Bıldır yediğin hurmalar...

30.05.2016 - 12:06
Şeref Işıldak
Haberi paylaş

İsminin Rıza Sarraf'mı, Reza Zarrab mı, ya da Rıza Zarrab mı ne olduğu konusunda dahi tam bir bilgi sahibi olamadığımız bu şahsın, 19 Mart 2016'da Miami'de tutuklanması (ya da teslim olması) sonrası yaşanan gelişmelere kör ve sağır bir medyamız var.

Sarraf ve beraberindeki diğer iki kişiye yönelik açılan davanın ana sebebi, ABD'ye “dış politika ve ulusal güvenliğine yönelik olağanüstü tehditlerin üstesinden gelme” yetkisini veren, Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası’na karşı çıkan ekonomik faaliyetler gerçekleştirilmesiydi.  Uluslararası bir güç olarak ABD'nin 2009'daki İran'da yaşanan krizin ardından uluslararası ambargoyu sıkılaştırma baskısına karşı “müttefik devlet” Türkiye'nin karşı tutumu, bu Sarraf denilen şahsiyet ve etrafındaki siyasilerden oluşan devasa bir kara para trafiğinin akışının önünü açtı.

ABD'nin İran'ı uluslararası piyasalarda o dönem izole etme çabasına BM'den kısmi destek gelmiş; İran'ın, “nükleer faaliyetler” amacı ile kullanabileceği gerekçesiyle, her türden askeri ve sivil meta ve servis ticaretinden kaynaklı uluslararası piyasalardaki para transferlerinin önlenmesi, bloke edilmesi kararlaştırılmıştı. 2010 yılında alınan bu karara o dönem BM geçici üyelerinden Türkiye ve Brezilya “hayır” demişti. Haziran 2010 tarihinde yine aynı gerekçelerle (yani nükleer faaliyetlerde kullanılabileceği gerekçesiyle) ABD Senatosu, İran'ın petrol ve doğalgaz gelirlerinden elde edilecek para transferlerinin de yasaklanması konusunda bir yaptırım kararı almıştı. ABD tarafından tek taraflı alınan bu karar ile İran'ın petrol ve doğalgaz gelirleri artık “kara para” statüsüne alınmış oldu. BM ve ABD'nin yaptırım kararlarının hemen ardından AB de İran'a yönelik benzer bir yaptırım kararı aldı.

Bütün bu yaptırım kararlarına rağmen Türkiye ile İran arasında 2002 yılında 1 milyar dolar civarında olan ticaret hacmi 2010 yılında 11 milyar dolara, 2012'de 22 milyar dolara çıkmış ve 2016'ların sonunda da bu oranın 35 milyar dolara yükseleceği beklentisi içinde olunduğu açıklanmıştı. Ancak, İran'ın yeniden uluslararası piyasalara dönmesi sonucu bu beklentinin gerçekleşme ihtimali artık çok da gerçekçi değildir. Her ne kadar güvenilir olmasa da, TUİK'in son verileri de bunu doğrulamaktadır. Buna göre, İran’la ticaret hacmi 2013'te 13,5 milyara, 2014'te 13,7 milyara, 2015'te ise 9.7 milyar dolara düşmüş.

Velhasıl, yani BM, AB ve ABD Senatosu’nun 2010 yılı içerisinde art arda aldıkları yaptırım kararlarına rağmen; Türkiye'deki yöneticiler, İran'ın “kara para” akışına olanak sağlamış, bunun olanaklarını sunmuş ve karşılığında da bu kara paradan dökülen rüşvetlerle beslenmişler (Türkiye'dekilere düşen payın 8,5 milyar dolar olduğu söylense de bu rakamın çok daha fazla olması kuvvetle muhtemeldir). Şimdi ABD'deki savcılıkta Sarraf'ın attığı yalanların yanı sıra, kendisinin ne kadar “muteber” bir iş adamı olduğunu göstermek için verdiği örnekler bu konuda oldukça zihin açıcı. Mesela “bağış”ta bulunduğu vakıflar ve o vakıfların kurucuları ve başında bulunan yöneticilerin kimler olduğuna bakınca, “resmi rüşvet”in dışında verilen bağışların toplamı da baya büyük bir mebla tutuyordur muhtemelen (rüşvetin resmisi mi olur demeyin, oluyor demek ki işte). 17-25 Aralık sonrası kimi siyasetçilerin, “devletin kasasından para çıkıyorsa bunun adı rüşvet ve yolsuzluktur, çıkmıyorsa değildir” gibi komik açıklamalar yapmalarının nedeni de budur aslında. Oysa ki, bu “kara para” akışı, devlet ve hükümetin koruması, kollaması ve sunduğu olanaklar sayesinde gerçekleşebilmiştir. Biz o siyasilerin söyleminden anlıyoruz ki; o “kara para” dedikleri aslında eflatun renkli 500 €’luk banknotlardan oluşan desteler, kasaya girmeden birilerinin cebine giriyorsa bunun adı rüşvet olmuyormuş.

Kimi tahminlere göre toplamda 150 milyar dolar olduğu sanılan bu “kara para” trafiğinin yaklaşık olarak 40 milyar doları yollarda dökülmüş. Hindistan, Malezya, Türkiye, Çin, Nijerya, Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye ve İran’da rüşvet olarak dağıtılmış. İşin enteresan yanlarından birisi ise, Dubai'de dökülen 2 milyar dolar civarındaki rüşvet diliminin Suriye'deki El Nusra gibi terör gruplarına silah ve mühimmat olarak geri döndüğü; yine İran'da da 2 milyar dolar civarında olduğu söylenen bir kısım rüşvet diliminin ise Suriye'de savaşan Esad yanlısı Şii milislere silah ve mühimmat olarak gittiğine dair iddialardır. Sarraf'ın sorgusu derinleştikçe, yeni bilgi ve belgeler ortaya çıktıkça bu iddiaların ne kadarının gerçek olduğunu da muhtemelen yakında göreceğiz.

Savaş, iktisadi tanım ile, ekonomik faaliyetlerin en yoğunlaşmış hâlidir esasında. Kapitalistlerin ve onların temsilcisi olan hükümetlerin, askerlerin savaş seviciliğinin ana nedeni de budur. Bilhassa da savaş ortamında temizini bulmakta çok zorlandığımız sonradan görme siyasetçi tayfasının bu çark içerisindeki mutluluk kaynağı burdan gelmektedir. Ne kadar çok ölüm, o kadar çok rüşvet ve para demektir onlar için.

Velhasıl yazıyı bitirirken, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının, mevcut iktidara yönelik bir mesaj olduğunu hatırlatalım. “Her gelen iktidar gibi sen de çaldın çıptın, yeter artık, gözün doysun” dediler. Ama korku ve panikle kendisini “derin devletin” kucağına atan iktidar, amiyane tabir ile ilk olarak kıçı kırık da olsa var olan hukuku katletti. Savcıları, hakimleri “ofisboy”a, gazetecileri saray şebeklerine çevirdi. Çözüm sürecini bitirerek memleketi yeniden kanlı bir savaşa sürükleyerek, sonu hüsranla bitecek geri dönüşü olmayan bir yola girdi. Şimdi uzayın derinliklerinde araştırmalar yapabilen, uzay gemileri gönderebilen teknolojik olanaklara sahip büyük devletler bizim barajlarımızı, Ankara metromuzu falan kıskanıyor amma velakin, “derin devletle nikah tazleyen AKP iktidarı her tarafından kan damlayan nur topu gibi bir “ileri demokrasi” doğurdu. Daha ne istiyorsunuz?!

S. Şeref Işıldak

Bültene kayıt ol