Sürekli değişmekte olan bir dünyayı değiştirmek: Genç Karl Marx

24.05.2017 - 09:30
Can Irmak Özinanır
Haberi paylaş

Genç Karl Marx, dünyayı değiştirmek isteyen, ancak bununla yetinmeyip dünyayı değiştirme fikrinin kendisini de radikal bir şekilde değiştiren iki gencin, Karl Marx ve Friedrich Engels’in hikâyesini beyazperdeye taşıyor.  Marx’ın özel mülkiyeti sorguladığı ilk makaleleri ile açılan film, Marx ve Engels’in birer komüniste dönüştükleri 1843-1847 arasındaki kısa fakat yoğun dönemi ele alıyor.

Prusya Krallığı’nın baskısıyla gazetesi kapatılan henüz 26 yaşındaki Karl Marx, gazetenin sahibi Arnold Ruge’un önerisiyle Paris’e giderek Deutsch-Französiche Jahrbücher (Alman-Fransız Yıllıkları) isimli dergi için çalışmaya başlar. Üstelik kısa bir süre önce aristokrat bir aileden gelen Jenny ile evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur. Paris’te sürgün hayatı zordur, ancak aynı zamanda Fransız sosyalizminin önemli isimleriyle ve kendisi gibi sürgünde olan pek çok muhalifle tanışmak için bir fırsattır.

Bu tanışmalardan bir tanesi, diğerlerine göre çok daha önemlidir. Marx bir gün çoğu zamanki gibi beş parasız, Ruge’un ofisine gittiğinde başka bir genç Alman ile tanışır. İngiltere’de bir yandan babasının fabrikasında çalışıp, bir yandan da işçi sınıfının eğlendiği yerlere takılan ve hâlihazırda 1844 yılında İngiltere’de İşçi Sınıfının Koşulları isimli Marx’ın da ilgisini çeken bir eser yazmış olan sıradışı bir burjuva çocuğu Friedrich Engels, Paris’e gelmiştir. İkisi de birbirlerinin yazılarına aşinadır, daha önce Berlin’de tanışmış ve birbirlerinden pek hoşlanmamışlardır ama Paris’te hayatları boyunca kopmayacak dostlukları başlar.

Bu dostluğun başlamasından itibaren ikilinin birbirlerinin hayatları üzerindeki etkilerini dostlukları ile beraber görme şansı yakalıyoruz. Beraber Kutsal Aile’yi yazmaya karar verdikleri andan, sarhoşken Marx’ın “aslolan dünyayı değiştirmektir” şeklindeki ünlü 11. Tezini bulmasına o yıllarda farklı şehirlerde yaşamalarına rağmen dünyayı değiştirmek isteyen iki kişinin nasıl da bu değişime beraber bir temel oluşturmaya başladıklarını izliyoruz. En dikkat çeken noktalardan biri Marx ve Engels’in “var olan her şeyin en acımasız eleştirisi” konusunda bir ortaklık yakalamaları.  Sonradan Kutsal Aile’nin altbaşlığı olacak ismin (filme göre Jenny Marx’ın önerisi) “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olması tesadüf değil. Filmde bu eleştiri ve mücadeleye bilimsel bir temel oluşturma çabası, Eşitler Birliği’ne üye olup anarşistlerle karşı karşıya gelmek pahasına “Bütün dünyanın işçileri birleşin” sloganını kabul ettirmelerine ve muhteşem eserleri Komünist Manifesto’nun artık adı Komünist Birlik olan örgüt tarafından kabul edilişine kadar uzanıyor.

