yaşadığı sıkışmışlıklar, hepimiz için tanıdık sorunlar, dizide sağlam biçimde ele alınıyor.

Louise Doughty'nin romanından uyarlanan, 4 bölümlük BBC dizisi Apple Tree Yard ise atmosferi, kurgusu ve ele aldığı temayı son derece sarih biçimde aktarışıyla açık ara öne çıkıyor. İlk bölümün onuncu dakikası dolmadan, 1913'te oy hakkı için kendisini kralın atının önüne atarak ölen süfrajet Emily Davidson'a yaptığı göndermeyle göz kırpıyor. Ama dizi esasen imalar, göndermelerle değil çok doğrudan derdini anlatıyor. Tecavüzü pornografikleştirmeden anlatmayı başaran nadir yapımlardan birisi. Tecavüzün başkalarının, yanlış zamanda yanlış yerde olan kadınların başına gelen talihsizlik değil, her an hepimiz için tehdit olduğunu çok iyi anlatıyor. Bilim insanı, evli, iki çocuklu, orta yaşlı, sıradan ve bir o kadar korunaklı bir kadın da tecavüze uğrayabilir. Ve o bile direnmeye, polise gitmeye, kocasına anlatmaya, tecavüz açığa çıkarsa kendisine boca edilecek bir dizi rezil haksızlığa göğüs germeye cesaret bulamayabilir. Üstelik sanık sandalyesinde oturan günün sonunda kendisi olabilir. 

Susan Sarandon ve Jessica Lange'in başrollerde olduğu, hayli eğlenceli ve 9 bölümlük Feud ise gerçek bir hikayeye dayanıyor. 50'li yılların Hollywood'unda rüzgar estiren ve birbirinden nefret eden iki star, Bette Davis ve Joan Crawford'un rekabeti anlatılıyor. Rekabetin kaynağı ise sektörün cinsiyetçiliği. Oscarlı aktristinden yönetmen asistanına tüm kadınların maruz kaldığı ayrımcılık ve Hollywood'un beyaz erkekler kulübü olması güzel işlenmiş. 50 yaşını aşmış erkek bir aktörün asla sahip olmayacağı bir kaygı, yaşlandığı için filmlerde rol alamamak, silinip gitmek ve işsiz kalmak. Kadınlar içinse yarım asır öncesinin değil bugünün de gerçekliği. Zamanında erkeklerin, medyanın, Davis ve Crawford'un arasındaki rekabeti nasıl reyting için kızıştırdığını diziyle öğreniyoruz. Kadınların sektördeki eşitsizlikler ve ayrımcılık konusunda her şeyin farkında olduklarının, kendi aralarındaki bir tür dayanışmanın netçe aktarılmasını görmek de güzel. 

Şov dünyası için kadınların önemi malum. Kadınların daima cinsel meta olarak gösterilmesinin yanı sıra toplumdaki hakim cinsiyetçi kalıp ve roller de ekranlarda çizilen manzarayla evimizin içine aktarılıyor. Cinsiyetçiliğin üretildiği ve normalleştirildiği en önemli alanda bu dizilerin varlığı da kadınların kazanımı demek abartılı olmaz.

Meltem Oral 

[email protected]

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol