Avrupa Birliği dağılıyor mu?

06.06.2016 - 11:20
Memet Uludağ
Haberi paylaş

Avrupa’da farklı ve tezat güçler var.

Bir yandan aşırı sağ hareketlerin ve milliyetçi akımların çekim gücü etkisini gösteriyor. Bu hareketler, Avusturya’da olduğu gibi, kimi yerlerde iktidara ve devlet yönetimine oynuyorlar. Bunların hepsinin gerçek anlamıyla faşist hareketler olduğunu söyleyemesek de, tabanlarında hem işçi sınıfının bir kesimi hem de kendine güveni artan faşist çetelerin olduğu bir gerçek. Özellikle mülteci krizi ve göçmenler üzerinden siyaset yapan bu hareketlerin varlığı ve kimi yerlerde yükseliş göstermesi elbette endişe verici. Avusturya’da seçmenin nerdeyse yarısı burjuva veya faşist değildi ama oyların yarısı ırkçı aşırı sağın adayı Norbert Hofer’e gitti. Bu, belki de daha da büyük bir endişe nedeni.

Mültecilerin gelişi Türkiye ile yapılan anlaşmayla Yunanistan ve Doğu Avrupa’da şimdilik kontrol altına alınmış gibi görünse de, kriz bu sefer -ve yeniden- Güney Avrupa ve İtalya’ya kaymaya başladı. Bu durum, Ege’de geçişleri engellenen mülteciler için bir sorun olduğu kadar, Avrupa liderleri için de bir kriz. Mülteciler daha uzun ve tehlikeli geçişlere zorlanırken Avrupa liderleri 2015’te durduklarını düşündükleri Akdeniz mültecilerini yeniden karşılarında görmeye başladılar. Türkiye ile yapılan anlaşma, Avrupa Birliği’ni zorluyor. Pek ortaya saçılmasa da birlik içerisinde birbiriyle uyuşamaz türlü görüş var. Schengen ve serbest dolaşım bölgesi hâlen ciddi bir krizde. Türkiye’ye vadedilen vizesiz sehayat hakkı da birlik içerisinde ciddi bir ayrışma konusu. Mülteciler, dillere destan AB sınırlarını delmeye devam ediyor.

Avrupa’nın ekonomik krizi durulmadı. IMF ve AB Merkez Bankası, Yunanistan başta olmak üzere çeşitli ülkelerin krizini yama üstüne yamayla yönetmeye çalışıyor. Bir yandan Syriza gibi reformist ve işçi sınıfını satan iktidarlar neoliberal uygulamalara devam ederken, öte yandan bunlara karşı direnen bir işçi sınıfı da var.

Geçen yıl, Paris terör saldırılarından sonra Fransa’da Hollande hükümeti, ırkçı-aşırı sağ Front National da dahil olmak üzere tüm ülkeyi içerdeki ve dışardaki düşmana karşı milli birliğe çağırırken, sendikaları ve işçi sınıfını Fransız emperyalizminin ve resmi ırkçılığının tarafına çekmeye çalışırken, bu yıl yüz binlerce işçi ve öğrenci genel grevlerle ülkeyi sarsıyor. Geçen yıl ülkenin ‘düşmanlarına’ karşı milli bir cephede birleştiği sanılan Fransa egemenleri ve işçi sınıfı, bu yıl büyük bir yarıkla ayrılmış durumda. Fransa egemenlerinin yeni düşmanı, siyah-beyaz işçi sınıfı. Ve Front National’ın gıkı çıkmıyor. Fransa egemenlerini bugün ‘tehdit’ eden, başörtülü Müslüman işçi kadınlar değil, Fransa işçi sınıfı. Bu grevler ırkçılığın da yenilmesi için bir umut kaynağı.

Britanya’da durum çok daha ilginç. İktidar bir yandan irili ufaklı işçi hareketleri ve grevlerle uğraşmak zorunda kalırken, öte yandan Londra halkı ilk defa bir Müslümanı belediye başkanı seçiyor. İşçi Partisi kendi içinde çelişkilerle dolu. Bir yanda Blair neoliberalizminin dinazorları, diğer yanda ise Jeremy Corbyn ile başlayan yeni bir dinamizm var. Corbyn ne yapar, bu dinamizmden neler çıkar, henüz bilemeyiz ama durum umut verici. Britanya’nın en can alıcı gündemi, yakında yapılacak olan AB üyeliği referandumu (Brexit). İktidardaki Muhafazakâr Parti içerisinde, ırkçı nedenlerle ayrılma taraftarı güçlerle neoliberal nedenlerle AB’de kalma taraftarları kapışıyor. İşçi Partisi de bu konuda hemfikir değil. Avrupa Birliği’ni hâlen sosyal-ekonomik bir dayanışma ağı olarak hayal eden reformistler "üyeliğe devam" çağrısı yaparken, neoliberal bir canavar ve emperyalist bir blok olarak görenler ayrılma çağrısı yapıyor. Aşırı sağ ve faşistler, milliyetçi ve ırkçı nedenlerle ayrılmak iştiyor. Sosyalistler enternasyonlizm, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm adına ayrılma taraftarı. Ama bu cephede de ayrışmalar var. Brexit tüm Avrupa’da ve Britanya’da ciddi etkiler yaratacak bir referandum. Son sözü halklar söyleyecek ancak ayrılma görüşünün sözcülüğünün ırkçı-muhafazakâr, göçmen düşmanı, ‘’sınırlarımız’’, ‘’kraliçemiz’’, ‘’bayrağımız’’ diye haykıranlara terk edilmemiş olması önemli. Britanya’nın AB’den ayrılması, sosyalistler için çok önemli olasılıkları ve fırsatları yaratabilecek bir durum.

AB’nin en küçük ülkelerinden biri olan İrlanda’da gidişat çok umut verici. İrlanda halkı geçen yıl tüm dünyaya ‘evlilik eşitliği’ hakkını armağan etmişti. 100 yıllık devletle iç-içe geçmiş kilise ve muhafazakârlığa vurulan büyük bir darbeydi bu. Ardından su hakkı mücadelesi büyük bir zafer kazandı. Henüz mücadelenin sonuna gelinmese de dev kitlesel eylemlerle ve çok yaygın bir boykot kampanyası ile IMF/Troyka neoliberalizmine dur denildi. Suyun halka yeni bir IMF vergisi olarak satılmasının fiilen önüne geçildi. Emperyalizmin ikiye böldüğü adada Kraliyeçiliği de Cumhuriyetçi Sinn Fein reformizmini de reddeden sosyalist People Before Profit (Kârdan Önce İnsan Birliği) Kuzey’de 2, Güney’de 3 milletvekili çıkararak tüm adanın partisi hâline geldi. Güney’de ilk defa marksist sosyalistler 6 milletvekili ile mecliste grup kurdular. 100 yıldır devam eden milliyetçi-muhafazakâr ve neoliberal meclis hegemonyası, bağımsız vekillerin de içinde olduğu yeni meclis aritmetiği ile ciddi anlamda sarsıldı. Bir azınlık hükümeti ile işi götürmeye çalışıyorlar.

Türkiye’nin inkârcılıkta birleşen, ulusalcı, Kemalist, milliyetçi, sağcı, faşist ırkçıları ve bunların medyası; CHP’si, MHP’si, AKP’si ne derse desin, ne mutlu Almanya’ya. Ermeni Soykırımı oylaması çok sevindirici bir sonuç. Merkel’i Hitler ilan edenler, herhalde Cumhuriyet gazetesinin 22 Mayıs 1932 ve 21 Haziran 1941 tarihli sayılarını unuttular. Merkel’in sorunu faşist olması değil; neoliberal, burjuva bir partinin lideri olması. Almanya parlamentosunun sorunu faşist olması değil, milyonlarca Avrupalı işçiye kriz kesintilerini dayatması, mültecilere kapıları kapatması, AKP ile mülteci pazarlığı yapması. Aklı başında, yüreği engin olan Merkel’e bunlar üzerinden kızar, Ermeni Soykırımı üzerinden değil.

Bunlar Avrupa’dan bazı örnekler.

Bu örnekler, Avrupa Birliği’nin dağıldığını göstermiyor elbette ama Avrupa’nın tek siyasi aktörünün Brüksel ve 28 başkent olmadığını kanıtlıyor. Avrupa’nın krizi aslında kapitalizmin ve empertyalizmin krizi. Bu kriz sadece tek yönlü ilerlemeyor. İnişlerle çıkışlarla dolu bir süreç bu. Egemenler bir yerde bir şey kazanıyor, başka bir yerde birşeyler istedikleri gibi gitmiyor. Bir yerde sağ kazanıyor, başka bir yerde sol. AB’nin 28 başkenti tek ses ve tek yürek değil. Aralarında çekişmeler, anlaşmalar, kavgalarla dolu bir ilişki var.

Ve işin özü dönüp dolaşıp şuna geliyor. Kendi aralarında rekabet eden Avrupa kapitalistleri, ne yaparsa yapsınlar istedikleri kadar kâr yapamıyorlar. Kâr oranları giderek azalıyor ve bundan tedirginler.

Bütün bunlardan çıkarılacak dersler ve üstlenilecek görevler var.

Avrupa’da asıl mesele tedirgin kapitalistlerin barbarlığı ile bu barbarlığın karşısına ne konacağı, nasıl konacağı.

Memet Uludağ

@Memzers

Bültene kayıt ol