Filmin, en önemli özelliklerinden birisi Marx’ın düşüncesi ile pratiğini, insanî yönleri ile birlikte resmetmesi. Marx’la ilgili okuduğum bir biyografide (Francis Wheen-Karl Marx), bu büyük düşünürün son derece ukala olduğunu hissetmiş, kitapta ilerledikçe Marx’ın kişisel hayatta arkadaş olması çok zor bir insan olabileceğini düşünmüştüm. Filmde Marx’ın bütün ukalalığı ve inanılmaz kendine güveniyle çağının en önde gelen yazarlarına nasıl meydan okuduğuna neredeyse şahit oluyoruz. Ancak biyografiyi okurken düşündüğümün aksine filmdeki Marx, tüm ukalalıklarına rağmen şeytan tüyü olan bir kişi. Avrupa’da oradan oraya sürülürken gittiği yerlerde, sonradan aralarına kara kedi girecek olsa da, Mikhael Bakunin’den Joseph Proudhon ve Wilhelm Weitling’e kadar dönemin önemli isimlerinin Marx’la gerilimli de olsa gerçek bir arkadaşlık ilişkisi geliştirdikleri filmin işlediği temalardan. 

Filmin adı Genç Karl Marx olsa da sadece Marx’ı odağa alıp diğer karakterleri bir kenarda bıraktığını söylemek mümkün değil. Özellikle Engels, sadece bir yol arkadaşı, Marx’ın finansörü, bir “ikinci adam” vb. değil tarihsel materyalizmin oluşumunda Marx kadar önemli bir figür olarak öne çıkıyor. Marx’ın geriye düştüğü, örgütlenmeye ilişkin sorunları dışladığı yerde ona omuz veren, onu öne çeken Engels oluyor. Teori ve pratiğin ayrılmaz birliğini Marx ve Engels’in yoldaşlığında görüyoruz. Filmin bir yerinde Engels’in, Marx’ı ikna ederken söylediği gibi “birini yapmazsak (pratik), öbür yaptıklarımızın (teori) hiçbir anlamı olmayacak”.  Engels’in tüm hayatı da bunun kanıtı gibi… Ömrünün sonuna kadar işçi örgütleriyle her zaman yakından bağı olmuştu.

Bütün olan biten iki adam eliyle gerçekleşmiyor. Filmin başından sonuna kadınların, özellikle de Marx’ın eşi Jenny’nin ve Engels’in sevgilisi Mary Burns’ün gerek düşünsel sürece, gerekse de mücadeleye katkıları ele alınıyor. Aristokrat bir aileden gelen Jenny von Westphalen’in  (Marx) rahat bir yaşam sürebilecekken, Marx ile sürgüne gitmesinde eşitsizliğe duyduğu tepkiyi ve döneminin tartışmalarını yakından takip eden bir eylemciyi görmemek, bu kadına yapılacak büyük bir haksızlık olurdu. Yönetmen Raoul Peck, bu haksızlıktan çok iyi bir şekilde kaçınmış. Tamamen işçi sınıfı içinden gelen Mary Burns ise filmde hem Engels’in işçi sınıfını yakından tanıyabilmesinin, hem de Manifesto’nun oluşumuna giden süreçte, işçi örgütleriyle en önemli ilişkilerin tayin edilebilmesinin mimarı olarak karşımıza çıkıyor.

Filmdeki entelektüel sohbetlerden, insan ilişkilerine, mücadelelerden filmin finaline kadar Marx ve Engels’in diyalektiğindeki temel bir noktaya, değişim hâlindeki bir dünyaya işaret edildiğini söylemek kanımca yanlış olmayacak.  Marx ve Engels, sabit bir dünyayı açıklamaya ve değiştirmeye çalışmıyorlar, sürekli değişim hâlinde olduğunu çok iyi anladıkları, anlattıkları bir dünyayı değiştirmeye çalışıyorlar. Filmin finali bu değişimi müzikal ve görsel bir şölen ile sunuyor.

Genç Karl Marx, eski çağların iki devrimcisinin yaşamından fazlasını sunuyor. Marksist olsun olmasın, izleyecek herkesin dünyaya farklı bir gözle yeniden bakmasını sağlayacak bir film.

Can Irmak Özinanır  

[email protected]

Bültene kayıt ol