Küçük Asya’nın büyük kuyusu

23.08.2016 - 15:40
Sennur Baybuğa
Haberi paylaş

Bir zamandır Atina’dayız. İstanbul’da yaşayan birisi için Atina enine boyuna belki bir haftada gezilip bitirilebilecek bir yerdir. Bir gününü  plajlarında, ne bileyim Syntagma’sında Akropolisi’nde, Plaka’sında dolaşarak geçirir, bir iki turistik yere, eşyaya takılırsan ‘gezme vazifeni’ ifa etmiş olarak bu kentten ayrılabilirsin.

Duyduğun turistik hikayelerle bir akşam bazuki çalan bir tavernada, uzo ve kırılan tabakların dansı, biraz kalamar ve hayalini kurduğun birkaç deniz mahsulü ile ne kadar az hesap ödediğini anlatırsın memleketindeki arkadaşlarına ve bildiğin tüm restoranlara ahlak dersi verebilecek düzeye bile gelebilirsin iki öğün yemek yiyerek. Sonra gezinirken yanında buralı arkadaşların olduğu halde, gezdiğin her yere ‘aa bizim şuraya benziyor, aa şu koku bizim şu çiçeğin kokusu, bu tatlı bizim bu tatlı’ diye diye fırça yiyerek ve bizim dediğin her şeyin aslında ve evet ‘biz’ olduğunu anlayarak dolaşır durursun. Zeus’un bütün kadınları ve çocukları ile yaşadığı bu ülkede, karşına çıkan her mavinin içinden Egeas çıkacakmış gibi hissedersin. Daha çok şey öğrenmek istersin, istedikçe de cahilleşirsin ve cesaretin kırılır öğrenme konusunda.  

Nea Smyrni isimli bir semtinde kalıyoruz bu sene. Çoğunuz belki aşina, ismi ‘yeni izmir’ anlamına geliyor. Oturduğumuz sokağın adı Kayseri Sokağı, bu semtin tüm sokak adları Ege’den getirilmiş buraya, Anadolu’dan, Küçük Asya’dan. Yaşamalarına izin verilmeyen  sokakların, özledikleri kokuların adlarını, çiçeklerini taşımış zorunlu göçmen ruhları. Tatlılarını, böreklerini, kahvelerini, balkonlarında çiçeklerini, utanmadan izliyoruz biz de. Türkçe konuşan birilerine rastlayınca memleket kokusu alıyoruz, ama onların ne hissettiğini tam olarak bilemiyoruz.Biz bir utanıyoruz önce, sonra da ortak bişeyler var duygusu ile sevindirik oluyoruz. Onlara terkettirilen ülkeden geliyoruz, kimisi birkaç kere Atalarının toprağına turlarla gitmişler, oraları anlatıyorlar, kimisi hala oralı gibi. Helen kültürü denince Ege’nin, Anadolu’nun ve ‘Yunan Adaları’ dediğiniz adaların binlerce yıllık kültürünün ve geçmişinin, bu tarihin bir parçası olduğunu ve emanetlerini yüzlerce yıldır yok edememiş bir halkın evladı olduğunu bilmen gerekir.  

Atina’da Arkeoloji Müzesi’ni gezerken, 3845 numaralı, 0.69 cmlik bir küçük oğlan çocuğu karşınıza çıkar. Kucağında bir köpek bulunan bu mermer heykel, yüzlerce eserin arasından mazlum gözlerle size bakar. Büyük abilerin, ablaların, kabın kacağın, savaşçıların, silahların  arasında bir sevimli kıvırcık saçlı oğlan çocuğu. Üzerinde pelerine, kucağında bir köpek.  

Bu küçük çoban çocuğun bir hikayesi var; Anavatanlarından bir gecede taşınabilir neleri varsa denize dökmeden, dökülmeden sağ salim buraya ulaşabilmeyi başarmış Küçük Asya yerlilerinin, İzmir’in Foça’sından sandıklarda kalan küçücük yere belki sığdırdıkları bir heykelcik bu. İsa’dan once 3 yılında Nissas Küçük Asya’da doğmuş, hala küçük bir çoban. Küçük çoban çocuğun binlerce yıl sonra Atina Arkeoloji Müzesi’nde karşınıza çıkan bilinmeyen bir yerdeki misafirliğininin nasıl belki binlerce yıl daha bu şekilde süreceğini göreceksiniz, o klimalı müzeyi gezerken. Topraklarını terkederken yanlarına almayı unutmadıkları o küçük çocuk ve köpeği burada duruyor ve kendini getirenler, onların torunları ve onların torunları yaşadıkça öldükçe o küçük eli ayağı ve köpeği ve pelerini ile, ‘heyy biz köyümüzden buraya geldik hey bizim köyümüz İzmir’deydi Foça’dan geldik’ diye bağıracak ve kendini o soğuk mermer görüntüsünden çıkan dağların kekik kokuları ile her daim bize hatırlatacak. İsimler, heykeller, yemekler ve kokular ,bunları öldüremezsiniz ve yok edemezsiniz. Bin yıl geçse de o küçük çoban çocuk Foça’lı, Nissas’ın çocuğu, köpeği de.

Bu yazıyı yazarken bana verdiği bilgilerle ilham onlan değerli araştırmacı İra Tzourou’ya teşekkür ederim. O’nun kadar çok bilmek istemezdim, zira bilmek bazen çok da acıtan birşey. Serinlik dilerim İra.

Sennur Baybuğa

(Bas Haber)

Bültene kayıt ol