Demokrasilerde canlılar ve cansızların katılım hakkını savunmak neden gereklidir?

17.05.2017 - 18:01
Korhan Gümüş
Haberi paylaş

Dilbilimin kurucusu olan Ferdinand de Saussure (1906), öğrencileri tarafından derlenen ders notlarının yer aldığı kitapta “dilin birey ötesi” bir yapı olduğunu ve “bunu bireylerin değiştiremeyeceğini” söyler (1906).  Ayrıca Saussure çok önemli bir iş daha yapar, platonik gösterge kuramını altüst eder. Genellikle hep gösteren (kelime) ile gösterilen (nesne) arasında kuruluyormuş gibi gözüken ilişkiyi zihinselleştirir: Hem gösterenin (ses imgesi), hem de gösterilenin (nesne imgesi) imgesel olduğunu söyleyerek.

Atatürk’ün de Anıtkabir'de bulunan kitaptan bu cümleleri okuduğu ve yanına kırmızı kalemle ünlemler (!!!) koyduğu görülüyor. Nitekim aynı kitabı 802li yıllara doğru çeviren Berke Vardar (*) da bu cümleleri okuyunca bir not düşme ihtiyacını hissetmiş. Bu notta “bu görüş günümüzde değişmiştir” cümlesi yer aldığı halde nasıl olduğuna dair bir açıklama yoktur. Evet, dil Saussure’ün dediği gibi müşterek bir şeydir, değiştirmeye çalışmak anlaşma imkânlarını ortadan kaldırır. Ama gene de birileri dili, müşterek olan şeyleri değiştirmeye kalkışır.

Saussure’ün tezini genelleştirmeye çalışırsak: Müşterek olan şeyleri, örneğin alışkanlıkları, gelenekleri değiştirmek imkânsızdır. Evet, bunlar sürekli değişirler. Hepimiz müşterek olan hakkında bir bilgi sahibi olabiliriz.  Başka türlü tahayyül edebiliriz. Ama kendi başımıza, kendi irademizle dönüştüremeyiz. Çünkü onlar yalnızca bizim zihin dünyamızdaki imgeleri ile değil, müşterek bir alanda paylaşılarak, her seferinde bir resim yapar gibi yeniden üretilirler. Peki, o zaman birileri yasaklar koyduğunda ya da zorla, tehditle engellediğinde bu yapılana ne diyeceğiz?  Modernitenin paradoksu burada ortaya çıkar: Örneğin okullarda çocuklara aşı yaptırmak, insanları askere almak, ormanda ateş yakılmasını, müşterek alanlarda sigara içilmesini yasaklamak,  suç işleyeni hapse atmak... gibi şeyler müşterek alanda olsalar da kendiliğinden oluşmuş, zamanla üzerinde anlaşılmış kurallar değildir. Bunlar toplulukların rızası alınarak veya alınmayarak zorla uygulanan kurallardır.

İnsanların, canlıların katılım hakkı yok.  Cansızların katılım hakkı nasıl olsun? Bildiğimiz sesi çıkabilenleri dikkate alan, temsil edilenlere varlık hakkı tanıyan katılım modelini sorgulamamız gerekiyor. Nesne olarak inşa edildikçe temsil edilemeyenlerin katılımı mümkün olur mu?

Victor Hugo’nun Notre-Dame de Paris adlı romanında (1831) bir keşişin ağzından dile getirdiği gibi, “bu taşı öldürür (Celui tuera cela)”(**).

Bu iddia bilim adına paradigmatik bir düşünce zeminini yok eden pozitivizmin eleştirisi, dünya hakkında bilgimizin gerçekliğe bir şekilde temas ettiğini ama hiçbir zaman kendisine ulaşamadığı gibi birçok tartışmaya gündeme getirir. Bunun sonucunda bilişsel dünyanın temellerini köklü bir şekilde dönüştüren “nesne” statüsünün yani temsili hakikate bağlayan ilişkilerin sökülmesini getirir. Bu durumda doğanın, eşyaların, şehirlerin katılım hakkından söz edilebilir. Bu sökülme teknikleri modern demokrasinin temelini oluşturur. Çünkü herkesin dünya hakkında mutlaka tahayyülleri bulunur. Bunda bir tehlike yoktur. Ama birilerinin, kamu (veya bilim) adına bu tahayyülleri gasp etmesi, otoriter rejimlerin, savaşlar, katliamlar gibi felaketlerin kaynağında yer alır. Ancak ulus-devletin işleyişinde, bir takım dengeler oluşsa da,  devlet iktidarı alanı aynı zamanda şiddetin kaynağıdır. Temsil edilemeyenler, dışlananların siyasal alandaki varlığı bu şiddet yüzünden genellikle travmatik bir dönüşümle gerçekleşir.

Evet, kural koyucunun herkes adına bir takım kararlar alması, bunları tartışılması gereken ortamlarda onaylatması, bu kuralların evrensel kabul gören kurallarla çelişmemesi falan gereklidir ve modern demokrasi bunun düzenlenmesi üzerine kurulmuştur. Tekrarlayalım: Demokrasinin hukuk temeli, bu yasaklamaları yasaklar. Kamu adına insanlara şiddet uygulanmasını engeller. Ama bu da yeterli değildir. Ayrıca yönetimlere temsili iktidara bağlayan bağları ayırma, sökme tekniklerini geliştirme sorumluluğunu getirir. Yani yalnızca ifade özgürlüklerini değil, temsil tekniklerinde farklı tahayyüllerin paylaşılmasını sağlamak, gasp edilmesini engellemek…

Bunlar tıpkı sağlık kuralları gibi toplumların adetleri ile çelişseler bile, hatta referandum gibi temsil özdeşleşmesi yaratmayan sözleşmelerle yürürlüğe konur. Ama örneğin bir dili yasaklamak... İnsanları haksız tutuklama kararları ile zorla alıkoymak veya yerinden etmek... Müşterek bir alanı kendi çıkarları için birilerine peşkeş çekmek... Basına sansür koymak, yayınları kapatmak, istemediği şeylerin konuşulmasını yasaklamak... Sonradan geri alınamayacak idam gibi cezalar uygulamak… Hukuk devletlerinde bunları yapmak da kural olarak yasaklanmıştır.

Türkiye’de bugün bunların hepsi yapılıyor, ya da bir tehdit gibi kullanılmaya çalışılıyor. Sorun işlenen suçların cezasız kalmasıdır. Çünkü müşterek olan ancak bir takım kurallarla, demokratik bir şekilde düzenlenebilir. 

* Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, çeviren: Berke Vardar

Türk Dil Kurumu Yayınları, 1976

** Victor Hugo, Notre-Dame de Paris.

Bültene kayıt ol